11 Ocak 2012 Çarşamba

İstanbulda Aşk Babilde ölüm part2

Kulenin zirvesine varınca gördüğüm manzara karşısında doğrusu ben de hayretlere düştüm, istanbul'un baharda yemyeşil olan florası şimdi karla örtülüydü ve surlar tam bir papa monda çizgisi gibi mavi ile beyazı ayırıyordu. Karşımızda, boş arazileri, mahallelerinin birkaç misli olan surlarla çevrili bir cennet duruyordu. Günter Kâfir, gördüğü manzara karşısında sevinsin mi, oynasın mı, şaşkınlıktan ne yapacağını bilmiyordu. Güneş, altın bir boynuzu andıran Haliç sırtlarından karlara ateş tozları serperek nazla erimekteydi. Atâî tam elini üzerime koymuş, karanlık bastırmadan hüzünlü kentin ufuklarına doğru haykırarak bir bölüm daha okuyabilmeyi planlamıştı ki "Anlat!" dedi Günter, "Anlat bana, bir şehir nasıl bu kadar güzel

4

babil'de ölüm istanbul'da aşk|223

olabilir ve neden bu kadar güzel olabilir? Tanıt bana!" dedi. "Bir bir söyle bana sırlarını kentin; mahallelerini, köylerini göster bana." Bunları söylerken ne BC'yi, ne altın heykelleri ne de minyatürleri ve beyitleri düşünüyor, belki gerçek bir şiirin gözleri önünde resmedilmiş olduğunun sarhoşluğuyla içindeki estetik lezzetin coşkusunu dile getiriyordu. Güzellik karşısında çocuklaşan bu adamı şimdi ben bile sevebilirdim.

Atâî Efendi bu talebi, Günter Kâfir'in panoramik resme merakına bağlamıştı. Ama çok geçmeden koynundan çıkan tomarlar, küçük kâğıt parçaları, üzeri yazılı desteler istanbul manzaraları kadar sur ve su yollarının planlarıyla da dolmaya başladı. Günter bunlardan bazılarını dosya dosya çantasına koyuyor, bazılarını da Atâî Efendi'den gizleyerek çizmelerinin içine saklıyordu. Bu yüzden onun yaptığı su yollan planlan ile mahalle eskizlerini Atâî Efendi hiç görmedi. Her zamanki temiz kalplilik ve iyilikseverliğiyle anlatıyordu: "Surlardaki kapıların civarında genellikle külliyeler ve şehirdeki zenginlerin konakları bulunur. Onları tek tük evler kuşatmıştır ve evler öbek öbek mahalleleri doğurur. Söz gelimi Edirnekapısı'nm güneybatısındaki şu Yenibağçe'de otlayan onbin at, iki yüzyıl daha otlamaya devam etseler kimsenin buraya ev yapmak aklından geçmez. Hele Silivrikapısı ile Yedikule arasındaki Ağaçayırı -ben bu arada Yedikule adını duyar duymaz Rukâl'i hatırladım ve içim cızz etti-; onun kıblesine düşen yerde Samatya ile Davut Paşa mahallesi arasındaki Bostanyerleri, Langa bostanı, Kadırga bostanı, Cündî meydanı, yalnız başına gidilemeyecek kadar ıssız yerlerdir. Hatta son çeyrek asırda halk, buralara yakın gitmektense Bizans forumlarına kaçak ev yapmayı tercih eder oldular." Bu arada Günter Kâfir, gördüğü kubbelerin ve minarelerin arkasındaki egzotik hayatı, burada bir kadın ile mutluluk içinde yaşanan aşk gecelerinden sonra güneşin doğuşunu seyretmenin harikuladeliğini düşünüyordu. Atâî Efendi devam etti anlatmaya:

224

"Bak a Günter birader! Kenti çevreleyen şu surların içi ile dışı ayrı dünyalardır. Giriş çıkışlar her an kontrol edilip kaydı tutulur. Geçtiğimiz kış ortasında ocaklılar kethüda bey ile ağayı azlettirmek amacıyla kazan kaldırdıklarında işi azıtıp dışarıdan kente it kopuk takımını alarak..." bu arada şiddetli soğukta çatlayan ellerini oğuşturup hohladı "...defterlere kibrit çalmışlar. Kira adlı çıfıt karı ile iki oğlunu şu gördüğün Yedikuleler de astıkları zamanda oldu bunlar." "Neden Kirrâ asılmak?" diye sordu Günter. "Neden olsun, bu Kira kadın önceleri bohçacılık yaparak evden eve dolaşırmış. Kanun Koyucu zamanında saraya kadar girmiş ve Şemsi Paşa'nın rüşvet musluğunu devletlûlardan yana ilk kez o akıtmış imiş. Hatta benim ergenlik sivilceleriyle uğraştığım yıllarda onun Safiye Sultan sayesinde, sarayda büyük bir nüfuz edindiği ve reayadan her isteyene rüşvet karşılığında memuriyetler temin ettiği dedikoduları dolaştıydı. Bu Kira Kadın, günahı boynuna, eskiden âşıkların mektuplarını da getirip götürüyormuş gizlice. Sevda çekenlere şiirler okuyarak mesajlar iletip onları sevdikleriyle buluşturmak için hile üstüne hile yaptığını, bunun için de en güzel aşk şiflerini onun bildiğini, hafızasında yüzlerce gazel bulunduğunu babam anlatırdı."

Atâî Efendi konuşurken hafiften bir rüzgâr çıkmış ve yerdeki kar sanki tekrar yağıyormuş gibi yeniden serpiştirmeye başlamıştı. Günter Kâfir mahalleleri ve minareleri sayıyordu. Karadan surların yılankavi uzantısı arasında gördüğü tepecik ile üzerindeki evleri merak etti ilkin. Zaten bu kentin mahalleleri ya bir cami, ya bir kilise, yahut bir havra etrafında oluşmuş kendine özgü kimliği bulunan organik birimlerdi. Burada mahalle canlıydı; asırlar içerisinde büyür, gelişir ve hatta ihtiyarlardı. Mahalle kendi kendisinin kefili olduğu için suçun azaltılması adına her mahalleli kendi insanını kontrol eder ve onlara mahallelilik bilincini aşılardı. Bu bakımdan mahalle büyücek bir aile, yahut bir sivil toplum örgütü gibiydi.

Atâî Efendi konuşmaktan yorulmuş gibi başını ve elini sallayarak beni tekrar çıkardı koynundan ve "Sen seyrededur,

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 2 2 5

ben biraz okuyacağım." dedi emir tonunda. Günter susmuştu. Şimdi ben de Atâfnin elinde istanbul'da gurubu seyrediyordum. Ve ilk gördüğüm şey güneşin, Edirnekapısı'ndaki tepeye kurulmuş olan Mihrümah sultan camii kubbesinin üzerindeki son ışıkları oldu. "Mihrümah Sultan'ın bir de Üsküdar'da camisi vardı!" diye düşündüm birden. Karlı günün dolunayı parlak olur derler, orada dolunayı gördüm, caminin tam da iki minaresi arasından doğmuştu. Atâî Efendi benim fark ettiğimi fark etseydi şüphesiz şiirsel bir hayal ile bunu ölümsüzleştirecek dizeler yazardı. Mihrümah "Ay ile Güneş" demekti ve Kanun Koyucu'nun hayırsever kızının istanbul'a yaptırdığı iki camiden birinin üzerinde şimdi güneş batarken diğerinden ay doğuyordu. Leylâ'yı düşündüm birden, dolunayda yüzünü görür gibi oldum. Gün battığında Atâî, Efendim Fuzulî'nin dizelerinin sarhoşluğundan, Günter Kâfir bu rüya kentin büyüsünden, ben de Mihrümah'ın zamana meydan okuyan ilhamından tutulup kalmıştık. Ne kadar zaman geçti bilmiyorduk. Ceneviz'in bu eski kulesinde hayat durmuş gibiydi. Leylâ aklıma düşmüştü ya, "Bu şehirde!" diyordum, "Leylâ bu şehirde olmalı! Güneş ile ay burada buluşuyorsa, gece ile gündüz de buluşabilir; gece renkli Leylâ'mı burada aşikâr görebilirim." Bütün liflerimin titrediğini hissettim ve Leylâ'nın sıcaklığını duyar gibi oldum.

Leylâ masalından "Yeter artık, inseniz iyi olacak!" diyen kule bekçisinin sesiyle uyandığımda Atâî Efendi beni kuşağına yerleştiriyor, Günter Kâfir de onun anlattıklarına uygun olarak yaptığı yeni mahalle çizimlerini meşin çantasının gizli bölmesine yerleştiriyordu. Şimdi bu çantada yalnızca istanbul'un panoramik mahalle yerleşim resimleri değil, kentin savaş stratejisi ve jeofizik bilgisine ilişkin çizimler ile Atâî anlatırken çizdiği su yollarının planlan vardı.

Alacakaranlıkta sokak köpeklerinin ulumaları arasında eve dönerken şehrin üzerine bir hüzün sinmişti. Rüzgâr bayırlardan ve ağaçlardan aldığı karları yeniden savuruyor ve günbatımını

226

I L«,M

eleyen kızıllıklar bir bir evlerin pencerelerinde kaybolup gidiyordu. Bahçekapısı'ndaki Yeniçeri muhafızlarının kontrollerinden geçip Ayasofya'ya giden yokuşu tırmanmaya başladığımızda artık kimsenin konuşmaya mecali kalmamış gibiydi. Ben, Leylâ'ya olan aşkımın hüzün kırıntılarıyla melankoliye kapılmıştım ve içinde bulunduğum şartları değerlendirmeye başlamıştım. Atâî Efendi'yi seviyordum. Birlikte hissediyor, birlikte yaşıyorduk. Bazen birlikte ağladığımız da oluyordu. İkimizin içinde de Leylâ'nın trajik sonu yaralar açmıştı ve ben bir dert ortağı bulmaktan dolayı mutluydum. Bu nüktedan ve göbekli adamla birlikte oldukça, onun hisli ve romantik yanından bir yol bulup belki uzak zamanlardan birinde Leylâ'ya ulaşabileceğim umudunu büyütüyordum içimde. Onun ailesi, çocukları ve evi Rukâl'den sonra bana bir sahiplenme duygusu yaşatıyorlardı. Nihayet onun yazmak istediği mesneviler de benim hatıralarımla dolu olacaktı ya; belki böylece yeniden hayat bulacaktım. Zaten Efendim Fuzulî'ye karşı beslediği saygı, yazacağı kitaplarının bölümleri ve olay örgüsü için şimdiden bir ilham kaynağı olmuştu.

Son bir aydır bütün bu güzellikleri bozan birisi var artık aramızda: Günter Kâfir. Onu ilk gün sevmemiştim; şimdi ondan korkuyorum. Şair oğlu şair olan sahibimden gizli yaptıkları şeyler hiç hoşuma gitmiyor.

Ve sen, çöl kızı Leylâ!.. Seni yüreğimden koparmak isteyenlere karşı Nevfel'in ordularınca savaşmaya hazırım. Bu şehir ki bu kadar güzeldir, sen buraya yakışırsın!

Ah izini bir bulabilsem!..

Kimsesiz hiç kimse yok her kimsenin var kimsesi Kimsesiz kaldım yetiş ey Kimsesizler Kimsesi

Ruşenî

Dünyada kimsesiz hiç kimse yok, herkesin bir kimsesi var. Bir tek ben kimsesiz kaldım, yetiş ey Kimsesizler Kimsesi!

XX

Bu, Gizli Servislerin Çevremde Cirit Attığı ve Sırlarımın Derin Uykulara Yattığıdır

Atâî Efendi salı günlerinde üniversitede ders anlatmaya gitmez, bunun yerine Süleymaniye medresesi kütüphanesinde araştırmalar yapardı. Onun kütüphaneye gittiği günlerde eve geç geldiğini, kütüphanede kendisi gibi şair olan Ganizade Na-dirî, Kafzâde Fâizî, Riyazi, Sabrî, Vecdi ve daha birkaç arkadaşıyla toplanıp mevsimine göre çınarların koyu gölgelerinde yahut kahvehanelerin enfiye kokulu köşelerinde derin şiir sohbetleri yaptıklarını İstanbul'da bilmeyen yok gibiydi. Hatta birçok şiir meraklısı sırf bu mecliste bulunabilmek için çay, enfiye ve kahve masraflarını üstlenir, şairlerin gönlünü alırdı. Onların toplandığı yerler genellikle bir yüksek şiir akademisi sayılırdı. Atâî Efendi birkaç keresinde beni de götürdüğü için biliyorum; buralarda Türk gazelcileri İran şairlerini geride bırakacak dizeleri yüksek bir medeniyet birikimiyle söylüyorlar, kaside ve mesnevi tarzında yenilik yapmak gerektiğini derinlemesine

2 2 8İL8.M

tartışıyorlardı. Efendim Fuzulî bu mecliste olsaydı şüphesiz hocasının kızına olan aşkına müstesna şiir boyutları ve derinlikler kazandırırdı. Atâî Efendi beş ayrı mesnevi yazma fikrini burada tartışmış ve benimsemiş, Nadiri ile de bu konuda yemin edip kan bile yalaşmıştı.

Günter Kâfir, Takiyyüddin'in uzay gözlemlerinin hatıralarıy-la dolu pencerelerden bakarak yaptığı panoramik istanbul çizimlerini çizmelerine sakladığı günden sonraki pazartesi akşamı yine Atâî Efendi'den Efendim Fuzulî'nin minyatürleri üzerinde bilgiler almış ve yatma zamanı geldiğinde benim o gece kendisiyle kalmamı rica etmişti. Atâî Efendi hiç itiraz etmeden beni bırakıp odasına çekilince Günter Kâfir ile ilk kez yalnız kalıyor olmamın, içimde tarifsiz bir sıkıntı doğurduğunu fark ettim. Leylâ'yı o geceki kadar özlediğimi, onun yakınlığına o kadar muhtaç olduğumu hatırlamıyorum. Ne Roma'da engizisyon papazlarının işkenceleri altındaki mahkumların çığlıklarını

babil'de ölüm istanbul'da ask|229

duyduğum o müthiş gecede, ne Rukâl'in denize düşürüldüğü günün akşamında, ne de Bağdat'tan İstanbul'a gelirken yaşadığım karlı gecenin boğazlaşmasında bu kadar korkmuştum. Rukâl'in kendi kanıyla alnıma çizdiği çiçeğe ve dudağının değdiği yere yoğunlaştırdım varlığımı ve Leylâ'yı hissetmeye başladım. İçimde ayrılıkların derin acıları birikti ve tam İstanbul'da Leylâ'ya kavuşma hayalleri kurarken yeni hicranların kabusları kapladı içimi. O gece geçmek bilmedi ve saatler yüzyıla durdu.

Ertesi sabah Günter Kâfir evdeki çizim ve resimlerini toplayıp bir bir çantasına yerleştirdi ve her zamanki gibi sokağa çıkmak üzere hazırlandı. Kişisel eşyalarından önemli olanları toplamaya başladığında beni de kaçıracağını anladım.

Galata'daki Rum hekimin evine gelmemiz yalnızca iki saati aldı. Evet! Bu odada bizi bekleyen üç kişi Günter Kâfir'in BC üyesi arkadaşlarından başkası değildi. Biri Frederick'in gizli servis şefi Salzburglu Dodge Ştaiger idi bunların, diğeri Kahire'den getirtilmiş bir hiyeroglif uzmanı kıbti ve sonuncusu da Fenerli bir eczacı. Küçük iki parmağını yumdukları ellerini üst üste koyup selamlaşmasalardı bu adamların BC üyesi değil, altın avcısı açgözlüler olduklarını sanabilirdim. Konuşmalarından artık BC'nin aynı zamanda ilah heykellerinin de peşinde olduklarını düşündüm. Belki de yanılıyordum; çünkü Mısırlı kıbtî BC'nin ritüellerine yabancılık çekiyor; Günter ile Staiger'in esrarengiz konuşmalarını yadırgıyordu. Bu adam belki de para ile tutulmuş bir uzman idi ve görevi yalnızca yazıları incelemek olacaktı. "Bugün Konstantinepol'daki görevim sona erdi yüce Marduk!" diye yüksek sesle rapor verdi Staiger'e Günter Kâfir ve uzunca bir müddet esas duruşta bekledi.

Gün ışığının toz zerreciklerini elediği bu izbe ve fakir odada, ortada bir masa ve çevresinde Günter'in sözlerine kulak kesilmiş üç kişi oturmaktaydı. "Majestelerinin şükranını bildirmekten onur duyarım sevgili Günter!" dedi Staiger ve Günter'in koluna girip masa başına kadar götürdükten sonra

23 0 um

oturması için eliyle işarette bulunarak "Neler yaptığını baştan anlat!" dedi. O sırada Rum hekim kıbtî konuğuna enfiye kutusunu uzatmış, "Siz de bir tutam zevk buyurmaz mısınız?!" diyordu.

"Atâî Efendi gerçekten de yüz ve bedence bana çok benziyor." diye başladı anlatmaya Günter. "Ve tabii bütün Muham-medîler gibi o da her şeye hemen kanıyor. Amacımız için çok iyi seçilmiş biri. Benim kuzeni olduğuma tamamen inanması için onun şiir ve resim merakını kamçılamam yeterli oldu. îti-raf etmeliyim ki, aşk dolu şiirlerinden çok etkilendim. Hele şu L&M kitabı var ya, -bu sırada beni çantasından çıkarıp masanın üzerine bıraktı- ne bizim şairlerimiz böyle bir kitap yazabilir; ne de Türkler bu kitabın kıymetini bilmekteler."

Günter'in çantasından çizimler ve resimler bir bir masanın üzerine serilmeye başladığında "Önce kuzenimin(!) güvenini kazanmam gerekti. Evine yerleşebilmem ve şiir öğrenip gerekli bilgileri alabilmem için hep dikkatli davrandım. Birinci hafta geçtikten sonra her gün havraya gidiyorum diye Bizans'tan kalma harabe yerleri dolaştım, su kanalları, lağımlar ve sıçan yollarını inceledim. Bir keresinde üzerime duvar bile çöktü." diye devam etti. Bu sırada yaşlı bir adam odaya şarap dolu bir ibrik ile dört kadeh getirip bıraktı. Bu harab evin sahibi olduğu anlaşılan adam gidesiye kadar hiç kimsenin bir tek kelime konuşmadığını gördüm. Sonra gözler yine Günter'e çevrildi ve o da hikâyesinin geri kalanını anlatmaya başladı rahatlamış bir eda ile. Bir yandan çantasından çıkardığı eşyaları sunuyor, diğer yandan saygılı bir lisan ile yaptıklarını anlatıyordu:

"imparatorumuz yüce Şarlken'in asil oğlu Frederick'e takdim edilmek üzere siz saygı değer Haçlı Teşkilatı Osmanlı izleme Grubu Şefi'ne güzel çizimler hazırladım efendim. Ama asıl amacım bu değildi tabii. BC'nin siz muhterem başkanı XVI. Marduk'a L&M kitabını sunmakla iftihar ediyor ve yüce insanlık idealine hizmet etmenin huzurunu içimde duyuyorum. Buradaki notlarımda da Osmanlı'nın mevcut bütçe, hazine ve askerî

babll'de ölüm istanbul'da a ; k I 2 3 1

bilgileri ile istanbul şehrinin altındaki su yolları, dehlizler ve lağımların anlatıldığı bilgiler yer almaktadır. BUAM'ın geleceğini şekillendirmek üzere istediğiniz bilgilerdir bunlar sayın Marduk! Şu kroki ve haritaları da tam zatıâlilerinin arzuladığı planlar doğrultusunda hazırladığımı söyleyebilirim. Kuşağımda kömür tozu ile is mürekkebi taşımamı bana siz öğretmiştiniz, bunun yararını istanbul'un panoramik eskizlerini hazırlarken daha iyi gördüm, ileride bunları boyadığımda tam bir istanbul Albümü olacak. Böyle bir albümün BC ve Evrenin Şövalyeleri için hazırlanması ve birkaç nüsha çoğaltılıp Flemenk, France, Venedik, italya, Işpaniye ve Ceneviz şubelerine gönderilmesi vazifesini siz saygı değer Marduk bana vereliden bu yana ilk defa bugün rahat bir uyku uyuyacağım. Umuyorum ki siz saygı değer efendimin aracılığıyla Papa hazretleri beni takdis edecek."

Günter Kâfir, odadaki ayin hayasını biraz daha ağırlaştırır gibi sözlerine ritüeller eşliğinde devam ediyordu: "Bu arada çok korktuğum zamanların olduğunu da itiraf etmeliyim. Hafiyelerinin ünü bizim memleketlere kadar yayılmış olan Osmanlı Hilal-i Mahsusa'sı benim kimliğimi tesbit etmiş ve Atâî Efendi'yi sorguya çekiyorsa diye düşündüm sık sık. Bugün evden son kez ayrılırken bir yandan görevimi yapmış olmanın huzurunu, diğer yandan Atâî Efendi'nin yarm yaşayacağı şaşkınlığı düşündüm." Bu cümleden sonra hepsi birlikte havayı normale döndürmek istercesine gülümsediler ve şerefe kadeh kaldırdılar.

Fener Rumlarından zeki ve seçkin bir adam olduğu anlaşılan eczacı, minyatürlerime bazı ilaçlar döküp renklerimi dağıtmaya başladığında esans kokusundan baygınlık geçirecek gibi oldum. Renklerin altında başka bir boya tabakası bulunup bulunmadığını kontrol ediyordu zekice. Yazık ki bu adam kendi sanatına da saygı göstermiyordu. Her defasında azgın bir iştahla damlatıyordu çünkü çözücü eczayı resimlerime ve nice sanatkârın emeği olan nazenin hatıralarımı vahşice bulandırıyordu.

2 32 um

Dört çift iştahlı gözün önünde ince nakışlarımın bozulup makyajımın yazılara sıvaşması için bir saat yetmişti. Öyle ki Leylâ ile gençlik çağında ve okulun son günlerine rastlayan o son baharda buluştuğumuz sahnenin açık sayfasında, eczaların çözücü etkisiyle önce Leylâ'mın elbisesi parçalandı; ardından benim kalbim... O sırada Leylâ'nın, benim bile görmediğim mahremiyeti görünüverecek, bedeninin çıplaklığı bu dört çift yabancı gözün önüne seriliverecek sandım, ilaçların etkisiyle sayfalarımdaki her nakış ayrı bir yerinden yaralandı; çadırlar, ağaçlar, atlar, develer, aslan ve ceylanlar ile çöl bile güzelliklerini kaybetti.

Eczacının sonuçsuz kalan incelemelerinden sonra sıra Kahi-reli kıbtîye gelmişti. Harflerimi inceliyor, Efendim Fuzulî'nin yazıları içinde Babil harflerine ve çivi yazısına benzetebildikleri üzerine pertavsızını tutuyor, kamış kalemin kâğıtta bıraktığı izler hakkında yorumlar yapıyor, Arap harflerinin kıvrımlarıyla çivi şekilli hiyeroglifleri birbirine benzetemedikçe de elindeki çuvaldızın ucuyla karnımı deşercesine yazılarımın altını yokluyordu. En çok elif, kef ve lam harflerinin bulunduğu sözcükler üzerinde duruyor ve bunların çiviye benzeyen şekillerinden bir sonuca varmak istiyor, sivri uçlu bıçağıyla yazılarımı deştikçe deşiyordu. Doğu'da herkesin tanıdığı ünlü sufi Mansur gibi canlı canlı derimin soyulduğunu hissettim. Bunca hırpalanmadan dolayı halsiz düşmüştüm. Bir ara işkencelere yatırılıp tırnakları sökülerek, yahut çivi uçlu fırçalarla derileri soyularak gizlediği bilgileri söylemeye zorlanan casuslara benzediğimi fark ettim. Sırf efendileri şaraplarını içerken mazoşist zevkler edinsinler ve yanlarında yarı çıplak dans eden kadınlara güç gösterisinde bulunsunlar diye keskin çakmak taşları üzerine yatırılarak etleri koparılan ve acı ile bayıldıkça eter koklatılarak yeniden kendisine getirilip tekrar işkence edilen ve tekrar bayılan Romalı köleler gibiydim. Elimden gelse "Yanlış yapıyorsunuz baylar!" diyecektim, "Canımı acıtmak yerine beyitlerimi okuyun yeter! Aradığınız aşkta gizli, vahşette değil!" diyecektim. Sonra, "Bu adamlar aşkı anlasalardı zaten şiire ve resme karşı böyle davranmazlardı." diye geçirdim

, babH'de ölüm istanbul'da aşk[233

içimden. BC'nin gitgide daha kalitesiz insanlardan teşekkül ettiğini anlayabiliyor, ulu Marduk Arşiya Akeldan'ın ve Efendim Fuzulî'nin tanıdığı nazik kütüphanecinin yanında bunların yırtıcı hayvanlar gibi çalıştıklarını anladım. Böyle bir yaklaşım, şüphesiz BC'nin yüce insanlık ideallerini de gitgide hedef sapmasına uğratacaktı. Oysa aşk ile yaklaşılan her şeyden sonuç alınabilir, ama şiddetle görülen her iş hedeften sapardı, bu gerçeği bilmiyor olamazlardı. Daha doğrusu bu gerçeği bilmeyen insanlar BC üyesi değil, çok çok hazine avcısı haydutlar olabilirlerdi. Artık şüphem kalmamıştı ki BC yalnızca bir bilgeler kulübü değil, aynı zamanda bir ihtiras bankası idi. Belki de onlar, bilgeliğin gereğini yapabilmek için paraya daha çok gereksinim duyulan bir dünyada yaşamaktaydılar da o yüzden böyle vahşi ihtirasların peşindeydiler. Eşyaya bakışı unutmuşlardı çünkü, eski üstadların nezaketlerini unutmuşlardı. Varlık âlemine yaklaşımlarını şiddetle yoğurmaya başlamışlar, insaniyetli olmanın erdemlerini hiçe saymışlardı. Onca yıl hazine avcılarının elinden BC'ye sığınmak için can atan ben, gördüğüm muamelelerden sonra neredeyse BC'nin elinden hazine avcılarına sığınacaktım.

Kahireli kıbtî, en sonunda kâğıdımın fligranı olup olmadığını da kontrol etmek için dört ayrı sayfamı delip birkaç harfin benzerini ayrı bir kırtas üzerine kopyaladı. Sonra da onları beraberinde getirdiği papirüsler üzerindeki harflerin üzerine çakıştırıp ışığa tuttu. Bu adam işinin uzmanıydı besbelli, ama ben, canımın bütün yanmışlığıyla, gayreti boşa çıkacak diye seviniyor ve için için intikam almış oluyordum. Beyitlerimdeki anlamı ve platonik aşkı anlayacak bir medeniyet birikimi taşımadıkları için sıradan hırsızlar gibi davranmalarını hazmedemiyordum. "Allah'ım! Taşıdığım yüce sırrı bu adamların eline düşürme!" diye dua ettim içimden "Onu, bilimi kutsal bilenlere nasip et!"

Akşamın geç saatlerine kadar süren bu araştırmaların sonucunda, "Rahip üstadın tavsiyesine uyarak bu kitabı şimdi kub-bealtmdaki paşa hazretlerine teslim edip çalışmalarımızın neticesiz kaldığını, bundan sonrasının beyitler üzerindeki anlam

2 34 um

ilişkilerinden yararlanarak çözülebileceğini bildirmemiz gerekiyor, artık işin icabına bakmak onun yetkisinde." diye öfkeyle oturuma son veren servis şefi yetkiyi rakibine kaptırmış bürokrat yahut seçim kaybetmiş siyaset adamı gerginliğiyle beni bir cüz kesesine koydu. Onun hangi paşadan bahsettiğini, Osmanlı ülkesinin kubbe veziri makamına kadar yükselen bu BC üyesinin kim olduğunu merak etmedim desem yalan olur. Beni ona teslim ettiği zaman "Kale içeriden fethedilmiş olacak!" diye düşündüklerini sanıyorum. Çünkü bir vezirin evinde iken hiç kimse beni BC'nin elinden alamazdı da, çalamazdı da. "Belki böylesi daha iyi olur ve evrenin gerçek şövalyeleri bilim dünyasında parlayasıya kadar emniyette olurum, yaralarım iyileşir." diye düşünüp biraz teselli etmeye çalıştım bunalan ruhumu. Ameliyat masasından kalkmış baygın hastalara ben-ziyordum. Renklerimi dağıtan alkollü eczanın, iyodoform ve eterin soğukluğu hâlâ bedenimi üşütüyordu. İçimin yanışı da bu titremeye çare değildi. Neden sonra düşündüm ki, -bereket versin- alnımdaki şakayık motifine dokunmamışlar, Leylâ'mın dudak tuzunu, Rukâl'imin de kan izini taşıyan nadide çiçeğimi dağıtmamışlardı. Liflerimin tamamı ilaç ve iğne yaralarıyla sızlıyor, bunun derin ıstırabı içimi yakıyordu.

"Pekâlâ Günter birader, şimdi su yollarından ve İstanbul lağımlarından bahset bize!" diye ilave etti servis şefi beni masanın üzerine bırakarak. Günter, masada yayılı duran eskizler üzerinde parmağını gezdirerek "Şu mavi çizgiler istanbul kentinin Bizans'tan kalma eski lağımları ile dülger Sinan'ın yaptığı su yollarını gösteriyor." diye hevesle söze başladığı sırada kapı şiddetle açıldı. "Nihayet!.. Nihayet!..." diye bağırdım duyulama-yan nefesimle. Osmanlı Hilal-i Mahsusası'nın saraydaki gizli peyk teşkilatında görev yapan adamları olduklarını tahmin ettiğim seslerdi duyduklarım. "Davranmayın bre!" diye haykıran adamı, bütün istanbul halkı, dilenciler kethüdası olarak tanıyordu ve arkasında yine dilenci kılıklı yamaklar olduğu anlaşılıyordu. Solak ve peyk rütbesinde dilencilik yaparak bilgi toplayan bu

babil'de ölüm istanbul'da ask|23S

gizli haberalma örgütünün elemanları içeri girdiklerinde derhal Staiger ile Günter Kâfir'in kollarına girip hareketsiz bırakmışlardı. Kahireli kıbti pencereden atlamak üzere koşarken bir dizdar neferi uçarcasına atılıp baldırlarından yakaladı. Fenerli eczacı "Vre ben masumumdur!" diye kekelemeye başladı. O anda Günter Kâfîr'e hem güldüm, hem acıdım. Üç aydır çektiği emek ve yaptığı bunca rollerden sonra iflas etmiş bir tacir gibi kollarının yana düşüverdiğini görmek isterdim. Aslında kuşağında taşıdığı yudumlukta bir tablet zehir taşıdığını biliyordum; gerektiği zaman kullanacağını sanmıştım, ama korkak çıkmış, ağuya el uzatmamıştı.

Odaya en son iri gövdesiyle Atâî Efendi girdi. Sevincimden yaralarımın acılarını unuttum. Demek benim bunca zaman safdil olarak tanıdığım Atâî Efendi'nin de bir hesabı ve planı varmış. Sesim çıksaydı çığlıklar atabilir, bütün istanbul'a "işte benim efendim! işte Atâî Efendi!" diye haykırabilirdim. içeriye girişindeki eda ve tavrında, ülkesi için yaptığı asil bir görevi huzurla tamamlamış eski akıncıların haklı gururu seziliyordu. Günter onu görünce yalnızca başını yere eğdi ve benim nezaketli efendim, o anda bile bir tek kelime söylemedi, yalnızca yüzüne "Beni hiçbir zaman kandıramamıştm!" der gibi baktı. Bu bakışta üç aylık hukukun bir sıcaklığı bile vardı. Gelip beni ellerine aldığında bundan böyle belki de dualarımın kabul olacağına inandım ve hemen Leylâ'mı bulabilmek için yakarmak geçti içimden. ,

Tanrım! Beni Leylâ ile bir an evvel buluştur. Beni dipsiz kuyularda sonlanacak maceralardan uzak tut ve beni sevdiğime kavuştur. Beni bu şehirde yalnızca Leylâ'nın aşkıdır çünkü tutan. Bildir bana Tanrı'm, Leylâ yakın mı bana yoksa uzak mı; göster bana Rabb'im, kaderim kara mı yahut ki ak mı?!.. Eğer sesimi duyuyorsa bilsin ki onu seviyorum... Sen şahidim ol Allah'ım, onu çok seviyorum!..

İPr

Tûti-i mûcize-gdyem ne desem lâf değil Cerh ile söylememem âyinesi sâfdeğil

Ehl-i dildir diyemem sînesi sâf olmayana Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil

Neft

Ben mucizeler söyleyen bir papağanım, söylediklerim alelâde^laflar değildir. Bu yüzden felek ile söyleşemem, çünkü gönül aynası temiz değil onun.

Bağrında saf düşünceler bulunmayanlara, "Bu, gönül ehlidir" diyemem; çünkü (bencileyin) gönül ehli olanların birbirini bil' memeleri insaf değildir.

XXI

Bu, Neft Efendi'nin ömrünün Yittiği ve Lagarî Çelebi'nin Uzaya Gittiğidir

Bugün düşünüyorum da, geçtiğimiz çeyrek yüzyılda, bildiğim o istanbul hiç bu kadar karışık yılları üst üste yaşamamış, hiç bu kadar otorite boşluğunda kalmamıştı. Atâî Efendi'nin yurdundan kaçırıldığım gün, meğer devlet için de ilk büyük talihsizlik yılları başlıyormuş; bunu sonradan anladım. îlk önce, Sultan Ahmed'in büyük oğlu Genç Osman'ın dört yıllık sultan iken onyedi yaşında hal'edilişini gördü bu kent. Onu takip eden birbuçuk yıl, kadınları görmeye bile tahammül edemeyen Mustafa'nın cinnetinde, birtakım bilinmez ellerin devleti yönettiğine şahit oldu. Bu işlerin içinde BC var mıydı bilmiyordum, ama yeryüzünün bütün hükümdarlarına hükmedecek güce ve zenginliğe ulaştıklarını düşünüyordum artık. Belki Murad'ın öfkesi bu kadar olmasa, yeniçerileri yeniden ayaklandırıp otorite boşluğu yaratarak sarayda hâlâ etkisini sürdürebilirdi BC.

babil'de ölüm istanbul'da a ş k i 2 3 7

A

Murat, tahta geçtiğinde henüz oniki yaşındaydı ve o gün ağabeyi Osman'ın ikbalini alıp güya kendisine bağışlayan yeniçeriler ile başı uzun yıllar derde girdi. Yeniçeriler o yıllarda farklı bir anlayışla hareket eder olmuşlar, sanki devlete sahip değil de rakip konuma gelmişlerdi. Herkes bunun nedenini son zamanların entrikalarla dolu siyasi olaylarına bağlıyordu. Bütün bu hızlı değişimde, BC üyelerinin hazineler harcayarak devleti çökertmeye yönelik gizli yönlendirmelerinin etkisi olduğunu yazık ki benden başka bilen yoktu. Hatta önce Murat'ı da diğer hükümdarlar gibi yönlendirmenin hesapları içine girmişler, Murat dişli çıkınca da hedef değiştirmişlerdi.

Murat, kendini kafesinde çaresiz bir arslan gibi hissettiği yılları terleyen bıyıklanyla bir bir geride bıraktığında ve yiğitler yiğidi bir pehlivan olup çıktığında, çocukluk hafızasını oluşturan bütün hatıralar ağabeyine ve devletin diğer yetişmiş insanlarına yapılan zulümle ilişkilenmişti ve kanla, vahşetle dolu o günleri hiç unutmadığını göstermeye başladı. Sultan olduğunu göstermesi gerektiğine karar verince, işe yeniçeriden intikam almakla başladı. İki yıl fırtına gibi esti, saltanatına engel sayılacak taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadı. Önce validesi Mahpeyker Kösem Sultan'ı odasına hapsedip tek güç ol-manın kapısını açtı. Oysa BC'nin Kösem ile muhavereleri gayet iyi gitmekteydi ve genç sultanın bu tavrına ne Mahpeyker BC kadar üzüldü; ne de Murat, Cemiyet'in Osmanlı devleti üzerindeki umutlarını geciktirmekle hedef tahtası yapılacağının farkına vardı. Cemiyeti asıl korkutan ve ileriki yıllarda faaliyetlerine bir müddet ara vermelerini sağlayan ise vaktiyle kışkırtıp Topkapı sarayını bile basacak cesareti aşıladıkları yeniçeri zorbalarını, Murad'ın bir bir siyaset meydanına çektirmesi oldu. Ülkenin her yerinde Sultan Murat adı yankılandıkça zorbalar ve askerler titriyorlardı. Askeri kışlada tutmak yerine karargâhta bekletmeyi politika edinmiş, ona, elindeki kılıcı kınına sokacak zaman vermemişti. Bağdat seferi başta olmak üzere değişik

238 um

bölgelere yapılan seferler ve kazanılan zaferler sayesinde Osmanlı devleti sanki ikinci baharı yaşamaya hazırlanıyordu.

Ömer Nef 'î Efendi ile Bedesten'de başlayan yakınlığımız işte bu yıllara rastlar. Biraz asabı olmakla beraber iyi kalpli bir şair olduğunu itiraf etmeliyim. Sınıf atlamış bir taşralı gururu taşıyordu. En iyi yaptığı üç şey vardı: övmek, övünmek ve sövmek. Sultan Murad'ın has meclisinde bu üçü için de uygun zemin buluyor, devlet adamları hakkında yazdığı hicivler, sultanın bu adamlara karşı olan gizli kinini kamçıladığı için de el üstünde tutuluyordu. Sultan seferlerden arta kalan zamanlarda sarayının bahçesine yeni yaptırttığı Bağdat Köşkü'nde meclisler kurduruyor, cuma günü bilginleri, cumartesi günü hanende ve sazendeleri, pazar günleri de şairleri toplayıp felekten gün çalıyordu. Halkına yasakladığı içki ve tütün stoklarını kendisi tüketmeye azmetmiş gibiydi. Nef î Efendi bu sofraların mezesi gibiydi, hünkarı güldürür, eğlendirir, istek üzerine hicivler söyler ve karşılığında caizeler alırdı. Halkı arasında en çok "Vurun başını!" buyruğuyla hatırlanan bir hükümdarın bu kadar yakınında olmak, zaman zaman onu da korkutmuyor değildi; ne ki "Üç günlük dünyada insan istediği gibi yaşayamayacaksa yaşamasın daha iyi!" diye düşündüğü için bu hayat onun azdırılmış içgüdülerini tatmine devam ediyordu.

Nef'î Efendi'nin bütün tavırları erkekçe idi ve şiir söylerken de bu müdanasız ve yiğit edasını dizelerine yansıtıyordu. Efendim Fuzulî'nin gazellerini okurken diğer bütün şairler gibi onun da içinin titrediğini hissediyordum, ama diğerlerinin aksine o, Efendim'e karşı bir gıbta duymuyordu. Hatta Efendi-m'in bazı aşk beyitlerini okurken içinden "Bana göre öyle değil! Ben böyle söylemez, sesimi yükseltirdim!" dediğini biliyordum ve belki de sırf bu yüzden, bu Erzurum çocuğuna diğer sahiplerimden daha ziyade saygı duyuyordum. Onun aşkı platonik ve empotan değildi. O haz almayı seviyordu. Aşkı anlatırken bazı bazı mecazlara baş vurmuyor değildi, ama daha çok odasına

babil'de ölüm istanbul'da a ; k I 2 3 9

gizli gizli soktuğu cariyeleriyle sabahlara kadar yaşadığı haz dolu erotizme değer veriyor, üstü kapalı olarak onları anlatmayı seviyordu. Atâî Efendi'nin evindeki mazbut aile hayatından sonra burada cinselliğin çok ayrı ifadelerini öğrendim. Ellisini aşkın bu karayağız adamın sırım gibi bedeninden yirmilik cariyelerin gümüş tenlerine sızan şehvet dolu nefesler, terler, sıcaklıklar ve nihayet kelimeler o körpe bedenleri eziyor, yoğuruyor, titretiyor ve tüketiyordu. Yatak odasında kaldığım günler ve gecelerde, hem bu yaşlı adama, hem de cinselliğe adanmış ömürler süren cariyelere acıdım ve beni mahremiyetine bilmeden şahit tutan Efendim'e gücendim.

Dün eski sahibim Atâî Efendi'yi gördüm, hükümdarın meclisinde artık kısılmaya başlayan sesiyle bir gazelini okuyordu. O günden sonra sık sık karşılaştık ama o benim yakınında olduğumu, arkadaşı Nef'î Efendi'nin evinde kaldığımı bilmiyor. Kaç kerre bunu keşfetsin diye bekledimse de olmadı. Artık eskisi gibi yaşamadığı her halinden belli. Hamsesini oluşturacak kitapları yazmaya başlamış olmasını duyuyor ve seviniyordum.

Atâî Efendi'nin başından, Günter Kâfir'den sonraki zamanlarda çok maceralar geçti. Sultan Genç Osman'ın, bütün Osmanlı sultanlarının intikam sandalyesine tek başına oturtulur-casına bir merkebe ters bindirilip bacakları şehvetle okşanarak şehir içinde dolaştırıldığı yeniçeri ayaklanmasında istanbul'un pek çok konağı gibi onun evi de kundaklanıp yağmalanmış, mutfaktaki altın ve gümüş avanilerle yemek takımlarını toplayan Giritli bir tersane çıplağı, o sırada beni de alarak Kapalıçar-şı'da mezada konulmak üzere bir sandık gediğine üç tümen karşılığında satmıştı. Bana bir köle olduğumu yeniden hatırlatan bu ucuz alışveriş, köleliğimi unutup sultanlar gibi yaşamaya alışıvermenin bütün acısını çakırttı. Gerçi bir ay sonra istanbul sokakları sakinleşip insaı Jar yavaş yavaş sokağa çıkmaya başladıkları vakitte, Bedesten'de kurulan bir mezatta Hasan-kaleli Ömer Nef'î Efendi tam otuz iki altına satın almıştı beni,

240 um

sırf Efendim Fuzu-lî'nin hatırasına saygı olsun diye. O günkü açık arttırmada beni satın almak istediği halde kesesinde yalnızca otuz altın bulunmasına küfredip duran bir adam daha vardı. Babil altınlarının peşinde olanlardan biri. Müzayede sırasında Ce-miyet'in orada iki adamını gördüğüm halde pey sürmemiş olmaları beni şaşırtmamıştı. Belli ki Nef'î Ömer Efendi'nin beni satın almış olması onlar için yeterliydi. Hatta bu ihtimal ile yeni efendimin BC üyesi olup olmadığını uzun süre sorgulamış, BC hakkında hiçbir şey bilmediğine ancak birkaç ay sonra kanaat getirmiştim. BC bazı zamanlarda beni ele geçirmek değil, emniyette olduğumu bilmek istiyor ve izimi takip ile yetiniyordu. Özellikle şairlerin yanında bulunduğum vakitlerde benim için de BC için de hayat normale dönüyor gibiydi. Belki de yeni sahiplerim olan şairlerin, beyitlerim arasında dolaşırken tesadüfen bulacakları birtakım şifreleri bekliyorlar, yakınlarımda dolaşıyorlar ama asla bana el uzatmıyorlardı. Her yedi yılda bir toplandıklarında da son değerlendirmeleri yapıp şifreleri çözüp çözmemek, yahut çözebilip çözememek konusunda karar alarak strateji belirliyor, ona göre hareket ediyorlardı. Bu stratejilerde dünyadaki savaşların, devletler

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 2 4 1

arasındaki güç dengelerinin ve iktidar savaşlarının büyük payı bulunmaktaydı. Onlar yalnızca şifreleri çözmek veya altınlara ulaşmak değil, aynı zamanda insanlığa hükmetmek de istiyorlardı çünkü.

Benim mezattan çıktığım günlerdi ve Atâî Efendi'den uzun süre haber alamamıştım. Yalnız o ayaklanmada kızının ırzına geçilip halayık yapıldığını, onun da bu derin acıyı beyitlere J yükleyip hep yazmayı düşündüğü beş adet mesnevisiyle gün-

lerini geçirmeye başladığını uzaktan uzağa işitiyordum. Şimdi arada sırada onu gördükçe acıların insanları ne kadar yıprattığını anlayabiliyorum. Bu adam, evlat acısıyla herkesin gözü önünde eriyordu âdeta. Ve ben ona bir geçmiş olsun bile diye-memenin ezikliğini duyuyordum. Ömer Nef 'î Efendi mezattan beni satın aldığında ona ait olduğumu bilseydi mutlaka beni eski efendim ve eski dostumla buluştururdu. Halbuki bütün sahiplerim üzerime, sayfa kenarlarıma, cilt kapaklanma veya satır aralarıma bir şeyler yazarlar, bazen doğan çocuklarının doğum tarihlerini, bazen ödünç alınan paralan, bazen sultan ile görüştükleri günü vs. kaydedip imzalarını koyarlardı da ben onların mahremiyetime müdahale ettiklerini düşünüp öfkelenirdim. Oysa şimdi Atâî Efendi'den, o nezih ve titiz şairden, üzerimde hiçbir hatıranın kalmış olmadığına hayıflanıyordum ve önceleri kimliğime müdahale gibi algıladığım bu hariçten gazellerin bile önemli olduğunu, ileride kimlerle dostluk kurduğumu ispat konusunda yararını göreceğimi ve hatıralarımı ona göre canlı tutacağımı düşünüyordum. Zaman ilerledikçe bu tür hatıralarım çoğalıyor, Efendim Fuzulî'nin öykümü anlatan dizeleri haricinde de bir koleksiyona sahip oluyordum. Öyle ki yazılı belgelerden başka bir de üzerime karpuz suyu dökenlerden, parmak izlerini koyanlardan, mühürlerini basan veya minyatürlerim arasına aykırı bakışlar bırakanlardan bir kafile sayabilirim size. En garibi de "Ebülvefa haziresi yanında Cafer Efendi'den yevmî on akçeye on günlüğüne kiraladım. Saraç

242 l*m

Arif. Fî Ramazan 1011" gibi kira ve temellük kayıtlarının çokluğu idi. Çünkü oruç günleri geldiğinde İstanbul'un kibar aileleri beni ve diğer kopyalarımı çok arar ve her gece birkaç sayfamı okuyarak yorumlar yapar, böylece öykümün sonuna geldiklerinde ev halkının eğitimine pek çok bakımdan katkıda bulunmuş olurlardı. Bu yüzden ben, Efendim Fuzulî'nin söyledikle-rinden etkilenerek büyüyen nesillerin, aşkı tanıyan bir coğrafyada gönül medeniyetini inşa ettiklerini söyleyebilirim.

Şair Nef'î Ömer Efendi'nin iyi bir insan olduğunu söylemiş miydim size?!.. Hele bana hayatımın en heyecan verici anlarından birini yaşattığı günü anlatmazsam kendisine olan şükranımı yerine getirmiş olmam:

Sultan Murat'ın, Hafız Ahmed Paşa'nın yeniçerilerce parçalanıp etinin "Cüzzama ve mafsal ağrılarına iyi geliyor!" diye İstanbul halkına zorla satıldığı isyandan sonraydı galiba. Yahut da Sultan'in bizzat uğruna bestelediği, .........

Yola düşüp giden dilber Musam eğlendi gelmedi • Yoksa yolda yol mu şaştı Musam eğlendi gelmedi

güfteli ünlü yürük semaisiyle bütün İstanbulluların diline pelesenk düşüp herkesin sevgilisi oluveren gözdesi Musa Çele-bi'nin mateminin tutulduğu günlerdeydi. Karamsarlık umuda dönmüş, kederleri sevinç çağı kaplamış ve hükümdarın Kaya Sultan adını verdiği bir kızının dünyaya gelişi nedeniyle şenlikler yapılmaya başlamıştı. Nef'î Efendi o gün Muhasebe Kale-mi'ndeki işini erken bitirip saraya gidecekti. Nereden aklına geldi bilinmez, mezat malı ahşap masanın çekmecesinden beni de aldı. Çok heyecanlıydım. Bininci hicri yılda Hakanı Bey'in çantasında çıktığım saraya kırk yıl sonra yeniden gidecek, yeniden Rukâl'in hatıralarını anımsayarak dilberim için isteyerek ve sevinerek gözyaşı dökecektim.

babıl'de ölüm istanbul'da af ki 2 4 3

Osmanlı ülkesi askerinin, ta kuruluştan itibaren iki temel hayat biçimi vardı: Bezm ve rezm. Bezm, eğlence demekti ve sonucu rezme çıkardı; rezm de savaş demekti, sonucunda bezm kendini gösterirdi. Yüzyıllar ilerledikçe, bir ordu-devlet yapısındaki Osmanlı rezmde gerilerken bezmde ilerlemiş, sa-vaşlardaki mağlubiyetler yahut zaferlerdeki duraklamalar bez-min hızını kesememişti. Bunu en iyi ben biliyordum ve söz ge-limi bir yüzyıl önce Kanun Koyucu'nun çağında adı bile anıla-mayacak eğlence çeşitlerine şimdilerde istanbul halkının hiç yadırgamadan koştuklarını görüyordum. Artık Atmeydanı, Üsküdar gibi merkezi semtlerin meydanlarına kurulan eğlence yerlerinde salıncağa binen hanımlar görmek mümkündü. Dahası, bu hanımları salıncaktan indirirken yardım etme bahanesiyle kucaklayan yeniçeri evbaşları yahut külhanbeyi hamam çıplakları bile türemişti. Hünkarın şiddet yönetimi de olmasa sokakta can, mal ve namus emniyeti kalmamış sayılacaktı. Bu yıllarda istanbul halkının eğlenceye düşkünlüğü arttıkça yeni eğlence biçimleri icad edilmeye başlanmış, hüneri olan herkese bunu gösterme fırsatı verilir olmuştu. Artık mum nakıllar ile esnaf alayları ve hokkabazlar, cambazlar, yerini daha farklı eğlencelere bırakmaya başlamıştı.

Üsküdar'da okunan ikindi ezanları Sarayburnu'ndaki hünkar meclisinin sazendelerini duraksattığı sırada işte yine saraylılar, yeni bir eğlence biçimini seyre hazırlanıyordu. Lagarî Hasan Efendi elli okka barut macunundan icad ettiği yedi kollu bir fişeği bedenine sarmış ve yardımcıları da ateşlemek üzereydi. "Padişahım, seni Allah'a ısmarladım! Isa peygamber ile konuşmaya gidiyorum." diye bir de şaka yaptı hünkara ve ateşlenen fişeklerle birlikte göklere doğru yükselmeye başladı. Orada bulunanlar çığlık çığlığa birbirlerine sarıldılar. Kimisi sevinç, kimisi ürperti, kimisi korku ile bağrışıyorlardı. O güne kadar dünyanın hiçbir yerinde ne duyulmuş, ne de görülmüştü böyle bir uzay yolculuğu. Aferin okuyanlar yanında bunun Allah'a

244

isyan olduğunu ve başlarına taş yağacağını söyleyen bir kara cehalet de vardı mecliste. Orada Lagarî Hasan için tek üzülen ve belki de tek sevinen kişi, BC'nin uzay araştırmaları tabletle-rindeki bilgiler doğrultusunda galaksiler arası yolculuğun bile ileride başarılabileceğini bilen bendim. Üzülüyordum, çünkü bir yıl evvel Vatikan rahiplerinin, yazdığı gökbilim kitaplarından dolayı Galileo adlı bir bilgini engizisyon kararıyla cezalandırdıklarını ve kitaplarını da yaktıklarını İstanbul'da pek çok kişi duymuş ve hatta kilise adına cinayet işlenmesini ayıplamışlardı, ama yine de istanbul sokaklarında Kadızadeli-ler takımından olup islam dinini bağnazlıkla yorumlayan cahiller yok değildi. Seviniyordum, çünkü Lagarî bunu yalnızca bir eğlence gibi gösteriyor; ama gece sabahlara kadar uzay bilimleriyle uğraşıp duruyor, çok gecelerini Takiyyüddin'in kurduğu rasathane kuyularından birinde, kimsenin haberi olmaksızın gök cisimlerini izlemeye çalışarak geçiriyordu, içimden "Ah, neden müsbet bilimle uğraşan insanlar gibi Lagarî Hasan da şiire uzak duruyor!.." diye hayıflanıyordum. Eğer o bir parça şiir sevseydi, elbette beni de sever ve»okurdu. O zaman belki de Efendim Fuzulî'nin sayfalarıma serpiştirdiği sırları çözer ve uzay araştırmalarında gelmek istediği yere ulaşan bilge Akel-dan'ın tabletlerini okuyup yoluna devam ederdi.

Herkes onun gökyüzünde parçalanacağını beklerken ben hiç de böyle bir korku duymadım. Barutu bitinceye kadar yükseldikten sonra kollarına bağlı kartal kanatlarını açıp yavaş yavaş Sinan Paşa köşkü önünde denize inen Lagarî biraz sonra üstü başı ıslanmış halde padişahın huzuna gelip,

"Hünkarım Isa Peygamberin zat-ı devletlerine selamı var!" dedi. Murat, yazık ki ona sadece bir kese altın ihsan edip sipahi ocağına nefer yazdırdı. O anda dile gelebilseydim söyleyeceğim ilk cümle herhalde, "Hünkarım! Bu adamın çalışmalarını geliştirmek üzere bir akademi kurdurtmanız vaciptir! Bu adam benim kaderimi taşıyor ve bir kese altına- satmayın onu, başkalarına

babil'de ölüm istanbul'da ajkİ245

çaldıracaksınız!" demek olurdu. Ama Takiyyüddin'in rasathane kalıntısını ecinnili diye yıktırmak isteyen bir hükümdar ile; bunun için danıştığında "Tiz yıkıla!" diye fetva veren şair Şeyhülislam Yahya Efendi'den acaba böyle bir teklife nasıl bir cevap alınırdı. Ne din adamı, ne de devlet adamının derdi değildi çünkü uzun zamandır bilim. Hıristiyan dünya, laboratuvarlar, atölyeler, mühendishaneler, okullar kurarken, burada medrese kendini yiyip bitirmekte, kuru çekişmelerin ve kara kaplı kitabı tekeline almanın o eskiden de eski kavgasını vermekteydi. Cami kürsüleri Kadızadeliler ile tarikat adamlarının karşılıklı yobazlık tartışmalarına alet ediliyor, Sultan Murat, Halvetiler ile Mevlevilere "tahta tapanlar, düdük çalanlar" diyerek onlarla alay eden Kadızade Mehmed Efendi'nin görüşleri doğrultusunda afyon yasağı, tütün yasağı gibi teferruatla ilgileniyordu. Bilimsel tartışma yerine hakareti yeğleyen âlimler ve mutasavvıflar da hemen daima birbirleriyle boğuşup duruyorlardı. Yine de bu coğrafyada şiir her yerdeydi ve Lagarî için hemen o anda tarih düşüren şairler de vardı. Ve yazdıklarını hünkara beğendirmek için yarışan şairler de...

Aynı akşam karanlık bastırıp da sokağa çıkma yasağı başladığı sıralarda Ömer Nef'î Efendi, tam Bab-ı Hümayun'dan çıkmak üzere iken aklına bir muziplik gelip Sülün Muslu ile Bekri Mustafa'ya bir dörtlük göndermek istedi ve beklemeye başladı. Saraydan ayrılırken ona laf çarptırıp cevabını alanlar arasında eski sahibim Atâî Efendi, hattat ve hilye yazarı Cevrî Çelebi, Şeyhülislam Yahya ve sabık Şeyhülislam Bahaî Efendiler, Leylek lakabıyla tanınan kıssahan Tıflî Çelebi, tezkire yazarı Riyazî, müneccim Mehmed Çelebi, hanende Derviş Ömer Efendi, bir yıl sonra kollarına dolayacağı kanatlarla Galata kulesinden kendini boşluğa bırakıp Üsküdar Doğancılar'a inerek sultandan iltifat beklerken Cezayir'e sürülecek olan Hezarfen Ahmed Çelebi ve ünlü Cerrahi şeyhi ibrahim Efendi ilk anda göze çarpan kişilerdi. Sarayın son kapısı sayılan Bab-ı Hümayun'dan,

246 um

en son Üsküdarlı şeyh Aziz Mahmud Hüdaî Efendi ile ünlü ayyaş Bekri Mustafa'nın yakın arkadaşı, meczup Yetmiş Kuruş Dede çıktılar ve Nef'î Efendi Sülün Muslu'nun o gece sarayda konuk edileceğini öğrendi. Ertesi sabah cesedinin Sarayburnu'ndan bir çuvala konularak balıklara yem edildiği haberi istanbul sokaklarında dalga dalga yayıldığında ise Sülün Muslu'nun, acaba nasıl bir hata yahut saygısızlık yaparak ölüme çarptırıldığına dair derin düşüncelere daldı. İçine anlamını pek kestimediği bir ürperti girmişti. O gün sultana okuduğu kaside aklına geldi. Sultan Mu-rad'ın geçen baharda Beşiktaş Sarayı'nda Siham-ı Kaza'yı okurken yanıbaşına düşen yıldırımla birlikte yergi ve küfürlü şiirleri uğursuz saymaya başlamasından bu yana hiciv yazmamaya söz vermişti ama dün okuduğu kasidede dilini tutamayıp sadrazam Bayram Paşa'yı yine yerden yere vurmuştu. Üstelik şimdi bu hiciv bütün devlet adamlarının dilindeydi.

Nef'î Efendi bütün hayatı boyunca gözünü budaktan, dilini dudaktan sakınmayarak yaşamıştı, istanbul halkı, en küçüğünden en büyüğüne kadar onun dilinden pek kurtu-lamıyordu. Nerede ters giden bif*uygulama, nerede uygunsuz harekette bulunan bir adam var ise onun hicivleriyle dillere düşer, dillere düşünce de halk içine çıkamaz olurdu. Aslında o şairlerin hicivdeki yüz akıydı ve yazdıkları da "Osmanlı devletinde eleştiri yasaktır!" diyenlere kısmen bir cevap sayılırdı. Siham-ı Kaza adlı kitabı baştan sona yergilerle doluydu. Bu kitabın sayfalarında yer alan isimlere bakılınca Murat çağının önde gelen adamlarının, devletlü olsun, halktan yahut sanatçılardan olsun, bir geçit resmi yaptıkları sanılabilirdi. Kendisine kızıp "A boşboğaz köpek!" diyen Ta-hir Efendi'ye verdiği,

Bize Tahir Efendi kelp demiş iltifatı bu sözde zahirdir Maliki mezhebim benim zira l'tikadımca kelp tabirdir

•¦!

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 2 4 7

cevabı milletin hafızasına o kadar yerleşti ki artık insanlar birbirlerine küfrederken köpek diyemez oldular. Ünlü şeyhülislam şair Yahya Efendi'nin onun hakkında düzenlediği şu kıt'a güya onu över sözler gibi, şiir meclislerinde birkaç günler okunup sanki toplu intikam alınırcasına gülündüydü:

Şimdi hayli sühanverân içre

Neft mânendi var mı bir şair

Sözleri Seb'a-i Muallaka'dır *

İmreü'l-Kayskendidür kâfir

"Şimdiki söz ustaları içinde Nef'î gibi bir şair daha yoktur. Çünkü onun sözleri Yedi Askı şiirleri gibidir ve kendisi de İmrülkays sayılır."

Gerçekten de ilk bakışta çok masum bir övgü gibi görünen bu dörtlüğün altında gizli bir yergi vardı. Bir defa bu sözler bir müftünün ağzından çıkmıştı. Eh, bir müftü de birisine "Kâfir!" derse istediği kadar över görünsün, bu söz o kişinin dinden çıktığını gösterir. Üstelik onun sözlerini de Yedi Askı şiirlerine benzetiyordu ki bu şiirler cahiliye devrinde söylendiği için birer küfür sözü sayılırdı. Nef'î Efendi buna bir kıtayla cevap verince bu sefer herkes Şeyhülislam Yahya'nın ardından gülmeye başladı. Cevap şu idi:

Bana kâfir demiş müftü efendi Tutalım ben diyem ona müselman Vardıkta yarın rıız-ı cezaya İkimiz de çıkarız onda yalan

Burada Nef'î Efendi, Şeyhülislam Yahya'ya önce "Müftü efendi, bize kâfir demişsiniz, ama elbette siz Müslümansınız!" diyorsa da kıyamet gününde her ikisinin de bu sözlerinde yalancı çıkacaklarını öne sürüyordu ki müthiş bir nükte idi.

248U..M

Nef î Efendi, Muhasebe Kalemi'ndeki işini erken bitirip beni de yanına alarak saraya gittiğimizin ertesi günü kuşluk vaktinde istanbul'u örten karın soğuğunu eleyen mangalın önünde derin bir sohbette idik. Bir gece evvel cariyelerden birine içini dökmek, dizinde uyumak isteyince kız onun yaşlılığını yüzüne vurup yüz vermemiş ve o da kızıp Bekri Mustafa hatırına birkaç kadeh yuvarlamıştı. Bu sabah baş ağrısıyla uyandığında, belki de mahmurluğundan kurtulmak için, benim dizelerim arasında teselli aramış, Efendim Fuzulî'nin lirik üslubuyla anlattığı öykümde benim Kabe'ye götürülüş maceramı okumaya başlamış ve hiç aklında yok iken içinde Kabe'ye karşı bir hasret ve özlem uyanmıştı. Zihninden, ömrünün sövgülerle geçtiğine hayıflanıyor, belki de tevbe için Kabe'ye yüz sürmeye niyetlenmesinin iyi olacağını düşünüyordu. Bu duygularla bir müddet beyitlerimi okudu durdu. Hele benim Kabe eşiğine başımı koyup da ettiğim duayı dillendiren gazeli terennüm ederken gözyaşlarına ve hıçkırıklara boğulması beni pek etkilemişti. O, kulluk aşkıyla kendi hatalarından pişman, bense eski günleri hatırlayarak perişan, karşılıklı söyleştik:

Ya Rab bela-yı aşk ile kıl âşinâ beni Bir dem bela-yı aşktan etme cüda beni

Ben Kabe eşiğinde aşkın belasını istediğim için hâlâ Leylâ'nın ayrılık belası içinde idim. O kutsal mekanda edilen bu samimi dua elbette kabul olacaktı ve şimdi bu adama da bir bela gelmesi yakınlaşmış gibiydi. Çünkü terennümünde çok samimi idi ve istediğini ta yürekten istiyordu. Bir çeyrek kadar sonra avlu kapısının tokmağı hızla çarpmaya ve kapı yumruklanmaya başladığında olacaklardan ben bile ürkmüştüm. Evde bir telaş, her yandan çığlıklar, ortalık birbirine girdi. Bu gelişin hayra yorulmayacağım herkes anlamış gibiydi. Sadrazam Bayram Paşa'nın adamları zorla içeri girip onu sille tokat hırpalayarak ve ağız dolusu küfürler ederek götürdüklerinde, tıpkı hane halkı, hizmetkârlar ve o gece gururunu inciten cariye gibi

babil'de Ölüm istanbul'da a ş k j 2 4 9

ben de artık bu sert görünüşlü ihtiyar çehreyi bir daha göremeyeceğimi anlayıp ağlamıştım. Sarayın odunluğunda Bayram Paşa'nın emriyle cellat Arap Osman tarafından boğulup cesedinin Sarayburnu'ndan denize atıldığını İstanbul zariflerinin ağızlarında dolaşan,

Gökten nazire indi Sihâm-ı Kaza'sına Neft diliyle uğradı Hakk'ın belasına

beytini duyduktan sonra öğrenmiştim. Hatırlıyorum, İstanbul halkından ona hayır dua edenler, beddua edenlerden çok olmuştu. Onun hiciv merakının derecesini göstermek için olsa gerek sonradan halk arasında bir söylence dolaşmıştı. Güya Nef'î Efendi ölüme giderken haremağası ona, "istersen senin için sultana bir arzuhal yazayım da kelleni kurtaralım!" demiş. Elleri bağlı Nef'î ne desin, razı olmuş. Zenci haremağası bir kâğıt alıp kamış kalemini hokkaya bandırmış. Birkaç satır sonra kalemin ucundan bir damla mürekkep, yazılan kısmın üzerine düşüp yazıyı bozunca Nef'î yine kendini tutamayıp, "Efendim, mübarek teriniz damladı!" yollu şaka yapınca güya haremağası, "Var a köpek, sen gebermeyi hak etmişsin!" diyesiymiş.

Nef'î Efendi beni nadiren dışarılara götürdü. Baharın kokusunu ve çiçeklerin rengini sakladı sanki benden, üstelik Leylâ'mı aramak için hiç fırsat vermedi bana. Ancak onun Efendim Fuzulî'ye olan hürmeti, hatta bazı şiirlerini fazla duygusal bulsa da, kendisini sevmem için yeterdi. Saraya gittiğim gün yaşadığım heyecan ve Rukâl'e ait hatıraların yeniden canlanışı bile onu hayırla anmama yeterdi. Bir de son sayfamın üzerine yazdığı şu rubai ile hatırlayacağım onu, Bayram Paşa'nın adamları bahçe kapısının tokmağını hızla vurmaya başladıklarında birden gönlüne doğmuş ve dilinden değil yüreğinden dökülmüştü:

Ey dil hele âlemde bir âdem yoğ imiş Var ise de ehl-i dile mahrem yoğ imiş Gam çekme hakikatte eğer arif isen Farz eyle ki el'an yine âlem yoğ imiş

Bu kıta şöyle demekti ve tam da onu özetliyordu:

"Ey gönül! Hele şu dünyada adam gibi bir adam yokmuş. Var ise de gönülden anlayan bir sırdaş bulunmuyormuş. Eğer bilge isen, şu dünya için asla gam çekme ve tut ki dünya diye bir şey de zaten yok imiş."

Yıkanlar hatır-ı nâsadtmı yâ Rab şâd olsun Benimçin nSmurâd olsun diyenler bermurâd olsun

Nailî

Tanrım! Şad olmayan gönlümü yıkanlar varsın şad olsunlar. Benim için "Muradına ermesin" diyenler de muratlarına ersinler!

XXII

Bu Evliya Çelebi İle Dünyayı Gezdiğim ve Silistre Kalesinde Canımdan Bezdiğimdir

Ben, KaysL. Efendim Fuzulî'nin muhteşem kölesi, içinde bilginlerin ve Babil tanrılarının sırrını taşıyan âşık... Nef î Efendi ile geçen zamanlarda BC'yi unutmuş olmanın huzuruna tam alışmışken onu saray odunluğunda boğup tıpkı Rukâl gibi Boğaz'ın Marmara'ya akan suİarına bıraktılar, istanbul'dan ayrıldığımda her ikisinin de denize düşürüldükleri yerde, Kız-kulesi'ni kerteriz alan bir mendirek inşa ediliyordu. Teşrinlerin kocakarı soğuklarını beslediği şu ayaz günlerde, Tuna'nın Eflak sahilindeki buzlan arasında donup kalmış kadırgamızı ve tabii ki beni ele geçirmeye çalışan bir alay hazine avcısının ateş püskürten oklarını savuşturmaya çalışmaktan yorgun ve çaresiz düştük. Aradan kaç kere yedi yıl geçti, BC kaç kere benimle ilgili yeni kararlar aldı bilmiyorum. Yollara düşeli karların kaçıncı yağışını, menekşelerin kaçıncı açışını seyrettiğimi de unuttum.

252

Zıllıoğlu Evliya Çelebi'nin terkisinde zamanı elediğim şu günlerde istanbul'un eskimiş olduğunu ve tanıdıklardan pek çoğunun son gidilecek yere de gitmiş olduklarını düşünüyorum. Hüzün, bütün varlığıyla içimde...

Evliya'mın her yere götürdüğü küçük sandığında, elyazması birkaç mesnevi, Türkçe, Yunanca ve Arapça tarih kitapları, haritalar, âherlenmiş kâğıtlar, kalem yontulmak üzere bekleyen kamışlar, kırtas, makta, falçata, mürekkep ve yazı kurutmada kullanılan inceltilmiş kumlarla dolu kavanozlarla kâh altta kâh üstte, kâh deve sırtında, kâh katır ve at terkisinde ülkeler dolaşıyoruz. Nef'î Efendi'nin boğdurulmasından sonra konağını arayan yeniçeri ağası, beni ve birkaç kıymetli kitabı hane halkından zorla alarak Sultan Murad'm kızı Kaya Sultan'a hediye etmiş, o da kocası Melek Ahmed Paşa'ya sunup gönlünü almak istemiş, paşa, "Daha evvel bu öyküyü okudum!" deyince de ben, o sırada yanlarında bulunan Evliya Çelebi'nin cüz kesesine girivermiştim. Ömrümün en bahtiyar gezintilerine hemen o gün başladım diyebilirim. Günler ayları, aylar yılları, yıllar ömürleri elerken kâh Mezopotamya'nın serin yamaçlarında, hani o özge vatanımda, kara saçlı, kara gözlü çöl kızının, artık kerpiçleri bile dağılan yurdunda, Leylâ'mın ocağında konakladım; kâh kıyısında doğduğum Dicle'ye gözyaşlarımı katıştırarak uzak hatıralara ağladım. Çocukluk aşkımın âşinâ bakışlarını arayarak yılları geriye sayıp durduğum Dicle sahillerinde onun dudaklarına dokunmak üzere olduğum mutlu günü özlerken birden yollara düştüğümü ve bu sefer Rukâl'in babasının zangoçluk yaptığı kiliseyi görüp ceviz ağacının kovuğunda geçirdiğimiz geceye lanet okuduğumu, yolculuk boyunca onun tam da kendisine benzeyeceğini hayal edip durduğum beşinci göbekten akrabalarını aradığımda ise kendimi üçyüz yıl uyuduktan sonra şehre alışverişe giden Sazenuş gibi hissettiğimi itiraf etmeliyim. Evliya'nın kucağında, Melek Ahmed Paşa'nın öncü müfrezesiyle birlikte ordu adma incelemelerde bulunmak

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 2 5 3

üzere Musul'a, Mezopotamya topraklarına, Babil'in ve Kelda-niler'in ayak izlerine basarak Dicle'nin serin yamaçlarına yolculuklar yaptım. Nabukadnazar'ın ihtişamlı saraylarından ve Babilli bilge rahiplerin uzay araştırmalarını yazdıkları tabletlerin bulunduğu harap Iştar tapınağının kalıntıları üzerinden geçti hatıralarım ve daha dünmüş gibi geldi bana bütün olup bitenler ve uzayda yolculukların yapılacağı zamanları hesaplayan yedi bilim adamının araştırma laboratuarları ile BUAM'ı hayal etmeye çalıştım, hatta o kutlu bilginlerin yüzlerini görür gibi oldum etrafımda. Bilge Akeldan'ın düzenlediği kapı şifrelerini içeren kartuşlar ile atımın ayaklan arasında yalnızca bir karışlık toprak tabakası olduğunu bilmemin bana dayanılmaz bir acı verdiğini de söylemeliyim. Bu kartuşlara güneş ışığından bir enerji sağlayan gizemli kayayı da gördüm hatta. Aradan geçen yüzyıllar boyunca iyiden iyiye kınalanmış, kabuk bağlamıştı ama yine de yer yer ışıl ışıl parladığı görülüyordu. O gün,

254 I um

BC'nin üstadlarında bulunan Siruş başlıklı hançer benim elimde olsaydı da üzerine kazınmış olan şifre harfleri bilseydim, derhal Efendim Fuzulî'nin beyitlerim arasına serpiştirdiği rakamlarla çakıştırır, ya Evliya Çelebi'ye yahut müfrezemizin kumandanı Melek Ahmed Paşa'ya tabletlerin ve altın ilah heykellerinin yerini buldurmak isterdim. Yazık ki Babil topraklarında çok eğleşmedik. Babil tapınağının artık aslanlara ve çakallara yuva olan harabeleri gerilerde kaldığında, o topraklarda oynayarak büyüyen Leylâ'ma vuslat şansımı tamamen yitirdiğimi düşünmeden edemedim. Eğer bulabilseydim onun mezarı toprağında açan çiçekleri koklamak, çevresinde biten otlarla söyleşmek, belki onların yerinde olmayı teklif etmek; ve eğer orada hayat devam ediyorsa ve Leylâ'mın yurdunda bir tek bile insan var ise, belki aynı soydandır, genlerinde aynı aşkı taşıyor-dur diye ellerini öpmek isterdim hiç şüphesiz, içim içime sığmayan bir yolculuk serüveniydi, aşkı arıyordum, aşkımı arıyordum. Yıpranmış bünyeme böylesi bir gençlik heyecanı fazla gelse de, beni çilek iken dalımdan koparan güzelin o vakit öpe-mediğim dudaklarının, belki savrulmaya başlayan toprağını ve tozunu öpebilmek istiyordum. Sanki ben bir yeniçeriydim ve bütün o coğrafya kendi yurdum, devşirildiğim uzak ülkem idi. Bütün yolculuk boyunca hep böyle düşündüm ve kendimi inandırdım, ama ne anamı, ne kardeşlerimi kucaklayabildim, ne de yurdumun serin yamaçlarına uzanıp ağlayabildim. Leylâ'mın her zaman benimle olan hayalinden başka birine rastlayamadım. Şimdi düşünüyorum da, Evliya'nın romantik dünya-sıydı belki de beni yeniden o heyecana sürükleyen. Çünkü Evliya ile birlikte yaşamak, dağda bayırda bile olsa başlıbaşma bir saadettir.

Evliya, Ahmed Yesevî neslinden Derviş Mehmed Zıllî'nin oğluydu. Aslen Germiyanlı olsa da katıksız bir istanbul çocuğuydu. Ona herkes Çelebi diyordu. Gerçekten de bir çelebide bulunabilecek bütün özellikler, centilmenlik, şiir bilgisi, okur-yazarlık,

babil'de ölüm istanbul'da a 5 k I 2 5 5

nezaket, iyi kalplilik, dürüstlük, ataklık ve kahramanlık, her şey vardı. 19 yaşlarındayken canı kadar sevdiği istanbul'u adım adım dolaşmaya ve gördüklerine ibret ve dikkat nazarıyla bakmaya başladığını sık sık söylemesinden biliyorum. Bu dönemde mekan duygusu ve gözlem yeteneği o kadar gelişmiş ki her yeri gezmek, görmek istemiş. Sekiz yıl kadar evvelmiş, Ağustos sıcaklarına rastlayan ramazanın Kadir gecesinde bir rüya görmüş. Rüyasında Haliç'te, Yemiş iskelesi yakınındaki Ahî Çelebi Camii'nde mübarek bir zatın arkasında ve kutlu bir cemaat içinde namaz kılıyormuş. Namazdan sonra o zatın Haz-ret-i Peygamber, yanındakilerin de dört büyük halife ile As-hab'dan insanlar olduğu kendisine bildirilmiş. Çelebi derhal Peygamberimiz'in elini öpmek arzusuyla yerinden fırlayıp önünde diz çökmüş ama heyecandan dili dolaşınca "Şefaat ya Rasulallâh!" diyeceği yerde ağzından "Seyahat ya Rasulallâh!" kelimeleri dökülüvermiş. Hazret-i Peygamber de onu seyahat ile müjdelemiş. Yanlarında bulunan Sa'd b. Vakkas da "gördüklerini yazması"nı tembih etmiş Evliya'ma. Bu rüyayı şimdi gemimizi ablukaya alan serserilerden kurtulabilirse sekizinci ciltini yazmaya başlayacağı Seyahatname kitabının birinci bölümünde bütün ayrıntıları ve yorumuyla birlikte anlattığını biliyorum.

Osmanlı coğrafyasının her yanını, hatta sınır ötesi kentleri karış karış dolaşmak niyeti Çelebi'nin. Delilik bu yaptığı. Kimi zaman han odalarında destanlar dinliyor, kimi zaman da çarşıların kalabalığına karışıp değişik diller konuşan insanlarla tanışıyor. Kaç defasında zengin konaklarına misafir olduğuna; yahut dağ başlarında, terk edilmiş kalelerde bir ateşin etrafına toplanmış başıbozuklarla dertleştiğine ben tanığım. Liman kentlerinde konaklamayı, yıkık surları adımlarıyla ölçmeyi ve kitabına öylece yazmayı çok sever o. Yeri gelir bin bir çeşit nesneyi elleriyle tartar, yeri gelir kervanlara katılıp hayallerinin ötesine yürür. Anadolu, Balkanlar, Karadeniz, Güney Rusya,

W

ŞİŞ

256!um

Kafkaslar, Rukâl'imin ülkesi Mekril, Çeçen ve Kürt yurtları, Mezopotamya, İran ve daha nice diyarlar, iller, beldeler, coğrafyalar onun sabırla ve severek dolaştığı yerler arasında. Her milletten bilgi verdiği kitabını kâğıt parçalarına yazarak biriktirir, sonra onları birbirine ciltler halinde diker, yapıştırır ve satır aralarına yorumlarını katar. Pek çok diyarın insanlarına, sosyal hayatlarına, kültürlerine ait menkıbeler anlatır. Buralarda yaşamış çağlar öncesinin kralları, sultanları sanki onun arkadaşlarıdırlar; onların öykülerini dillendirip kendisini dinleyenlere kıssadan hisse verir.

Ben, Hz. isa'dan sonra Roma Hıristiyanları arasında uzun müddet tartışılan teslis inancından sonra keşişlerin ortaya çıkış serüvenleri ve ruhban sınıfının oluşmasıyla devlet din ilişkilerinin nasıl iç içe geçerek halkı etkilediğini, Roma devletine tabi memleketlerde insanların mezhep kavgaları yüzünden bilim veya esnaflıkla uğraşmak yerine dağlara çekilip münzevi hayatlar yaşamalarının nedenlerini, hatta insan olma vasıflarını bir yana bırakıp vahşi hayvanlar derecesinde bir hayat sürmeye başlayarak giyinmeyi bile nefsin emrine girmekle tefsir edip çırılçıplak dağlarda, derelerde, tenha yerlerde yaşamayı neden tercih ettiklerini, nefsini aşağılamakla ünlü olmuş bu münzevi keşişler içerisinde adı ölümsüzleşen Tepeli Siemon'un Suriye'de çobanlık yapan onüç yaşlarında bir çocuk iken manastıra kapanıp melankoli geçiresiye kadar ibadet ettikten sonra Antakya'ya yakın bir dağ ağılında kendini zincirle bağlayarak vaz, kış demeden tam otuz yıl, günde 2222 kez eğilip doğrularak ibadet ettiğini, bu derece dindar olduktan sonra kendisine Hindistan'dan Frengistan'a her yerden pek çok ziyaretçi gelip karşısında secdeye kapandıklarını, Iran ve Arap kralları ile Rum hükümdarı Theodos'un bile kendisine gelip hürmet ve ikramda bulunduklarını, ölümü üzerine de Antakya patriği, şark valisi, altı ünlü metropolit, yirmi hâkim ve altı bin askerin na'şını dağdan merasimle indirip din düşmanlarının mağlubiyetine

babil'de ölüm istanbul'da a ş k i 2 5 7

vesile olur diye uzun süre sakladıklarını hep ondan öğrendim. Dünyanın ne kadar ilgi çeken malumatı varsa Evliya bunları Şeyahatnâme'sine yazar ve okuyanları hayretten hayrete düşürür. Mesela Budizm'in kurucusu olan Buddha'nın Buddha Çak-ya adlı bir Hind kabile reisinin kısır hanımı Maya'dan yıllar yılı Allah'a yakarışlar sonucunda nasıl doğduğunu, o sırada Hima-laya'dan gelen bir münzevînin bu çocuğu görünce, ileride çok büyük bir din bilgini olacağmı söylemesi üzerine babasının bu haberden hoşlanmayarak Brahma meclisini toplayıp şehzadeyi tahta hazırlamaları için vezirlerine emirler verdiğini, ancak hayatın acı yönlerinin ondan gizlenmesine, özel köşklerde büyütülmesine ve zevk ü safa içinde yaşatılmasına rağmen sonunda bir cenaze alayını gördüğü vakit gençliğin, sıhhatin ve hayatın geçici olduğunu anlayarak hayatın sırrını çözmek ve içini dünya kaygılarından temizlemek üzere sarayını terk edip inzivaya çekilişini takip eden yedi yıl boyunca Himalaya'da çetin bir çile dönemi yaşadığını, bunun için ona Çakya-muni (yalnız adam) denilmeye başlandığını ve bir ağaç üstünde iki buçuk ay bağdaş kurmuş vaziyette nirvana hâlinde kaldığını, nihayet 36 yaşlarında, Ganj nehri kenarında bir gece dolunaya bakarak yine murakabeye girmiş iken kalp perdelerinin nasıl açılıp aydınlandığını ve aradığı sırra nasıl erip Budizm öğretilerini geliştirdiğini; islam mistisizmindeki ibrahim Edhem ile benzeşen bu hayatın dünyayı nasıl etkilediğini en güzel o anlatır. Hele bir Melek Ahmed Paşa'nın Bitlis hanı Abdal Han'ı mağlub ettiği vakit, Han'ın hazinesinden sandık sandık eşyalar yanında 8 büyük sandık da elyazması kitaplar çıktığını anlatışı vardır; sayfalar uzasa, satırlar bitmese dersiniz okurken. Kadızadelilerden riyakâr, ahlâksız ve dedikoducu bir herifin mezad-ı sultanîden 1600 kuruşa aldığı Firdevsî'nin ünlü Şehname'sinin sihir derecesinde güzel minyatürlerindeki insan tasvirlerinin gözlerini çıkarır gibi belindeki köylü bıçağıyla kazıyıp oyarak her yaprağı nasıl delik deşik ettiğini ve Melek Ahmed Paşa'nın bu bağnazlığa karşı adamı taşlattığını; Karadeniz kasabalarından birinde,

25 8

misafir olan beylere, kışlık odun diye ıslak bir kütüğü kırk kerre nasıl sattıklarını, Malatya'da hanımların her yıl elmalar henüz dalında büyümekte iken kâğıtlara yazdıkları beyitleri makasla kesip balmumu ile elmaların üzerine yapıştırdıklarını ve daha sonra topladıklarında elmaların üzerlerinde Allah vergisi gibi şiirler okunduğunu, Nasrettin Hoca'nın Timur ile hamamda geçen peştemal öyküsünü, Uludağ'da şifalı kar'kurtları ile istanbul'a getirilen karların yazın şerbetlere konulmak üzere nasıl kar kuyularında saklandığını, Edirne darüşşifasında akıl hastalarının nasıl tedavi edildiklerini, paşaların nasıl güreş tuttuklarını ve ok yarışlarının nasıl yapıldığını, Domaniç ornıan-larındaki servilerden ok çıvgınlarının nasıl kesildiğini, Bolu'da eski çamların nasıl boduç ve bardak olduğunu, Kıbrıs taşından yapılan giysilerin yakılarak nasıl temizlendiğini, Divriği kedilerinin ve Erdebil farelerinin nasıl birbirlerini avladıklarını, Viya-na'da akıllara durgunluk veren beyin ameliyatının safhalarını, Çanakkale Boğazı'nda top şenliklerinin nasıl yapıldığını hep onunla beraber gezerken öğrenmiştim. Şimdi ona sarılmış bekliyordum ve dışarıdan kadırgamıza yağdırılan ateşli okları savuşturmakla meşgul kırk küsur adamın koşuşturması arasında hazin dakikalar yaşıyorduk. Kalbini okuyabiliyordum; bir yandan kaçıp hayatını kurtarmak istiyor, diğer yandan bütün ömrünü bağladığı sandığını taşıyamayacağı için gözleri dola geliyordu. Gezi notlarını tomar tomar eyleyip kuşağına, serpuşuna ve donunun içine saklamaya çalışırken gözleri bir vakitler benim de aralarında bulunduğum kitaplara kayıyor, bir an gitmekle kalmak arasında tereddüt geçiriyor, esir olmakla kitapları gözden çıkarmak arasında bir tercih yapamıyor, sonra gemi ateş alırsa buzların üzerinden kayarak kaçmayı planlayarak yine çarığına iki tahta parçası bağlamaya çalışıyordu. Başlarına bu eşkiya belasının benim yüzümden geldiğini bilse beni onlara teslim eder miydi, diye tereddüt içindeydim. Çünkü o beni sevmiş, Efendim Fuzulî'yi hayırla anmış ve at sırtında, gece konaklarında, kervansaraylarda ve ordugâhlarda, yazda ve kışta,

babll'de ölüm istanbul'da askİ259

gecede ve gündüzde bunca yıl beni yanından ayırmamıştı. Ru-kâl'in kanıyla bağrıma işlediği gelincik yaprakları arasında onun da sıcak nefesinin hatıraları vardı artık. Az evvel, bağrım-daki gelinciği öpen altıncı dudağın sahibi olmuştu ve kara gözlü Leylâ'mın kömür isiyle dokunduğu alnımda bunca kişinin hatırası birbiriyle buluşmuştu ve bunca dudak izi üst üste dosyalanmış, bunca yürek çarpışı aynı ritmi yakalamıştı, işte ben o dehşet anında, bir yandan da bunları düşünüyordum.

Güverteden gelen seslerin korkunç gürültüsüne kadırgamızın ateş alan grandi direğinin gümbürtüyle devrilişi eklendiğinde geminin buza oturan gövdesi oynamış, hatta bizim bulunduğumuz sintineye su sızmaya başlamıştı. Çelebi'm son kez olarak beni eline alıp bir fal bakmak istedi ve rastgele açtığı sayfamın ilk beytine gözünü dikti. Amacı bu beyitte Efendim Fuzulî'nin söylediğini yapmaktı. Kadırganın bahçeliğine açılan kamara kaportasına yönelmeden evvel okudu:

Can u ciğerinde kalmadı tâb Terk ettifülk-i od niteki âb

Hayretler içindeydi. Çünkü beyit tam da onun istediği fala cevap vermiş, "Canında ve yüreğinde takat kalmayınca, su gibi hızla akarak ateşten gemiyi terk etti." demişti.

Çelebi'min arkasından ağladım. Beni de diğer kitapların arasına koyup sudan etkilenmeyelim diye muşambalara ve balmumlarına sararak gizlediği sandığın kapağını örttüğünde yüreğinin acısı yüzüne vurmuş gibiydi. En azından kadırgamız tamamen yanınca sandığın suda bir müddet daha yüzebileceğini düşünüyor ve aşağılarda bir yerde, ırmağın buz tutmayan kısımlarından birinde tekrar bizi bulabileceğini umarak soğuk sulara dalıyordu, önce boğulacağından, eğer kurtulursa zatür-re olmasından korkup onun için dua bile ettim. Bir de kadırganın benim yüzümden yandığını bilseydi...

Sarılıp sarmalanmış, kaderimi beklerken Efendim Fuzulî'nin öyküsündeki ceylana benzediğimi düşündüm. Ayağını

260

tuzağa kaptırmış, avcının gelmesini bekleyen ceylana. Ateş ile su arasında sıkışıp kalan kadırgamızın buz kesen sintinesinde sıcak güneşleri ve doğduğum kerpiç evleri özlediğimden mi nedir, keşke Babil diyarına yaptığımız seyahatimizde "Nabu-kadnazar'ın Iştar Tapmağını ve Keldanileri Çelebi'min kulağına fısıldayabilmiş olsaydım!" diye tekrar hayıflanıyorum. Benim iyi kalpli Çelebi'm, şimdi dışarıda ya soğuktan ya Babil altınlarının peşinde gezen hırsızlarının eşkıyalıklarından ölecek olursa, hikâyemi hiç kimse bir daha yazamayacak. O halde belki ben de Leylâ'nın ve Rukâl'in aşkını Tuna'mn sularına katıştır-malıyım. Buradan akıp denizlere ulaşsın, sonra bulut olsun, sonra yağsın bütün insanların üzerine ve aşkı öğrensin bütün cihan, aşkımı öğrensin. Bu benim, "Ah keşke konuşabilsem de otururken, at sırtında, konak yerinde, çarşı pazarda notlarını tutarken ilham olup onun kalbine girsem ve Efendim Fuzulî'nin başından geçenler dahil ona bütün hikâyemi anlatsam, taşıdığım sırları bir bir sersem önüne ve yazdırsam." diye yanıp yakıldığım saatlerin sonuncusuydu, biliyordum. Ama yine de Çele-bi'mle konuşmak istediğim kadar lıiç kimseyle konuşmayı arzulamadığımı itiraf etmeliyim. Kum fırtınalarının sesini yankılandıran ayaz gecelerde onun seyahat notlarını yazdığı defteriyle kucak kucağa sabahı beklerken, sayfalardaki boşluklara imrenerek baktığımın ve daha sonradan yazılmak üzere arada bıraktığı boşluklardan birine kendi öykümü yazması için kaç kere dua ettiğimin sayısını çoktan unuttum..

Şimdi ateşle su arasında, gözü yaşlı ve bağrı başlı, zalim avcımı beklerken Çelebi'ye dua etmedeyim hep. Ve şimdi fark ettim ki herkes onu çok severdi; herkes, dost, yahut düşman... Celali olup dağa çıkmış paşalara elçi olarak giden de oydu, Celali paşaların mektubunu saraya getiren de. ipek yolunun kurt yahut eşkıya masalları anlatılan; destan yahut şiirler okunan kervansaraylarında onun adı hürmetle anılır, hatırasından övgüyle bahsedilirdi. Dağda izde başı derde girse adını söyler,

babll'de ölüm istanbul'da a ; k I 2 6 1

bağışlanır; evsiz ve çaresiz kalsa bey konağına gider çare getirir, aç doyurup çıplak giydirirdi. Ünü kendisinden çok uzaklara gitmiş, kendisinden çok insanla şöhreti tanışmıştı. Osmanlı coğrafyasında Evliya Çelebi bir efsaneydi, onu görenler saygı ve ikramda kusur etmezler, adını duyanlar sözünü dinlemeye can atarlardı. Osmanlı geleneğinin zamanı ve mekanı aşan hafızası olacağa benziyordu o. Ona ben ya Evliya'm, ya da Çelebi'm diyorum, adını ise hiç bilmedim. Zaten hiç kimse de ne bildi, ne telaffuz etti. O Çelebi'ydi, belki de Evliya idi.

Üç aydır kadırgamızda senli benli olduğumuz, İstanbul'un cumbalı ve kafesli evlerini, zarif hanımları ve buzlu nar şerbetlerini özleyen kırk iki adamdan kimisi Tuna'ya can veriyor, kimisi Tuna'da can alıyor şimdi. Son hatıraları arasında, baharla birlikte geride kalan sahil köyleri ve meyva ağaçlarının yarı baygın gölgeleri ile kızarmış balık kokusundan başka bir şey bulunmuyor. Bir de Tuna'nm öte yanından gelen köpek ulumaları ve değirmen gemilerin yağlanmak isteyen çark gıcırtıları. Bunlar, aralarına çark bağlanmış çifte gemilerdi ve Tuna'mn coşkun suları çarkı çevirdikçe her iki gemideki değirmen taşları dönüyor ve sahillerdeki köylerin buğdayını, arpasını, mazısını öğütüp un ederek nehri bir yukarı, bir aşağı dolanıp duruyordu. Silistre kalesine getirildiğim gün de böyle bir değirmen gemisinde una bulanmıştım ve sayfalarımda yeni nakışlar oluşmaya başlamıştı. Keşke o günü göreceğime paramparça olsaydım. Çünkü peşimdeki adamların Eflak veya Avusturyalı altın avcıları olmadığını, Kale muhafızı Siyavuş Paşa ile anlaşmış bir alay serseri olduklarını görerek ihanetle sarsılmıştım. Birkaç gün sarhoş olmalarına yetecek ücretlerini alıp atlarını mahmuzlarken ince belli Eflak kızlarının raksları gözlerinde canlanmaya başlamıştı bile.

Silistre kalesi sırtını yüksek kayalıklara dayayarak burada büyük bir şiddetle akan Tuna içlerine yay gibi uzanmış bir şahin yuvasını andırıyordu. Burç ve bedenlerindeki kırk pare

262

I UM

kolomborna, şayka ve balyemez toplarının tamamı Tuna üzerine çevrilmişti. Kapısında içi pamukla doldurulmuş, ağzına dil yerine kadife dikilmiş, hançer gibi dişleri olan Afrikalı Anibal'ın filleri kadar büyük bir aslan postu asılıydı. Bu aslanı kim, nerede avlayıp buraya getirmişti, bilinmiyordu, ama herkes tarafından kalenin tılsımı gibi korunuyor, bakımı yapılıp keçeleşen pamukları her yıl değiştiriliyordu.

Civardaki köy ve kasabaların bütün kıymetli malları saklanan Silistre kalesi yazın çok emniyetli, ama kışın Tuna'nın don-masıyla saldırılara açık bir konumdaydı. Benim kaleye satıldığım gün Avusturya içlerinden kırılıp gelen buz kütleleri 80 zira yükseklikteki kale duvarına çarparak parçalanmış ve sıçrayan buz parçalarından biri kalenin bedenlerini aşıp tahıl ambarının çatısını çökerterek buğdayları ıslatmıştı. Siyavuş Paşa ambardaki buzları arıtmak ve ıslanmaya başlayan buğdayları taşıtmak üzere askerlerine emirler yağdırıyordu. Bereket versin yağış yoktu ve güneş, bahardan kalma bir gün için cömert davranıyordu. Öğleden sonra kalenin cihannümasında, paşanın üşüyen elleri arasındaydım. Tuna^ıın donmuş bir liman dur-gunluğundaki sahilleri üzerinde çocuklar ayaklarına bağladıkları aşık kemikleriyle buz oyunları oynayıp kayıyorlar, gençler ise öküzlerin kürek kemiklerini zımparalayıp ayaklan altına bağlayarak Tuna boyunca paten yarışları yapıyorlardı. Bazılarının buz üzerinde yapay engeller gibi yatırdıkları ağaçların üzerinden perendeler atarak geçmeleri, bazılarının yüzleri seçilmeyecek kadar hızla fırdolayı dönmeleri daha önce ne görülmüş, ne işitilmiş şeydi. Ötelerde nehir üzerine dal salmış çınarların altında rengarenk fırfırlı elbiseleri içinde genç kızlar salıncaklar kurmuş, buzda düşmemeye çalışarak birbirlerini sallıyorlar ve şarkılar söyleyip eğleniyorlardı. İçlerinden bazılarının buzlarda delikler açarak oltalarla balık tuttuklarını, sahilde yanan küçük ateşler ile rüzgâr estikçe Siyavuş Paşa'nın iştahını kabartan ızgara kokularından anlıyordum. Bütün bu eğlenen insanların çevresinde kale dizdarının nöbetçileri duruyordu.

babil'de ölüm istanbul'da aşk|263

Meğer ben kale imamı ile topçu ağanın oğullarının, Tuna'nın donmasından istifade Eflak köylerinden kaçırıp geldikleri kızlarla evlenmek için tertiplenen düğünlerine rastlamışım. Kalede mevcut yirmi hanenin insanlarının tamamı bu şenlik için buz tutmuş olan Tuna üzerine inmişler. Kale muhafızlarının nöbeti sahilde tutmaları bu yüzdenmiş.

O gün Siyavuş Paşa'nın, sayfalarım arasında bir öyküyü değil de bir ipucunu aradığını hemen anladım. îkindi güneşi çınarların yaprakları arasında erirken üç güvercin uçurdu, ayaklarına bağlanmış üç mesaj ile birlikte ve iki hafta sonra BC'nin ameliyat masasına yeniden yatırıldım. Anladım ki güvercinlerden biri Eflak Voyvodası Matei Besarap'ın veziri Şerban Miha-li'ye, diğeri Rus kralı Petro'nun başmimarı Aleksander Dimit-rov'a, sonuncusu da katolik dünyanın kalesi sayılan Avusturya'nın Habsburglu kralı Leopold'un saray orgcusu, Johann Ja-kop Froberger'e ulaşmıştı.

O gün Silistre kalesinin bedenlerini en yüksek noktadan gören burcundaki vezir dairesinin sedirlerinde oturan bu dört adamın bazı ortak yanları olduğunu fark ettim. Siyavuş Paşa ile Şerban Mihali kölelikten yetişmiş ve devletlerinin muhafız komutanlığını yapmışlardı. Bütün kölelerde olduğu gibi onların da kendilerinden başka insanlara karşı sanki gizli bir kinleri vardı. Her ikisi de cesur idiler; ama bu cesaret onların yalnızca zalimliklerini besliyor; köleliklerinden sıyırıp efendilik giysisine sokamıyordu. Bütün köleler gibi güvenilmez idiler ve küçük yaştan itibaren ezilmişliğin, horlanmışlığın, itilip kakılmışlığın acısı onları birbirlerine yakınlaştırıyor, planlarını haklı gösterecek mazeretler üretmelerine yarıyordu.

Johann Jakop Froberger ile Aleksander Dimitrov'un ise ortak sanatçı kişilikleri vardı. Bunlardan ilki, o yıllarda Avusturya'dan bütün Katolik dünyasına yayılan müzik akımıyla tanrısal güçleri dile getirmekle saygı görüyor, ikincisi de Rusya'da klasik mimari tarzının seçkin ustalarından sayılıyordu.

2 64İL.M

Altına mangal konulmuş yüksekçe bir sofra tablasının çevresinde, şal sofra örtüsünü dizlerine örterek ısınan bu dört adamın dördü de kendi kral ve hükümdarlarının itimatlarını kazanmış, ikbal ve geleceklerine umut bağlanmış adamlardı. Siyavuş, Silistre kale kumandanlığından sonra vezirlik bekliyordu, Şer-ban, Eflak Voyvodalığının kendisine ait olduğu duygularını içinde büyütüyordu. J. J. Froberger kral Leopold'un sırdaşı ve baş danışmanı gibi hükmediyor, Aleksander ise saraylı hanımlarla düşüp kalkarak devlet sırlarını devşiriyordu. BC'nin diğer üç üyesini ise o kadar önemli görmüyorlardı. Bunlardan biri Roma Kilisesi'nde rahip, bir diğeri Paris Fransız Akademisi'nde öğretim üyesi, sonuncusu da ispanya kralının terzisiydi.

Konuşmalarından Avrupa'da tek bir devlet kurmayı planladıkları, Macarlar ile Slovakları yeryüzünden sildikten sonra Transilvanya'da inşa edecekleri Babil Uzay Araştırmaları Mer-kezi'nden dünyayı yönetecekleri anlaşılıyordu. Bunlar Keldani mabedindeki tabletler kadar oraya gömülmüş olan altınların da peşindeydiler. Altınları harcayarak Avrupa devletlerinin bazılarında isyanlar çıkarmayı ve Kuzey ülkelerini ele geçirmenin planlarını konuşuyorlardı. Akdeniz'de dolaşan Cemiyet'e ait ticaret gemilerinin geliriyle kurdukları gizli haber alma servisinin bütün bilgilerini Dama kilisesindeki kütüphanede saklıyorlar ve güvercinlerden başka sayısız hafiye kullanarak bütün Avrupa'nın siyasi gelişmelerine yön veriyorlardı.

Dört korkunç çehrenin dikkatli bakışları altında sayfalarım bir bir elden geçmeye başladı. Daha önceki üstadlarm Roma'da daha önceki yıllarda çözdükleri şifreler ellerindeydi. Ressam Elsheimer ile Avusturyalı tüccarın o zaman neler konuştuklarının, aşk üzerine neleri tartıştıklarının bile kayıtları vardı ellerinde. Hepsi de 607, 617 ve 687 numaralı beyitlerimi ezbere biliyorlar, içlerindeki aşk ve gizlilik sözcüklerini yan yana getiriyorlardı. Bunların iyi hazırlık yaptıklarını ve hatta diğer beyitlerimi ve o beyitlerdeki şifre rakamları kolaylıkla bulacaklarını düşünmeden edemedim ve geleceğimden endişeye düştüm.

babil'de ölüm istanbul'da a j k I 2 6 5

"Evet, tarihin yeniden yazılacağı anın başlangıcındayız." diye söze başladı vakur bir eda ile Şerban Mihali, sonra da odanın taş zeminine kiremit taşıyla bir daire çizdi. Hepsi birlikte bu dairenin çevresine gelip ellerinin ikişer parmağını BC'nin kutsal yemini için yumdular ve tam merkezin izdüşümünde birbirlerinin üzerine koyup Keldani dilinden sözleri bir ayinde ilahi okur gibi hep birlikte söylediler. BC beni her defasında biraz daha hayrete düşürüyor, her defasında daha farklı bir ritüel icad etmiş olarak karşıma çıkıyordu. Daha önce böyle bir ayin yapan üstad görmemiştim. Demek insanların ihtirasları bilimi boğmaya başlayınca gerçeklerden ziyade kurallar öne çıkıyor, hakikat yoldan sapmaya başlıyordu.

Siyavuş Paşa okuyor, Şerban da Almanca ve Rusça'ya tercüme ediyordu. Aslında Cemiyet'in. üyeleri Keldani dilinden bazı ibareleri biliyor idiyseler de bu onların anlaşmalarına yetmiyor, ancak haberleşmelerindeki basit ifadeleri şifreliyor ve "geliniz, bende, buldum, tamam, gönder, yardım et, koru..." gibi sözcükleri karşılıyordu. Posta güvercinleriyle haberleşirken kullandıkları dil ve yazı, bu yüzden hep Keldani çağı çivi yazısının diliydi.

"îlk üç beyit üzerinde aşk ve gizlilik sözcüklerinin ortak olduğunu biliyoruz." dedi Siyavuş. "Şimdi isterseniz okuyarak gidelim ve bu iki sözcüğün yan yana geldiği beyitler üzerinde yorum yapalım." Diğerlerinin de kabul etmeleriyle öyküm okul yıllarından itibaren ağır ağır ve düşüne düşüne -belki araya araya demeliydim- okunmaya ve Silistre kalesinin mazgallarında kırılan şiddetli rüzgârların ıslıklarıyla Tuna'nın sahillerini titreten geceler boyunca karanlığa karışıp gidiyordu. Ne kadar sürdüğünü şimdi hatırlamadığım o uzun okuma gecelerinde ben bir yandan çok mutluydum, bir yandan çok acı çekiyordum. Mutluluğum, çoktandır Leylâ'mın hasretiyle yanarken, birdenbire okunmaya başlanan öyküm sayesinde sanki yeniden büyümem, âşık olmam, cananımla buluşmam, sahralara

2 66 U»m

b a ij i I' d e ölüm istanJbul'd

* »iki

267

düşüp zincirlere vurulmam, eski dostlarım olan ceylanları ve güvercinleri hatırlamam ve nihayet bu yaban ellerde içimi Leylâ ile doldurmamdan kaynaklanıyordu. Gerçi bir şairin yahut bir âşıkm okumasına benzemiyordu, ama yine de uzun süren ve bıktırıcı derecede kötü geçen günlerin tesellisi olmaya yetiyordu.

Siyavuş okudukça J. J. Froberger öykümden etkilenmeye ve gittikçe daha büyük bir dikkatle dinlemeye başlamıştı. Benimle ilgilenmeyi bir şifre çözmek için değil, gerçekten öykümdeki aşkı anlamaya çalışarak yaptığını sezebiliyordum. Zaten bir sonraki şifre beytimi de o buldu. Beyit benim Leylâ ile kırda buluştuğum sahneyi anlatan minyatürün hemen altında yer alıyordu ve orada bayıldıktan sonra çöle ilk gidişim sırasında söylediğim bir cümleyi içeriyordu,

Sevda siyah etti ruzigârım Aşk aldı inân-ı ihtiyarım

Siyavuş bunu okuduktan sonra "Sevda günümü kararttı ve aşk bilinç dizginlerimi elimden aîdı." diye tercüme etmişti. "Burda biraz duralım!" demişti o sırada J. J. "insanın gününün kararması gece olması demektir. Bir aşk en çok geceyi sever; hem âşık da. Çünkü aşkın tekilliği ile ancak gecelerde baş başa kalır o. Bu durumda gece aşkın sırlarıyla dolu olacaktır. Nitekim gece, bütün kutsal metinlerde '(gizlilikleri) örten' olarak geçer. Hilleli şair elbette Kur'an ayetlerini biliyordu. Bu arada, bütün gizli işlerin gecelerde yapıldığını da unutmayalım. -"Tıpkı şimdi sizin yaptığınız gibi!" demek geldi içimden.- Belki de Hilleli Fuzulî gecenin örtüsünü, saklanılacak en güzel yer, sırların rahatça korunabileceği bir kale olarak almıştır, olamaz mı?!"

"Elbette olur ve olmuş da!..." diye atıldı Dimitrov. "O halde ebced karşılığını bir hesab edeyim ben." diye devam ettirdi konuşmayı Siyavuş, sonra da herkesin dikkatli ve meraklı bakışları altında Osmanlı alfabesiyle "siyah" sözcüğünü yazıp sıra ile sin'in altına 60, ye'nin altına 10 ve he'nin altına da 5 yazıp

topladı: 75. "Evet burada yedi rakamı karşımıza çıktı, tıpkı Ba-bil ilahlarının sayısı, yedi gezegen ve yedi gün orucu yahut yedi bitki şarabı gibi. Bir anlamı var mıdır, bilmiyorum ama bu yedi bana sanki önemli göründü." diye de ilave etti. "Yedi" rakamının bu ayaz gecede ve bu karanlık mecliste telaffuzu, içimde bir şeylerin eksildiğini hissettirdi bana. Nedense BC'yi eskisi kadar sevmediğimi anladım. Hele Arşiya Akeldan'a veya Efendim Fuzulî'ye sırrı teslim eden Süryani kütüphaneciye göre bunlar ne kadar da seviyesiz insanlardı. Üstelik hiçbiri bilim-seHikten gelmiyor, siyasi yahut politik otoritelerini yalnızca BC'nin gizli gücü adına kullanarak güç birliği yapıyor, evrenin şövalyeleri gibi hareket ediyorlardı. Gerçi bu adamlar nasıl çalışacaklarını biliyorlar ve bilgi toplama işini çok iyi yapıyorlardı ama BUAM'ı yeniden kurabilecekleri konusunda şüpheli görünüyorlardı. Bazılarının içten içe "BUAM"ın canı cehenneme! Altınlara ulaşayım da..." diye başlayan planları olduğunu da ben biliyorum.

Ellerini iki şakağına dayamış düşünmekte olan Şerban Mi-hali atıldı bu sefer: "Dostlarım, sakın bu yedi rakamı beyitlerin sıra numarası üzerinde bir şifre olmasın?! Hele daha önceki beyitlerin sıralarına bir bakalım, ne dersiniz?!"

Daha önce buldukları beyitlerimin kaçıncı sırada olduklarını görmek için sayfalarımı baştan itibaren gözden geçirmeye ve söz konusu beyitlerin kaçıncı sırada yer aldıklarını saymaya başladılar ve bunların 607, 617 ve 687'nci sırada yer aldıklarını keşfettiler. Siyavuş Paşa saymaya devam ederek yeni bulunan beytin de 872'nci sırada yer aldığını söyledi iki gece sonra karanlığın sessizliğini yırtan bir sevinç çığlığı atarak. "Evet! Bizden önceki üstadlar, Babil tanrılarının altın heykellerine bizim şu anda olduğumuz kadar hiç yakın olmadılar. Bundan sonraki beyitleri sırayla numaralandırıp yalnızca içinde yedi rakamı geçen beyitleri incelemek bize zaman kazandıracak sanırım." diye ilave etti ve zaferini kutlamak üzere enfiye kutusundan bir

268

tutam alıp burnunun sol deliğini kapatarak derin bir nefes çekti içine. Sonra da sofra bezi büyüklüğündeki peşkirini burnuna götürüp aksırmaya, tıksırmaya başladı.

Beyitlerimin sayfa kenarına sıra numaralarını yazma işini çivi yazısının rakamlarını en iyi bilen mimar Dimitrov üstlendi. Böylece her beytimin karşısında önce üç, sonra dört haneli rakamlar dizilmeye başlandı. Bunlardan içinde yedi rakamı geçenler sürh ile, diğerleri kara mürekkeple yazılıyordu. Herhangi bir okuyucu bunları bir çocuğun oyalanmak üzere yaptığı karalamalar sanabilirdi. Latin veya Arap rakamlarını seçmemelerinin nedeni, yabancı ellerde sırrın ortaya dökülmesini iste-meyişlerindendi. Son beytimin karşısına çivi rakamlarıyla 3098 yazılmıştı. Varlığımın boyutlarını ve aşkımın genişliğini o vakit keşfettim. Efendim Fuzulî benim öyküm için her biri diğerinden güzel, tam 3098 beyit söylemişti demek. Tanrı yarlıgasın Efendim'iL

Geceler hep aynı yeknesaklık ile geçmeye başlamıştı. Kale muhafızlarının her yarım saatte bir '^Yekdir Allah yeeeekk!" diye sıra ile bağırarak tuttukları nöbet, müezzinin ahşap minareden okuduğu sabah ezanlarıyla karıştığı sırada dördü de çalışmaktan yorulmuş, enfiye ve anason kokusu salonun havasını ağırlaştırmış, mangalın ısı derecesi iyiden iyiye düşmüş oluyordu. Sonra Siyavuş Paşa abdest alıp camiye giderken diğer üçü derin bir uykuya dalıyorlardı ve öğleye kadar uyuyup akşama kadar burçlardan Tuna'yı seyrediyor, bazen kale dışında balık tutmaya ve yürüyüşe çıkıyorlardı..

O son akşamda kavrulmuş buğday, kuru üzüm, badem içi, ceviz ve leblebiden ibaret çerezler ile Tuna'da çerçi kayıklarından alınmış meyvalar gümüş tabaklara doldurulmuş olarak sofraya konulduğunda, Siyavuş Paşa'nın konukları için her zamanki gibi iki testi şarap yine hazır edilmişti. Kendimi çilingir sofrasında bir meze gibi hissettiğim akşamlardan sonuncusu olacaktı bu. ilk söz, Efendim Fuzulî'ye Bağdat ilimler Akademisi'nin

babil'de ölüm istanbul'da a;kİ269

âmâ kütüphanecisinin söylediği "Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır. Bu sırra sahip olan cihana hakim olur." cümlesi oldu. Karşısında yedi rakamı bulunan ve içinde aşk ile birlikte sır anlamına gelecek sözcüklerin geçtiği beyitlerim birer birer kendini ele veriyordu. Yedi rakamına rastlayan beyitlerimin hepsi sırayla yorumlanıyordu artık. Sulu sepkenlerin Tuna'nm gür sesine karıştığı o gece yarısına doğru Siyavuş Paşa 1117'nci beytimi de okudu:

Endîşe-i akldan cüda kıl Aşk ile hemîşe âşinâ kıl

Bu beyit benim, öyküdeki Amiroğulları obasında aklımı yitirdiğimin duyulduğu vakit iyileşmem için Kabe'ye dua etmeye götürüldüğüm günleri anlatan bölümdeydi. Babam Kabe'de edilen dualar kabul olur diyerek elimden tutup beni Harem'e» götürmüş, ben de başımı o kutlu yapının eşiğine koyup şöyle dua etmiştim:

"Tanrım! Beni akıl endişesinden uzak eyle; ve beni her an aşk ile içli dışlı yap!" Siyavuş Paşa benim bu hareketimi delilik olarak nitelendirip arkadaşlarına böylece tercüme ederken ben, aşktan kurtulmak için götürüldüğüm Kabe'de aşka düşmek için dua edişimin hazzını yaşamaya başlamıştım en son umutsuzluğumla. O gün ve kutsal Kabe bütün ihtişamıyla gözümün önüne geldi. Beni diğer insanlardan ve tarihteki diğer âşıklardan ayıran işte bu aykırı davranışım olmuştu. Beni ben yapan, beni önce çıldırtan ve sonra yüzlerce yıl, binlerce akıllıyı gıbta ile peşimde koşturan, adımı hürmetle dillere destan eyleyen en kahramanca sözüm o idi. Kabe'nin eşiğinde gözyaş-larımın sicim sicim olup aktığını hâlâ dün gibi hatırlıyorum. Leylâ'nın hayali tam iki gözümün arasındaydı ve ben orada İlahî güzelliği bu hayalin içinde bulmuştum.

"Endişe ne demek?" diye sordu yine J. J., sakin bir sesle Si-yavuş'a. "Düşünce ve fikir demek." cevabını alınca tatmin olmamış bir eda ile "Başka bir anlamı daha olmalı bu sözcüğün.

2 70 um

Çünkü aşk ile yedi rakamı örtüşmüş durumda, ama ortada sır yok. Bu yüzden başka bir anlamı daha olmalı!" "Evet var!" diye cevapladı Siyavuş alaylı bir sesle ve devam etti, "Gam, keder, tasa, vesvese, merak, şüphe... Daha devam edeyim mi?" "Yeter dostum, yeter; aradığımı buldum ben. Vesvese de, şüphe de gizlidir çünkü. Hatta âşıkların gamının ve kederinin de gizli olması gerek."

Saray orgcusunun aşkı bildiği ve bu konuda hayli tecrübeli olduğu anlaşılıyordu. O anda içimi dolduran duyguyu tarifte zorlandığımı hissettim. Bir yandan sırlarım elden gidiyor, bir yandan sırrımı bir âşık çözüyordu. "Aşkı bilen biri için..." demişti âmâ kütüphaneci. Bu adam bendeki gizli aşkı anladığı için bütün diğer üstadlardan ve BC üyelerinden farklı gibi göründü gözüme ve o gece gizli bir hayranlık ile yakınlık duymaya başladım kendisine. Sanıyordum ki Keldani rahiplerinin uzaya ait sırları bu adamın elinde kötüye kullanılamaz. Dünyaya yeni bir şekil vermek için altın ilah heykellerinin parasıyla isyanlar çıkartılabilir, Avrupa kıtasının değişik ülkelerinde masum insanların hayatı yok edilebilir, hatta savaşlar icad olunup ordular beslenebilirdi; ama müziği sanat edinen bu adamdaki ince ruh, uzay bilgileriyle dolu tabletleri asla altınlara feda etmezdi. Şimdi bunu düşünürken, az evvel hepsine birden püskürttüğüm ithamlarım dolayısıyla kendimden utanır gibi oldum. Belki de işler benim düşündüğüm kadar kötü gitmeyebilirdi. Sonra azıcık rahatlar gibi oldum.

Benim fikir değiştirmemin üzerinden çok geçmedi, J. J. Fro-berger'in de içini bir endişenin kapladığını, diğerleri beytin anlamı ve şifresi üzerinde ebced hesapları yapmaya çalışırken onun güya konuşulanları dinliyormuş gibi göründüğünü, ama aslında içinde derin bir sorgulama sürecinin başladığını hissettim. Kale duvarlarına çarpıp kaybolan konuşmalar arasında salonda bulunan üç kişinin bilemediği gizli bir endişeydi bu: "Acaba BC bilimden sapıp paranın peşine düşmekle iyi mi yapmıştı?" Evet! Galiba iyi bir şeyler de kalmıştı benim için dünyada.

babil'de ölüm istanbul'da aşk|271

Silistre kalesine bir kalebend gibi getirildiğim günden beri içimi kemiren bu endişe şimdi onun kalbinde de küt küt vurmaya başlamıştı çünkü. Froberger'in zihninde şimdi daha evvelki Cemiyet üyelerinin kimlik ve kişilikleri beraber şekilleniyordu. Her çağda yalnızca bir tek gönülde saklanıp bir tek dilden son anda güvenilir bir bilge kişiye emanet edilen bu büyük sır, acaba şimdi bu odadaki adamların mı elinde olmalıydı ve bu adamlar gerçekten bu yüce sırrı taşımaya yetkin mi idiler? Benim Roma'ya kaçırıldığım zamandan bu yana BC'nin Vatikan'daki hiçbir üyesi Papalık çıkarları için cemiyetin çıkarlarını feda etmemişti. Şüphesiz şu anda odada bulunan dört kişiye de ayrı ülkelerde yine aynı dürüstlükle davranmış üstadlar vermişti bu sırrı. "Nasıl bir çağda yaşıyoruz ki dörtbin küsur yıldır içine kötü düşüncelerin sızamadığı Cemiyet'in sadakat yemini artık parçalanıyor?" diye hayıflandı içinden ve derin düşüncelere daldı: Dünya gerçekten değişiyordu, iyi de, onu yeniden şekillendirmek adına masum insanların ölümü göze alınmalı mıydı? Dünyanın yeni şekli acaba insanları mutlu edecek miydi? Sirse'nin çiftliğinde hayvanlara dönüşen âşıklar sürüsü acaba yeniden insan olmayı isteyecek miydi? Cemiyet üyeleri başkalarının mutluluklarına veya mutsuzluklarına karar verme yetkisini hangi güçle kullanmaya kalkışacaklardı? Tanrı'ya ait olan kaderi değiştirme yetkisini hangi ölümlü isteyebilirdi? Ve bu doğru muydu? Şu anda Silistre kalesinde bulunan diğer üç kişi şifreyi elde ettiklerinde acaba nasıl bir güç elde etmeyi hayal ediyorlardı? Yedi yıl önce toplanan konsilde yenilenen sadakat yeminleri bu kadar kısa sürede nasıl değişmiş olabilirdi? Son yedi yılda yapılan savaşlar mıydı bunun nedeni; yoksa dünyadaki gelir dengelerinin değişmesi mi? Belki de insan nüfusunun çoğalması? Ama bunlardan hiçbirisi uzaya açılan kapıların insanlığa hükmetmek için kullanılmasına ruhsat vermezdi; vermemeliydi. Keldani bilge rahipleri tarafından galaksiler arasında yapılacak uzay yolculukları bütün insanlığı ve dünyanın tamamını kurtarmak için planlanmıştı. Peki bu sırların

2 72 um

çözülmesi insanları sevindirecek miydi, yoksa üzecek mi? Peki dünyaya ağlamaya mı gelmiştik, gülmeye mi?!..

"Biz ne yapmaktayız?! Tanrım!" sözleri o gece müzisyen Jo-hann Jakop Froberger'in dudaklarından dökülen son cümleler oldu.

Ertesi gün Silistre kalesinin muhafızları burçların en yükseğinden Tuna sularına atlayan bir adamın parçalanmış cesedini çıkardılar. Kuşağının içinde yeni bestelemekte olduğu bir neşi-denin notalarından başka bir şey bulunamadı.

Ah Leylâ! Yokluğunda bunca acıya katlanmalı mıydım? Efendim Fuzulî sırrını korumak uğruna bunca acıyı yüklenme-a, mi ister miydi? Ben, ölümsüz aşkı uğruna hayatını ortaya koymuş bir âşık iken altın ve bilim neyime idi?!.. Seni çok özlüyorum Leylâaa! Nerelerdesin sevgilim?!..

Ettik o kadar ref'-i taayyün ki Nefâti Ayîne-i pür-tâb-ı mücellûda nihântz

Neşâtî

Ey Neşatî! Kendimizi ruh iklimlerinde öylesine yitirdik ki, artık gönlün parlak aynalarında bile görünmez olduk.

XXIII

Bu, Dil Bilmez Kuzey Ülkelerine Gittiğim ve Akıllara Ziyan Sihirler Seyrettiğimdir

Çoktandır kirli harvarmın çiğ et kokan üçüncü göz torbasında diyardan diyara savrulduğum Molla Mehmed, her şehir ve kasabadaki adeti üzere paşanın huzurunda diz kırıp baş eğdi ve "Destur ya âsaf-ı devran ve yegâne-i zaman olan ulu vezir!" diye tantanalı bir eda ile yapacağı gösteri için izin istedi.

Önceleri ordusundaki askerler tarafından "Güzelce Müezzin" diye anılan elli yaşlarındaki bu ince uzun boylu, esmer güzeli adam, Purut bataklıklarında Deli Petro'nun dağlar gibi askerle yığılı ordusunu yendiği halde sulh masasında karısı Rus çariçesi Katerina'ya yenilerek yaptığı anlaşmadan sonra hakkında çıkartılan dedikodulardan yorulup bıkmış olan Baltacı Mehmed Paşa'ydı ve payitahta dönerken, o yıllarda sık sık başkaldırarak yönetime gaileler açan Arap ve Kürt beylerinin tenkili için Karadeniz'i doğudan dolaşarak yolunu uzatmak

2 74 um

zorunda kalmış, görevini yerine getirmiş her sorumluluk sahibi insanın duyduğu huzuru duymak istediği halde Çariçe Kateri-na ile hakkında çıkartılan dedikodular yüzünden Haleb'in o güzelim sonbaharının bile tadını çıkaramadan hüzünlü akşamlara gömülüp gitmişti. Kenti kuşbakışı gören beylerbeyilik sarayında kalıyordu ve sur dışında karargâh kurmuş olan ordusunun tam üstünden seyrettiği gün batımının melali ile uzak hatıralara daldığı şu Eylül akşamında içinde bir sıkıntı hissediyor, sanki kalbi daralıyor ve boğulacak gibi oluyordu. Bir paşa için çok ağır bir imtihandı, kendi ordusunun yine kendisi hakkında kötü sözler söylüyor olması. Şu anda gözünün önünde sıra çadırları, idman meydanı, başbuğlar alayı, ahırlar, tavla meydanı, okçuların menzil ve hedefleri ile göğsünü kabartan bu orduyu kendisi tertip etmiş, pek çoğunu evladı gibi emek verip yetiştirmişti. Yazık ki şimdi kendisine karşı hepsinin, hiç de hak etmediği bir itham ile kaşları çatık idi. Kendisini ihanete uğramış hissediyordu. Ordu içinde çekemeyenlerinin bu kadar etkili olabileceklerini ve askerin neredeyse yarısını aleyhine döndürebileceklerini hiç tahmin etmemişti. Biraz da bu gafleti için kendisine kızıyor ve vurdurulması gereken kellelere yaşama hakkı tanıdığından dolayı kendisine küfürler edip duruyordu. Yanındaki insanlar ve bezm için hazırlanan sofralar, şuh fıkralar ve hanendelerin kadife sesleri de üzerindeki bu melali atmaya yetmiyordu. Hatta kentin orasında burasında sayıları yüzleri bulan dokuma tezgahlarının, önceki akşamlarda bir aruz vezni gibi ahenkle dinlediği ritmik mekik sesleri, bu akşam beyninin duvarlarını, ömürlere küçük darbeler vura vura akan bir saatin rakkası gibi dövüyor, dövüyordu. Neyse ki karamsar darbeler uzun sürmedi ve istanbul'dan kendisine hitaben yazılmış olan beylerbeyilik fermanının yola çıktığı haberini getiren güvercini okşarken buruk bir sevinç ile bir parça kendine geldi. Aslında bütün isteği azıcık bir gülümseme ve askerlerinin "Çariçeyi önce ipeklere yatırmış sonra da rüşvet almış; öyle olmasaydı yeryüzünden Rus adını kazıyacaktık!" diyen fısıltılarını

babıi'de ölüm istanbul'da a ş k I 2 7 5

unutmaktı. Güvercini okşarken duyduğu huzurda da aslında bu kurtuluş umudu vardı. Çünkü gelmekte olan fermana göre şehrin şimdiki beylerbeyi, dedikodularla çalkanan orduyu alıp istanbul'a sevk edecek, fısıltıları da beraberinde götürecekti. Üstelik çok özlediği ailesi ile kendi belirleyeceği yeni yönetim kadrosu da aynı günlerde Halep'e doğru yola çıkmış olacaktı.

Şimdiki sahibim Molla Mehmed, Baltacı vezirden izin istediğinde beylerbeyilik sarayının yüksek duvarlarla çevrili geniş avlusunda, ordunun ileri gelen komutanları, Halep'teki devlet adamları, şehir eşrafından bazıları ile hanendeler, sazendeler ve şairler vardı, ama Baltacı vezir sanki yoktu. Molla Meh-med'in diz çökmüş durumda, o ağdalı sözleri üçüncü defa ezberden okuması üzerine paşa, önce "Ne?!" diye belinledi ve ardından başıyla işaret ederek Molla Mehmed'e destur verdi. Onun bu dalgınlığını meclisteki hemen herkes, o sıralardaki bunalımlarına verdi. Hatta ben de önce bu dalgınlığın, imzaladığı barış hakkında, insanî kaygılara bağlı olduğu için sevinen , ama siyaset bakımından bin defa pişmanlık duyan bir paşanın her zamanki dalgınlığı olduğunu sandım ama sonra anladım ki Baltacı vezir bu sefer sevinç hülyaları arasına dalıp gitmişti ve güvercini son bir kez okşayıp salıverdikten sonra "Tamam! Biraz da eğlenelim artık!" diye silkinip Molla Mehmed'e gülüm-semiş, hatta ellerini sevinç ile birbirine vurmuştu. Ardından meclisin asıl sahibi olan beylerbeyi hizmetçilerine işaretler edip yanına çağırdı ve ortadaki yemek sinilerinin, tatlı tabaklarının, sofra örtülerinin toplanmasını emretti. Molla Mehmed'i de bu meclise zaten o çağırtmış, sadrazamı bu zor günlerinde bir parça neşelendirmek istemişti.

Molla Mehmed ile uzun zamandır beraberiz. Kendisi simya ilmini en ince ayrıntısına kadar bilen, sihirbazlığın bin bir çeşidiyle pek çok ilde ülkede şöhret bulmuş altmışlık bir Kürt'tür. Medresede okurken gizli bilimlerle uğraşmaya başlamış, acayip şeylere merakı yüzünden bütün ömrünü remilcilik, falcılık

2 76 um

ile geçirmiş, derken mesleği sihirbazlığa çevirmiş; Osmanlı ülkesinde o yıllarda sihirbazlık yasaklandığı ve bu da icra-yı sanat edemediği için Kırım, Lehistan, Eflak, Boğdan, Alman ve isveç diyarlarında dolaşıp durmuş, nihayet şöhreti iyiden iyiye yayılınca geri dönüp Halep'te vatan tutmuştu. Silistre kalesinde Froberger'in intihar etmeden önceki gece beni "Aman yiğidim, bu kitabı ömrün pahasına koru ve Lützen'e götürüp Kraliçe Christina'ya teslim et. Ödülünü fazlasıyla verecektir." diye teslim ettiği Leh dönmesi çavuş Gustaf -Silistre kalesinde onu Mustafa olarak biliyorlardı- BC'nin büyük üstadı Marduk'u bulmak üzere İsveç'e gidecekken, Brandenburg'ta onunla karşılaştığında hayatının değişeceğini bilemezdi elbette. Nitekim daha karşılaştıkları gün Gustaf'ı etkisi altına alıp arkadaş oldular ve Gustaf, yaratılışına pek uygun düşen sihirbazlıkla ilgilenmeyi kuzeyin soğuk ülkelerinin Kraliçe'sine bir kitap ulaştırmaktan daha cazip bulduğu için Pomeranya'dan Moskova'ya, özi'den Krakov'a, Buhara'dan, Kabil'e kâh ıssız hanlarda, kâh alkışlarla dolu salonlarda, bazen sirklerde, bazen panayırlarda; kimi konaklarda, kimi saraylarda; bazen aç ve susuz, ama bazen işlemeli giysiler içinde, yarını düşünmeyerek dolaşıp durdular. Her gittikleri yere beni de sürüklediler tabii ki.

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 2 7 7

Belki de buna şükretmeliyim. Çünkü onlar sayesinde dünyanın pek çok yerini dolaştım ve BC'nin planlarını daha iyi anladım. Lehistan kralı Yedinci Vladislas ile Rus çarı Mihail Romanov'un şeref konuğu olacak kadar yakınlarında bulundukları zamanı veya tran şahı Safî ile satranç oynayıp onu yenecek derecede dost oldukları günleri unutmam mümkün değildir. Hem BC korkucuyla, hem de ilginç maceralar ve deneyimler adına heyecanlanıyordum, iki kafadar en büyük cömertliği Özbek hanı imam Kuli Bahadır'dan gördüler, orada en mutlu zamanlarını yaşadılar. 40-50 gün zifiri karanlık ahırlarda bekletildikten sonra Nevruz bayramının coşkusuna kendini teslim etmiş büyük kalabalıklar önünde güreştirilen atları seyrettiğim Semerkand ile Buhara'da tam sekiz yıl gönüllerince yaşadılar. Altaylardan itibaren yapılagelen otantik nevruz şenliklerinde çekik gözlü güzelleri seyrederek Leylâ'mı tekrar tekrar özlediğim bu sekiz yılda benim, Orta Asya'daki doğal hayatı da tanıma fırsatım oldu. Efendim Fuzulî'nin soyu olan Bayat boyundan buralarda insanlar tanıdım; ama hiçbirini artık ona benzetemedim.

Göçebe hayatımızda, cildimin iyiden iyiye eskidiği yıllara girdiğimde, Kuli Han öldü ve Halep beylerbeyi, gizemli olaylara ilgisinden dolayı bizi şehrine davet etti. Eski zamanlara dair küllenmiş aşk korlarının yeniden tutuştuğu ve küllerin savrulmaya başladığı yeni bir çağ işte o zaman açıldı önümde. BC'yi ve Babil hırsızlarını hatırladım. Ne onlarla, ne onsuz olamadığımı o vakit fark ettim. "Aziz dostum! Ben Silistre'den ayrılma-saydım belki Müslüman bir ülkede hayat kurabilirdim; ancak dünyanın bunca günahına battıktan ve artık altmışına geldikten sonra, hele de şu hastalıklı bedenimle tekrar Müslüman gibi yaşama ikiyüzlülüğüne katlanamam!" diye veda eden ve ayrılırken bir hatıra olmak üzere beni Molla Mehmed'e veren Gustaf'tan sonra birkaç aydır Halep'teyiz. Brandenburg'ta tanışıp dost oldukları yıl Gustaf Müslüman sarığı değil Leh baratası giyıyoruu. Silistre'den beni koynuna sokup yukarılara doğru

İHM

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 2 7 9

kaçtığı gece Eflak köylerine yaklaştığı bir sırada karnını doyurmak üzere okladığı bir tavşanın kanını iç gömleğine, cepkenine ve serpuşuna sürüp Tuna'ya bırakmış, böylece hem Müslümanlığından soyunmuş, hem de Silistre önlerinde cepkenini bulanların Yusuf kıssasında olduğu gibi Mustafa Çavuş'u kurt yedi sanıp bir daha aramaya kalkışmamalarını sağlamıştı. Dostluklarının ilerlediği ikinci ayda Molla Mehmed'e beni gösterip hakkımdaki öyküyü ve Froberger'i anlattıysa da Molla Mehmed bu öyküye hiç inanmadı ve Froberger'i hayali bir adam sayıp isveç kraliçesine gitme fikrini hiç gündeme getirmedi. Molla için bu gurbet illerde Türkçe bir kitap ile karşılaşmış olmak, içinde entrikalar bulunan bir öyküden daha heyecan vericiydi çünkü. Daha sonraki yıllarda Gustaf kendisini afyona ve sihirbazlığa kaptırınca Molla Mehmed'e yardım eden bir figüran olmayı, isveç sarayında asilzade olmaya yeğ tutmuş, yıllar yılı Froberger'i her hatırlayışta belki bir gün isveç sarayında da gösteri yapacakları umuduyla iç çekmiş, ama bu isteğini ustası -artık ona "Ustam!" diyordu- Molla Mehmed'e hiç açamamıştı. Yine de ikisi birlikteyken hayatlarından memnun yaşadılar ve itiraf etmeliyim ki ben de ilk defa sade bir ömür içerisinde heyecanlı serüvenler görerek mutlu oldum, ikisi birlikte bazen iplerde yürüdüler, bazen kılıçlarla kavga ettiler. Birinin diğerini ikiye biçtiği, diğerinin de ötekini fıçılara koyup uçurumlardan yuvarladığı zamanlar oldu. Birbirlerine canlı sıçanlar yutturdular, yılanların zehirli dillerine hedef yaptılar. Bazen üst üste koydukları şişelerin üzerine perendeler atarak çıktılar, bazen iki sırık üzerinde insanlara tepeden baktılar. İsfahan'da beş yılda bir kez yapılan sihirbazlar ve cambazlar panayırında diğer meslektaşlarıyla yarışıp ayaklarına bağladıkları keçe postlar ile iki uçurum arasına asılmış iplerde sırtlarına birer kuzu alarak yürüdüler, dişleri arasında taşıdıkları sırıklar üzerinde şarap dolu testilerle seyircilerin arasına koşup halkı birbirine kattılar ve alkışlar arasında tamamladıkları gösterilerinden sonra ellerindeki hindistan

cevizi kabuğundan yapılma keşküle bırakılan paralarla kendilerine kuzu etleri, zencefilli pilavlar ve çeşit çeşit tatlılardan ziyafetler çekip form tuttular. Saçlarına bağladıkları makaralar ile uçurumdaki sicime asılı olarak boşlukta kılıç harbi yaptıkları cambazlık veya birinin diğerini görünmez yaptığı sihirbazlık gösterilerinden sonra yorgun ve tere batmış olarak akşamı ettiklerinde Gustaf şarap kadehi ve esrar kutucuğunu J I kucaklayarak orta malı bir kadının göğüsleri arasında; Molla

Mehmed de abdest alıp namaz kılmak üzere oturduğu seccadesinin üzerinde dinlendiler, huzur buldular. Aralarına hiçbir kırgınlık ve din ayrımı giremedi, girmesine müsaade etmediler. Birisi Arapça ve Farsça'yı medresede okumuş, diğeri Leh, Alman ve Rus dilini çocukluğunda öğrenmişti. Yalnızken Türkçe konuşuyor, gittikleri yerlerde diğer dillerle iş buluyorlardı. Birlikte otuzbeş yıl derbeder bir hayat sürdüler.

Molla Mehmed, Osmanlı veziri Baltacı Mehmed Paşa'nm önünde tek başına yapabileceği gösterilere mahkum olduğunu hissedince can dostu Gustaf'tan ayrı düşmenin acısıyla ilk defa yandı, "içkiyi de afyonu da artık bırakması gerektiğini kaç kere söylemiştim; belki de şu anda Buhara'nın en pis hanının sidik kokulu bir ahırında afyon yutmuş olarak can veriyor!" diye geçirdi içinden ve bu gösteriyi onun aziz hatırası için yapmaya karar verdi. Gustaf için yapılacak bir gösteri de ihtişamlı olmalıydı ve simya ile elde ettiği marifetlerin en büyüğünü göstermeye karar verdi. Böylece kendisini Baltacı vezire kabul ettirmek ve himayesine girmek geçiyordu içinden. Onun üzerindeki hüzün bulutunu dağıtabilirse belki kendisine gedikli dalkavuk bile olabilirdi. Bu yüzden işini çok iyi yapmalıydı. Önce huzurda diz çöküp herkesi selamladı ve "Hayye alessala, vezir ocağı daim ola, Baltacı Paşa kaim ola, Fisegor'un ruhu berbâd, Ibn Sina ile Ebu Haris ruhları şâd ola!" diye dualar etti. Ardından birkaç dakika ayakta bekleyip gözlerini yumarak mırıldanır gibi bazı cümleleri tekrarladı ve bir işaretiyle beylerbeyi hanendeleri kudümlerine

280 I um

ve dairelerine vurmaya başladılar. Zirgule makamından zil ve kudüm sesleri yükselirken her zamanki gibi kendisini seyredenlere bir uyarıda bulundu:

"Yârân u dostân! Bilin ve uyanık olun. Eğer cesaret sahibi yiğitler iseniz beni temaşa iderken korkup kaçmayın. Eğer kor-kacaksanız, şimdi meydanı terk edin!.."

Beylerbeyine ait sarayın avlusunu dolduran insanlardan bir tanesi bile bu uyandan dolayı yerinden kıpırdamadıkları gibi Molla Mehmed'in sözlerinden heyecan bile duymaya başladılar. Bunun üzerine Molla derhal üzerindeki esvapları en son parçasına kadar çıkardı. Üzerinde giysi namına hiçbir şey kalmayınca avluyu dolduran kalabalıktan uğultu halinde bir ses yükseldi. Molla Mehmed söze girdi:

"Ağalarım, beylerim! Ağa beylerim! Gördüğünüz gibi ben zekerli taşaklı bir adam değilim. Hatta dübürüm de yok. Böyle bilin, safânız olsun."

Molla Mehmed'in önünü ve arkasını düz bir deriden ibaret gören seyirciler, "Bre bu ne biçiirynsan. Hiç yiyip çıkarmaz mı, önü ardı tahta gibi deri parçaları?" diye düşünürken o meydanı üç tur dolaştı. Sonra, Semerkant'tan Halep'e kadar beni de içinde taşıdığı kirli çuvalından, Yemen hasırından incecik dokunmuş bir peştemal çıkarıp beline doladı ve karabataklar denizde yürür gibi birkaç adım sekerek koşmaya, ardından da ayakları yerden kesilip uçmaya başladı. Avlunun yüksek duvarları seviyesinde uçarak turlar atarken orada bulunan insanların isimlerini "Ey âkılân, ey gâfilân, ey falanın oğlu falan, ey filancanın babası feşmekan!" diye sayıp hepsini teker teker selamladı. Ben bu gösteriyi daha evvel çok kereler seyrettiğim için artık Molla Mehmed yerine avluda toplanıp ilk defa uçan bir adam gören insanların şaşkınlığını izliyor, onların hayret dolu yüzlerinin şekilden sekile girmesine bakıyordum. Bu sihir ustası adamın bir yandan kanatlı kuşlar gibi kollarını sallayarak uçarken diğer yandan kendilerinin başlarına talih kuşu konar

babil'de ölüm istanbul'da a$k[281

gibi ayağını değdirerek adlarını dosdoğru söylemesinden duydukları ürperti, dehşet ve heyecan, gerçekten de seyredilmeye değer şeydi. Molla Mehmed'in hemen herkesi selamladıktan sonra belinden peştemalını çıkarmasıyla avlu birdenbire şiddetli bir gulgule ile doldu. "Bre ayıp!" "Edep ya hu!" "Örtün gidiyi!" "Hani bunun zekeri yoktu!" gibi sesler arasında Molla Mehmed iki karış uzunluğundaki zekerini eline alıp birbirine giren insanların üzerine öyle bir işemeye başladı ki kaçan kaçana. Ben Molla Mehmed'in bu gösteriyi Rus sarayındaki asilzade hanımlar arasında da yaptığını hatırlayıp kadınların buradaki erlerden daha cesur davrandıklarını düşündüm. Biraz sonra avludakilerin pek çoğu paşanın ve beylerbeyinin, kilim döşeli sedirlere oturup kahkahalarla kumandanlarını ve Halep eşrafını seyrettikleri eyvanın altına kaçmak istedilerse de bir müddet sonra avlu Molla Mehmed'in tepeden serpe serpe işediği su ile çamur deryasına dönmeye başladı. Öyle ki halk sırılsıklam olup yalnızca koltuklarının altı kuru kaldı. "Bre bunun zekeri yoktu, şimdi elindeki ne ola, yahut üstümüze bu yağmur gibi yağan da nedir?!" diyenler çoğalırken Molla Mehmed paşaya dönerek "Efendimiz, emir buyurunuz, avlunun kapılarını sıkı kapatsınlar ve hatta anahtar deliklerini ve gedikleri tıkasınlar." dedi. Bunu söylerken elinde tuttuğu zekerini de paşaya doğru "Islatırım yoksa!" der gibi tehdit ile sallıyordu. Paşa bir yandan kahkahalar atıyor, diğer yandan "Bre kurşun ile vurun şu gidiyi!" diyor, ama emrini kimsecikler ne duyuyor, ne de itaat ediyordu. Nihayet avludaki deliklerin kapatılması için emir verdi. Molla Mehmed işedikçe işiyor, kaçışan insanların üzerinden bulut gibi dolaşarak onları kovalıyordu. Avludaki su yükselmeye başladığında herkes can derdine düştü. Yüzme bilenler soyunup su yüzünde durmaya, bilmeyenler de duvarlara ve kapılara tırmanmaya başladılar. Bir müddet sonra avluda yüzenlerin hali, okyanusta gemisi batıp da birbirlerine tutunmaya çalışan kazazedelerin haline döndü. Herkes Dicle nehri taşıp sel baskınına uğramış gibi can korkusuna düştüler. Çığlıklar,

282

imdat isteyenler, feryad u figan edenlerin haddi hesabı yoktu. Su yükseldikçe eyvanda oturan paşa da tedirgin olmuş ve "Bre açtır kapıları, askerlerim helak olacak!" diyordu ki beylerbeyi "Keder etmeyiniz paşa hazretleri, bu bir marifettir, bunda ziyan erişmez, bir parça sabrediniz!" diyerek onu yatıştırmaya çalışıyordu. Molla Mehmed paşanın tedirgin olduğunu görünce oyuna son vermek zamanının geldiğini düşündü ve bir martı suya iner gibi yere konup çuvalından çıkardığı bir çini kaseye işaret parmağıyla bir fiske vurdu. Avluya öyle bir çınlama sesi yayıldı ki herkes olduğu yerde Sodom ve Gomore halkı gibi donup kaldı. Molla Mehmed evvelki gibi zekersiz ve dübürsüz paşanın huzuruna gelip "Kusurumuz affola, serler def ola; dilimiz lal, akıttığımız zülal ola!" diyerek etek öptü ve bir yandan giyinirken diğer yandan, "İşte vezir-i dilîr! Askerlerinizin hâlini görün!" diye kimisi kapılara, kimisi duvarlara yarasalar gibi tırmanan, bazıları yerde kulaç atar, bazıları da boğulurken şahadet getirir gibi donup kalan adamları gösteriyordu. Paşa bu halden ürkmüş "Bre tiz kurtar bunları!" deyince elindeki kaseye bir fiske daha vurdu ve herkes kendine geldi. Artık avlu ayıp yerlerini örten, suda boğulmayayım diye üzerinde ne var ne yoksa çıkarıp yüzmeye başladığı için çıplaklığından utanıp bir köşeye büzülen, yahut da "Nerde benim esvaplarım?!", "Hançerim nerede?", "Yatağanımı sen mi aldın?" diye bağrışan bir alay insanla dolmuştu.

Paşa oyunu beğenmişti, ama anlı şanlı kumandanlarının böyle başıbozuk şehirli adamlar arasında küçük düşürülmesinden de alınmıştı. Emrine hazır bekleyen kollukçularına dönüp Molla Mehmed'i göstererek, "Yakalayın şu gidiyi, derhal sallandırın şu kapıda!" dedi. Bu sırada beylerbeyi araya girip aman diledi. Ben içimden "Eyvah!" dedim, "Kıyacaklar günahsıza!" O sırada Molla Mehmed "Paşa hazretleri! Eğer beni astıracaksanız, kanım size helal olsun. İlla son bir dileğim var; iki rekat namaz kılmama müsaade ediniz ve beni kendi sicimimle astırınız."

babil'de ölüm istanbul'da aşkl283

Paşa öfkeyle son sözlerini söyledi, "Molla Mehmed! Sen ölümü çoktan hak etmişsin; ama dediğin gibi olsun!"

Molla Mehmed'e çok alışmıştım. Şimdi ben ne olacaktım? Onunla birlikte dolaştığım yurtlarda Rukâl'in ve Leylâ'nın hatı-ralarıyla yaşamış, onların ayak izlerinde yürümüş, dağlarındaki çiçeklerin kokusunu teneffüs etmiştim. Halep'e gelirken ikimiz de ne umutlarla gelmiştik. Burada yerleşecek, sihire ve simyaya tevbe edecekti. Ya sazlı sözlü Baykara meclislerinde, ya da Halep Mevlevihanesi'nin tennureli dervişleri arasında huzur arayacaktı. Üstelik yarın ünlü şair Urfalı Nabî Efendi ile buluşup şiir sohbetleri edecekler, benden ve Efendim Fuzulî'den de bahsedeceklerdi. Ben bunları düşünüp birdenbire ters dönen talihime hayıflanırken Molla Mehmed avlunun ortasında ab-dest almış iki rekat namaz kılmaktaydı. Son duasını gözyaşları içerisinde etti. Ellerini yüzüne sürüp çuvalının yanına geldi. Çuvalın içinde beni koyduğu ibrişim örme cüz kesesini elleriyle kimseye hissettirmeden yokladı. Beni içinden çıkarıp cüz kesesinin ipliklerini çorap, söküğü misali eline dolamaya başladığında yine bir oyun peşinde olduğunu anlayıp rahatladım. Cüz kesesinin erişleri çuvaldan dışarı çıkarken çözülüyor ve çözüldükçe Molla Mehmed'in elinde birer yağlı ingiliz urganına dönerek kelep kelep uzuyordu. Molla cüz, kesesinden elde ettiği on arşın kadar bir urganı paşanın kollukçu neferlerine uzattı ve merdane bir eda ile: "Varın bildiğinizi usulünce işleyin!" dedi. Herkes bu sefer Molla Mehmed'e acımıştı. Affı için aman dileyip aracı olmak isteyenler, paşanın yüzündeki dehşet ifadesini görünce geri çekildiler. Halep beylerbeyinin gözleri yaşardı. Az evvel oyununa düşüp intikam dolu bakışlarla onu seyredenler şimdi dualar okumaya başladılar. Öyle ya Molla Mehmed daha başından söylemiş, göreceklerine dayanamayacak olanları avlunun dışına davet etmişti. Bunda onun bir günahı yok idi. Nihayet eyvanda paşa ile birlikte olanları seyretmekte olan yetmişlik bir ihtiyar araya girdi: "Devletlu vezirim, bu garip kulunuzu

2 84 um

bağışlasanız. Af zaferin zekatıdır 1 11 i ı ördüklerinizi safanıza sa-ledi. Paşa, "Şair!" dedi, ındanlarımın ırzını pay-îttirmem! Araya girmeyi-" Bu sırada ırzını korudu-kumandanların her biri I ir köşeye sinmiş, utanç içinde bekleşiyorlardı. Baltacı vezir bu kumandanlardan ikisinin aslında öyle kişilik sahibi insanlar olmadıklarını, hatta kendisi aleyhine dedikodu çıkaranların ele basılarından bulunduklarını da biliyor, ama öncelikle "Asker devletlû sultanımın askeridir!" diyor, sonra da arası açılan ordu ile belki buzları eritmeye çalışıyordu. Molla Mehmed son kez paşaya baktı ve avlu kapısının üst çengellerine asılan ilmeğe yürürken "Paşam, seni Yezdan'a ısmarladım. Hakkında hep hayır dualar edilsin, ömrün oldukça kumda oyna, götüne diken batmasın!" diye son duasını edip boynunu ilmeğe geçirerek şahadet getirmeye başladı. O sırada kollukçulardan hiç kimse ipini çekmeye yaklaşmıyordu. Birkaç dakika herkes bakakaldı. Sonunda Molla Mehmed'in boynuna geçen halat birden şekil değiştirmeye ve rengarenk derisiyle koca bir yılana dönüşmeye başladı. O sırada Molla yılanın boynuna sarılıp bir ata biner gibi sırtına doğru kendisini sardı. Yılan gittikçe büyüyordu. insanlar yine kaçışmaya başlamıştı. Yarım dakika içinde yılan yedi başlı bir ejderhaya dönüşüp ayakları üzerine şaha kalktı ve herkesin gözü

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 2 8 5

önünde kapıdan çıkıp tozu dumana katarak dağlara doğru uçarcasına yol aldı.

Başta paşa olmak üzere herkes bir rüyadan uyanır gibi kendilerini yokladılar, kimisi yanındakini çimdikleyip uyandırılmak istedi. Bu sefer paşa mahcup olmuştu. "Getirin şu gidinin çuvalını!" diye haykırdı. Çuvalı korka korka açan yeniçeri ağası içindekileri birer birer çıkarmaya başladı. Yıllar yılı kokularından baygınlık geçirdiğim türlü türlü eczalar, ölü akrep ve çıyan kuruları, yılan derileri, koyun ve keçi kelleleri, sirke, şarap ve katran şişeleri, deve yününden alaca ipler, eski kumaş parçaları, domuz ve katır ayakları, renk renk balmumları, kutularda canlı karınca ve hamam böcekleri, bir tomar kırtas, bir falçata ve makas, cilt kapakları, savaş sahneleriyle dolu minyatür levhalar, bir murassa hançer ve nihayet Tuşlu muhteşem yalancı Firdevsi'nin Şehnamesi ile ben, birer birer meydana döküldük. "Bre bu adam zındık mıdır ki şarap ve rakı taşıyor?" diye soran paşaya cevap beylerbeyinden geldi, "Hanım, vallahi iki haftadır bizimle beraber, gece namazda, gündüz oruçta bir adamdır. Bunlar hep simya ve sihir aletleridir; hepsini satsanız iki Abbasi altını etmez. Gördünüz, vücuduna bir yağ ile efsun eyledi, bize kendini dübürsüz ve zekersiz gösterdi; bir küçük şişede kırağı yağı süründü, zekeri çıktı, kumkuma ibrik ile adamlarınızın üzerine su döktü, herkes onu işiyor sandı, bizi güldürdü ama Allah için kötü adam değildi."

Baltacı vezir, ortaya koyduğu tavır ile zaten hedefine ulaşmış olmanın rahatlığı ile oturduğu yerden çevresindekilere bakarken "Doğru dersin efendi!" dedi, "Bir ipliği Hz. Musa mucizesi gibi ejderha eyleyip gözümüzden uzak oldu, varsın Allah selamet versin; halince eğlensin, dinince hallensin. İlla Molla Mehmed kitap da okurmuş, güzellikten de anlarmış. Hele şu Şehname'nin yazısındaki ve cildindeki efsunu seyret, saray hazinesinde bile böylesini görmedim ben. Ya şu resimlerin güzelliğine ne buyrulur?!.. Buyur bir de sen bak. Şu kitap da Bağdatlı

286

Fuzulî üstadın Leylâ ile Mecnûn mesnevisi. Bu da ancak Hayriye sahibine yaraşır; buyurunuz üstadım."

Beni verdiği yetmişlik ihtiyar, az evvel Molla Mehmed'in affedilmesi için yegâne cümleyi cesaretle söyleyen "şair" idi ve bir yandan paşaya teşekkür ederken diğer yandan satırlarımın baş taraflarına yazılmış çivi yazısı rakamların ne olduğunu anlamaya çalışıyor ve bunların böyle bir mesnevi içine neden yazılmış olabileceğini düşünüyordu. Hayalinde Fuzulî'yi rahle başında şiir yazarken canlandırmaya çalıştı ve mırıldandı: "Ne büyük şairsin sen ey Hilleli! Dünyanın bütün kitapları yansa, iskenderiye kütüphanesinin başına gelenler bütün kütüphanelerin başına gelse, edebiyat ve şiir adına senin bu kitabın insanlığın vardığı zirve noktayı göstermeye yeter! Ruhun şad olsun!.."

Benim ceylan bakışlı, sümbül kokuşlu sevgili Leylâ'm! Molla Mehmed'i son defa görmüştüm o gün. Seni özlediğim gibi olmasa da aramızda hukuk vardı, ony da özleyeceğim. Ferah ferah söyleyebilirim ki simya araçlarını Halep konağında bırakıp dağlara doğru uzaklaşırken gülümsüyordu ve içinde huzur vardı. Kim bilir şimdi hangi mevlevihanede Mehmed Dede olarak yaşamaktadır? Ve sen, şimdi kim bilir hangi aşk ülkesinin sultanısın Leylâ? Çok özledim seni çook!.. Ne olur, seher yeliyle kokunu gönder bana; ne cihette olduğunu bileyim hiç olmazsa.

babil'de ölüm istanbul'da a$k[287

Olmuş o kadar halk-ı cihan mekirde üstâd Kim sabıka-i şöhret-i şeytan unutulmuş

Nabî

İnsanlar hile ve üçkâğıtçılıkta o kadar usta-taşmışlar ki, şeytanın bu konudaki şöhreti unutulup gitmiş.

XXIV

Bu, Halep'te Şairleri Dinleyerek Mutlu Olduğum ve Hiç Aramadığım Bir Anda Leylâ'yı Bulduğumdur

Halep Beylerbeyi Baltacı Mehmed Paşa "şair" demişti ona. Başkalarının "Ekmel-i şuarâ-yı Rûm (Anadolu şairlerinin en mükemmeli)" dediğini daha sonra, evindeki şiir sohbetlerinde öğrendim. Yanık buğday benizli, yüzünde ruhunun haritası okunabilen bu yetmişlik adam, Efendim Fuzulî'nin aşk ile söylediklerini, nice zamandır tecrübe ile söylüyordu. Efendim'in gönlüne doğru yaptığı şiir yolculuğu bu adamda zihne doğru yapılıyordu. Efendim hissederek söylerdi, bu düşünerek söylüyor. Efendim sözü eksene doğru çekerken o muhite doğru yayıyor; Efendim içindeki duygu volkanını, bu ise dışındaki yanardağı anlatıyordu. Efendim insanı merkeze koyarken, o toplumu esas alıyordu. Divan şiirinin iç derinliği onun kalemiyle topluma yayılıyor, gittikçe daha fazla yozlaşan bir toplumun çoktandır aksayan yönlerine ayna tutuyordu. Anadolu şiiri, onun kaleminin ucundan yepyeni bir biçimde, hikmetle yoğurulup

28 8 l&m

akıyordu. Halep'e gelip giden her kervan, Topkapı Sarayı'ndan donanıp yola çıkan her sürre alayı, hacc yolculuğuna çıkan her kafile ona istanbul'da yeni yeni yazılmış olan şiirlerden bir tomar getiriyor, o da bunları okuyup eleştirdikten sonra şairlerine yol gösterici notlar yazarak geri gönderiyor, bu arada benim Leylâ ile konuşmalarımızı dillendiren gazellerimdeki bazı beyitleri örnek veriyordu. O bir şiir eğitimcisiydi ve işini artistik bir eda ile yapıyordu. Bu açıdan o bana, Bayezit Camii avlusundaki remilci dükkanında genç şairlere vezin ve üslup öğreten Balıkesirli Zatî Efendi'yi hatırlatıyordu. Ben Süistre kalesinden Froberger'in yardımıyla kaçırılıp Osmanlı ülkesi yerine karlı kuzey ülkelerinde dolaşırken, meğer Osmanlı coğrafyasında ne kadar da çok şair yetişmiş.

Bunları düşünürken BC'yi hatırladım yeniden. "Marduk'un yahut üstadlardan birinin elinde olsaydım bütün bunları duyarak değil görerek öğrenebilirdim." diye geçirdim içimden. Şiir ile BC arasında bir gizli anlaşma var gibi geldi o anda bana. Birinden kurtulunca diğerinin kucağına düşmek istiyordum ama yazık ki o da terk ediyordu beni derhal.

BC bunca zamandır neden beni aramıyor ve sormuyordu; yahut arayıp soruyor idiyse neden bulamıyordu, şaşırıyordum. Acaba BUAM planlarında yolunda gitmeyen bir şeyler mi vardı? Yahut Babil ilahlarının altın heykelleri hırsızların eline mi geçmişti? En kötüsü de acaba artık bana ihtiyaçları mı kalmamıştı?! Ama daha sırlarımı açmamıştım ki onlara, daha okuyacakları aşk ve gizlilikle örülmüş beyitlerim vardı. Efendim Fuzulî onları özene bezene söylemiş, yerlerini düzenlemiş ve bağrıma yazmıştı. Bunca emek boşa mı gidecekti?

Neden şairler değil de BC üstadları sırrımın peşinde idiler ki sanki?!.. Eğer şairler uzay ile ilgilenselerdi kara deliği bulabilirler miydi ki?!.. Osmanlı ülkesinde şairler uzayı Babilli bilgeler gibi değerlendirmiyorlardı yazık ki. Onlar gökleri güneş sultanının idare ettiğini düşünüyorlar ve tam bir doğulu hükümdarın

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 2 8 9

hükümet etme biçimini onlara yakıştırıyorlardı. Babil'in ilah dediklerine bunlar birer hizmetkâr gibi davranıyorlardı. Söz gelimi Ay o sultanın veziri, Utarit katibi, Merih başkumandanı, Müşteri kadısı, Zühal bekçisi, Zühre de çalgıcısı idi. Son tanıdığım şair olan Nef'î bunları çok iyi bilir ve şiirlerinde sık sık adlarını anardı. Meğer onun boğdurulmasından sonra Osmanlı ülkesinde göklerdeki güneş sultanlığını tekrar tekrar anlatan ama onların Babil ilahlarının sembolleri olarak altın heykeller halinde Babil zigguratmın altında beklediklerinden hiç haberdar olmayan pek çok şair yetişmiş. Üstelik pek çoğu da bütün saraylılar, paşalar, zenginler ve asiller arasında el üstünde tutulur olmuşlar. Sevinilecek olan taraf şu ki ben, karlı kentlerde simya seyreden hanımlar tarafından bile sıcak bir ilgiye muhtaç yaşarken bu sıcak iklimlerde şiir hiç duraksamadan yoluna devam etmiş ve birbirinden usta söz sultanları yaşamış. Benim dolaştığım yurtlarda bencileyin âşıkların öyküleri "roman" adıyla ve düzyazı ile yazılırken buralarda romanların konusu iki dizelik beyitlere sığdırılmaya başlanmış. Halep şehrine şiir gönderen adamlar arasında birbirleriyle kâh atışan, kâh nazirelerle üstünlük çabası gösteren şairlerin rafine beyitleri bunlardandı, ince hayalleriyle Mustafa Naili, kimsecikleri hedef almadan yazdığı kasideleriyle şöhret olmuş Uncuzade Fehim, na'tlarıyla tanınan besteci Nazîm, sarayın iltifatlarına en ziyade nail olan Osmanzade Taib, Hayriye'ye benzesin diye şu günlerde oğlu Lütfullah Çelebi'ye adanmış Lütfiye adlı bir öğüt mesnevisi yazan Sünbülzade Vehbî, bir türlü kabına sığamayan Sabit Efendi ve daha başkaları...

"Sanatın gayesi yenilik ve güzelliktir." diyordu her gün biraz daha hayran olduğum bu adam ve Hicaz yollarında vahaları kıskandıran güzellikler yaratıyordu. Halep kentinin beyaz kireç boyalı, çatısız ve sıra sıra evlerini ayaklarının altına serümiş bir okyanusun köpüklü dalgalan gibi seyreden güzel malikânesinde her gün batımında meclisler kurarak kentin bütün eşraf ve

290 I um

*!•-¦#-

ayanına şiirce konuşmaktan büyük haz duyuyordu. Yerli Arapların Bağ-ı Nabî dedikleri bu tepede vaktiyle Halep'in ilk kralı Yarim Lim oturmuş. Bilge rahip Arşiya Akeldan'dan birkaç yüzyıl önce bu malikânenin duvarlarını taşıyan temelleri Hitit kralı Şuppiluliuma koymuş yerli yerine ve üzerine o ünlü sarayını yaptırmış. Bağ-ı Nabî'de nesiller boyu soylular oturmuş, çağlar boyu güzellikler yaşanmış. Sazda ve sözde, zihinde ve gözde...

Güneş Mezopotamya ovalarının ekinlerini sarartmaya başladığında Bağ-ı Nabî'deki sıra meclisi, taze hanendelerin pürüzsüz seslerinden ruhavî şarkılarla açılıyor ve gönüller açmaya başlıyordu. Urfalı Yusuf Nabî Efendi, bir veba salgınında istanbul'dan çıkıp havasını ve suyunu çok sevdiği bu kente gelirken ardından sultan Avcı Mehmed'in iltifatları da gelmiş ve bu malikâneyi kendisine devlet yurdu miri malı diye bağışlamıştı. Molla Mehmed'in

babtl'de ölüm istanbul'da a 5 k I 2 9 1

cüz kesesinin iplerinden dönüştürdüğü ejderhaya binip gittiği günden bu yana Halep beylerbeyi olan Baltacı Mehmed Paşa en ziyade burada oturur, en çok onun sohbetlerinden lezzet alır, sık sık kendisini iltifatlara boğar, malikânenin masrafları ile şiir meclislerinin ikramlarını karşılamasına yardımcı olurdu. Bugün yine paşa hazretleri meclisteydi ve hanendeler onun sevdiği şarkıları seslendiriyor, Nabî Efendi'nin yeni yazdığı gazelleri okuyorlardı. Çerkeş cariyeler ikramlarda bulunurken ev sahibi şairden şeref konuğu paşasına yeni bir kaside ithaf edilip inşad olundu. Nabî Efendi beyitleri bir notadan çıkmış gibi ahenkle söyler ve beytin anlamına uygun jestler mimiklerle mısralara heyecan katarken, paşa oturduğu mindere sığmayacak gibi oluyor, Halep'te böyle bir şair ile birlikte bulunmanın nimetine şükrediyordu. Övgü dolu beyitler kendisine sanki bir sarhoşluk vermişti. Nihayet kasidenin dua bölümünü de dinledikten sonra "Üstad!" dedi paşa, "Dillerin şeker olsun, ağzına pırlantalar doldurayım senin, dile benden ne dilersen?"

"Aman şevketlum, kulunuzu mahcup ediyorsunuz. Dostluğunuzu bağışlayınız kâfidir."

"Sana efendi, sana kim dost olmaz ki! Vardır bir dileğin elbet, hele söyle de emir buyuralım!"

. "O hâlde şevketlum!" dedi Nabî Efendi fazla naza çekmeden kendini "Güzel sesli, yazıyı bilen bir halayık lutfetseniz de tomarlarda bekleyen şiirlerimi okutup yazdırsam."

"Daha iyisini yapayım, sana yarın bir cariye göndereyim." "Gözümüz başımız üzre efendim, nurun âlâ nur olur." Gün batımından sonra meclis daha da şenlenmişti. Hafız divanından, Ali Şir manzumelerinden, Yesevi hikmetlerinden şiirler okunuyor, şairlerin dereceleri tartışılıyor, Arapça ve Farsça beyitlerle meclise neşe katılıyordu. Halep eşrafından Arapça şiirler yazan Abdusselam Ağa "Eğer müsade buyurulursa..." diye başladı sözüne paşadan sohbet iznini almak için ve Nabî'ye

ifPPT

2 92 l*m

dönerek "Anadolu şairlerinden bahsetseniz biraz; şiirin o bahtiyar illerde nasıl geliştiğini gösterseniz."

Bu teklif en fazla beni heyecanlandırmıştı. Neredeyse yarım asırdır ayrı kaldığım istanbul'da, Rukâl'imi yitirdiğim o muhteşem kentte, kaldığım evlerde ve eskiden tanıdığım şairlerin yurdunda neler olmuştu, böyle bir sohbet açılınca öğrenecektim.

"Tıpkı Arap'ta olduğu gibi Anadolu'da da şairler güzele ulaşmak için hep yenilik peşinde koşuyorlar." diye söze başladı Na-bî Efendi ve dizinin dibinde duran testiden nakışlı kaseye doldurduğu hurma şerbetini yudumladıktan sonra devam etti: "Bikr-i mazmun ve bikr-i mânâ için taze fikirler arayıp durma-dalar şimdilerde. Hanlar hanı Kanunî Süleyman çağına kadar Anadolu'nun söz ustalan İran şiirini güzel kabul etmişler ve taklide yönelmişlerdi. Çünkü o zaman bu şiirler bizim için yeniydi. Edirneli Necati Bey ve Fatih Sultan Mehmed'in veziri Ahmed Paşa ile başlayan bu güzellik ve taze mazmun arayışı Kanuni çağında Zatî, Yahya Bey, Bakî, Hayali gibi ustalarımızın dilinde bir kat daha süzülerek şekil buldu. Ama hepsinden öte Bağdatlı Fuzulî üstadımız sanata yeni bir aşk kazandırdı. Artık derin hisler, ince hayaller, muntazam fikirler, zengin ahenk, ustaca söyleyiş ve kişisel üsluplarla Anadolu şiiri bütün Osmanlı coğrafyasını kapladı. Şiire ve şairlere özgü kitaplar yazılmaya başlandı sonra. Sehî Bey, Âşık Çelebi, Hasan Çelebi, Kastamonulu Latifi Efendi ve diğerleri sökün edip geldiler birer ikişer. Şiiri ve şairleri yazdılar yüzlerce sayfaya. Şiir ad oldu, şair bir sıfat, isimlerden evvel mahlaslarla anıldı yiğitler ve diviti belinde doğmaya başladı çocuklar. Evvelki şairlerin üstadınkine benzetebilme adına söylediklerini artık yarışırcasına söyleyenler yaşamaya başladı. Geçtiğimiz nesilde bunlar bir istiğna ile Iran şiirini de aştılar. Nef Tnin kasideleri ile Şeyhülislam Yahya'nın gazelleri muhayyileyi derinleştirdikçe derinleştirdi. Dil gittikçe güzelleşti ve süzüldü. Önceleri 'ay gibi güzel sevgili'

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 2 9 3

yahut 'la'l gibi kırmızı dudak' denirdi. Sonrakiler 'ay sevgili' veya 'la'l dudak' demekle yetindiler. Şimdi şiire âşinâ her kulak, 'ay' deyince sevgiliyi, 'la'l' deyince de dudağı anlamaya başladı. Bugünkü şairler neden 'servi gibi uzun boy' desinler ki, 'servi' deyince herkes onu sevgilinin boyuna zaten benzetiyor. Dilin böyle kuyumcu titizliğiyle işlenmesi, dizelerin de dantela gibi örülmesini sağladı. Artık Iran modellerine iltifat eden yok. Gördüğünüz gibi Anadolu şairleri birbirlerini aşmaya çalışıyor, Türk şiiri kendisiyle yarışıyor."

"Peki birbirlerinden ayrı, seslerinden uzakta bunu nasıl ba-şarabiliyorlar?" diye sordu bu sefer ağa.

"Hem kolay, hem zor bir sual!" dedi Nabî elini havada döndürerek.. "Kolay, çünkü Osmanlı medreselerinde bir ders olarak okutulmamasına karşın şiir, medreselerin duvarlarına sinmiştir. Öğrenciler aruz dersi okurlar ama Iran şiirini Farsça öğrenirken tanırlar. Derslerinin dışındaki zamanlarda şiir onların hem eğlencesi, hem konuştukları dil gibidir. Çorbaya kaşık salarken, yahut hücrelerinde cebir ve geometri çalışırken şiir dillerinin altında bekler. Yataklarında vezinle dönüp uykularında kafiyeyle horlayacak kadar şiirle iç içe olanları vardır. Şiire hevesli ve yeteneklileri daha talebe iken okumakla yetinmez, yazmaya, başlarlar. Bunlardan şairane bir yaratılışı olanlar ise çok kısa zamanda kendilerini belli

294 i um

eder ve şair tezkirelerine adlarını yazdırırlar. Sualinizin zor kısmı da şudur ki, ilim olmadan şiir olmaz. Geniş bilgi ve kültür sayesinde güzel şiir yazılabilir. Aksi takdirde kendinizi yenileyemezsiniz, imdi, bir kişinin şairane yaratılışı olup bilgisi de varsa ona gereken tek şey üsluptur. İsterseniz buna kişisellik ve yaratıcılık diyelim. Büyükler içinde en büyük olanlar işte bu üslup sahipleridir. Bakî üstadımız rindâne üslup ile, Fuzulî üstadımız da âşıkane üslup ile diğerlerinden ayrılırlar. Herkes kaside yazabilir ama Nef'î gibi kahramanâne yazamadıkları için biz ille de onu sever, onu taklide çalışırız."

"Kendinize haksızlık etmeyiniz üstadım!" dedi Baltacı Paşa, "Sizin kasideleriniz ve hele de hakîmâne üslubunuz mülk-i Os-manî'de ne görülmüş, ne işitilmiş şeydir."

"Bana gelesiye kadar şevketlum, bu şiiri tasavvufun vecdi, devletin şevketi, zaferin feyzi ve şairlerin bereketi o kadar yüceltti ki, benim işim hem daha kolay, hem daha da zor oldu. Kolay oldu, örnekler önümde duruyordu. Zor oldu, sanki benden öncekiler her şeyi söylemişlerdi. Hind üslubunca söylemek de pek bana yakışır görünmüyordu. İçinden geçtiğimiz çağların siyasi ve toplumsal çalkantıları beni sık sık çözüm arayışlarına sürüklerken üslubum kendiliğinden belirmeye başladı. Derin tefekkürler ve ardından bunu veciz söylemeye çalışmak, bunun için sancılanıp bunun için dokuz doğurmak... işte benim gecelerimi dolduran sır. Kanaat ve tevekkül, içe doğru yapılacak seyr ü seferler, niçin ve nedenleri çok bir düşünce dünyasında çırpınarak geçen yıllar, görülen bunca haksızlığın çaresini düşünmek, yolsuzluklar, rüşvetler, isyanlar, yenilgiler, saltanatın sık sık el değiştirmesi, devletluleri Celali olmaya sürükleyen nedenler vs. hep birer sancı gibi bağrımdan kâğıtlara dökülmek istiyor. Hikmet dediğin nedir ki zaten şevketlum, bir derin acıdan başka."

Nabî sözlerinin burasına geldiğinde hayıflanarak başını sallıyordu. Kendi ömrüne veya gençliğine mi, yoksa devletin

babil'de ölüm istanbul'da a;k{295

gittikçe güçten düşen durumuna mı böyle üzüldüğünü kimse kestiremedi. Meclise bir hüzün çökmüş gibiydi. Sonra okunan şiirler hep bu hüznün kanatlarında yükseldi. Çok geçmeden, paşa hazretleri başta olmak üzere birer ikişer meclisi terk eden şiir meraklılarının hepsinin ağızlarında devletteki bu kötü gidişatın bıraktığı kekremsi tad vardı.

Ertesi gün Nabî Efendi erken uyanmış, malikânenin kameriyesinde, perhizine uygun olarak peynir, süt ve hurma reçelinden ibaret kuşluk kahvaltısını yapıyordu. Dışarıdan at kişnemeleri duyup kulak kesildiği sırada avlu kapısının tok sesli tokmağı vurulmaya başlandı. Kâhyanın açtığı kapıdan üç ulak girip atlarından indiler. Bunlar o yılın sürre alayını Hicaz'a götürmekte olan kervanın muhafızlarından idiler. Yüzlerinde üzgün bir ifade, tavırlarında bir tedirginlik vardı. Nabî "Bu geliş hayra alâmet görünmüyor; hayırlısı ola!" diye mırıldanarak üçünü de sofraya buyur etti. önce selam kelam edildi, ardından ulaklardan biri koynundan çıkardığı mühürlü bir saltanat kuburunu Nabî Efendi'ye uzattı. Nabî Efendi kuburun içindeki buyrultuyu çıkarıp okudu:

"Halep'te mukim Urfalı Yusuf Nabî Efendi'ye buyruldu ki,

Halen ikametinize tahsis kılınan malikânenin, devlet hazinesinde yapılan yeni tasarruf tedbirleri muvacehesinde hazine-i hassaya devri kararlaştırıldığından, yedi gün içinde münhal olarak anahtarının beylerbeyi hazretlerine teslimi hususunda emr ü ferman padişahımız efendimizindir.

FîRecebü'l-mürecceb, sene 1122.

Sadrazam Ali Paşa"

Okuduklarının ağırlığıyla sarsılan Nabî Efendi bu fermanın Sultan III. Ahmed'den değil, onun mührünü kullanan Çorlulu Ali Paşa'dan geldiğini çok iyi biliyordu. Çünkü kendisi istanbul'da bulunduğu vakit Sultan Avcı Mehmed'e, o vakitler himayesinde bulunduğu Musahip Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı için iyi niyet

296

mektubu vermiş, rakibi Çorlulu Ali Paşa da bunu daha sonra haber almış, bunu bir ihanet gibi görüp "Ben sana gösteririm ya şair! Felek neman bana fırsat vere!" diyerek içine atmıştı. Hatta bu gücenikliğini ihsas ettirmek ve onu aşağılayıp intikam almak için vaktiyle kadılık yaptığı Üsküdar'da inşa ettirdiği helaya ebced hesabı üzere bir tarih kıtası yazmasını istemişti. He\a için tarih düşürmek gelenek olmadığı için Nabî bundan gerekli dersi çıkartmış ama düşürdüğü kıtada iadeli taahhütlü bir nükte yaparak başının çaresine bakmıştı. Yazdığı tarih kıtası o günlerde dillere destan olmuştu ki şöyleydi:

Kadım yaptı ayak yolu Atıklar kalmasın tende Dedi Nabîyâ tarihin Sıçayım hayratına ben de

Bu tarihten sonra Nabî Efendi ile Çorlulu Ali Paşa'nın yolları tamamen ayrılmış, aralarında bir düşmanlık başlamıştı. Demek ki Çorlulu istanbul'da sadrazam olmuştu da şimdi o eski hesabın intikamını alıyordu.

Nabî Efendi buyrultuyu getiren ulaklara üzüntüsünü belli etmemeye çalıştıysa da bütün gün içindeki ateşi söndüremedi. Çaresiz malikâneyi boşaltacaktı, iyi de, yetmişinden sonra nereye giderdi? Bir başına olsa neyse; yanında bunca adam çalışıyor, bunca aileye rızık çıkıyordu. Baltacı Paşa'nm bundan haberi olduğunda küplere bineceğini, ama sadrazamın emrine de karşı çıkamayacağını biliyordu. Akşama doğru avlu kapısının tokmağı yine vurulduğunda Nabî Efendi odasında bir gazelini bitirmek üzereydi.

Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz

Biz neşâtın da gamın da rûzigârın görmüşüz

"Dünya bağında hem sonbaharı hem baharı gördük biz. Kederin de sevincin de rüzgâr gibi esip geçtiğini pekâlâ biliriz bu M

babil'de olum istanbul'da a;k|297

yüzden..." diye başlayan bu gazelinde Çorlulu Ali Paşa'nın tutulduğu bu makam sarhoşluğunun nasıl gelip geçici olduğunu, mazlumların ânını alanların elbette iflah olmadıklarını, bu meydanda nice hızlı binicilerin bir âh okuyla yere serildiklerini, gurura kapılanların da bir gün yere kapaklandıklarını ve içinden murad badesini içtikleri kadehlerin bir dilenci kasesine döndüğünü, yetmiş yaşın tecrübesi ve zaten en iyi söylediği hikemî üslup ile uzun uzun anlatıyordu. Selamlık kapısı çalındığında henüz mürekkebi kurumayan gazelini yazdığı kâğıdı aceleyle nereye koyacağını şaşırmış ve masanın üzerinden beni alıp artık iyiden iyiye eskiyen cildimin zahriyesine titreyen elini koyarken "Giriniz!.." deyivermişti.

Allah'ım! Ne müthiş bir andı o!.. Yıllar yılı gördüğüm rüyalara ve daldığım hayallere benzemeyecek kadar gerçekti, işte karşımdaydı! Yaklaşık iki yüz yıldır her gittiğim yerde aradığım, her arayışta biraz daha özlediğim ve her özlemde biraz daha âşık olduğum, sevdiğim, ruhumda erittiğim ve zihnimde dondurduğum sevgilim işte karşımdaydı. Leylâ idi bu. Ta kendisiydi.. Dicle kıyısında ben bir çilek iken narin parmaklarına alıp, sonra dudağına götürecek yerde kazanda kaynayan hurma liflerinin arasına atan kara saçlı, kara gözlü, kara bahtlı sevgilim idi. Akşam Baltacı Mehmed Paşa'nın Nabî Efendi'ye göndermeyi vadettiği yazıcı kız Leylâ idi; benim Leylâ'm. Hille'den çıkıp yıllarca ve yıllarca, ülke ülke, diyar diyar dolaşarak aradığım Leylâ'm.

Ben, Efendim Fuzulî'nin muhteşem kölesi Kays... Leylâ'mı hiç aramadığım bir zamanda buldum. Umut kestiğim vakit sevindim. Öykümün içinde yaşayan Kays, ne kırda, ne de çölde karşılaştığı zaman Leylâ'ya bu kadar yakın olmuştu, işte yanı basımdaydı. Kalbiyle kalbimin arasında yalnızca Nabî Efendi'nin nefesi vardı. Zavallı ihtiyar!., işte o da benim gibi donakalmış, bu

298

güzellik karşısında yorgun kalbi heyecanla çarpmaya başlamıştı. Nasıl çarpmasındı ki, daha önce hiç böyle güzel bir cariyesi olmamıştı. Üstelik yazı bilen, şiirden anlayan güzel sesli bir cariye... Nerelerde saklanmış, nerelerde yetiştirilmiş bu kız, diye düşündü. "Esmer bir gülün koynunda büyümüş olmalı!" dedi sonra ve kararını hemen değiştirdi, "Yok yok, Allah bu kızın hamurunu gül kokusundan yoğurtmuş olmalı." O anda içinden neler geçiyordu neler?!. Bir ara "Neden genç değilim; yahut ben genç iken neredeydi bu kız?!" diye hayıflandığını bile hissettim ve sonra dilinden şu beyit döküldü:

Geçirdi çaşnigîr-i felek ol denlü vaktin kim Nevâl-i ârzû meydana geldi işteha gitti

Bu beytin "Feleğin lezzet tadıcısı o kadar vaktini geçirdi ki, tam yenilecek yemek sofraya gelince iştah kapandı." demeye geldiğini elbet biliyordu benim Leylâ'm. Yüzünün kızarması zaten bu yüzdendi. Gözlerini önce yere çevirdi, ardından da bir günde önce kötü, sonra iyi haber alarak iyice şaşkına dönen, dahası, karşısında böylesi bir güzellik gördüğü için eli ayağına dolaşan şaşkın ihtiyar Nabî Efendi'nin elinde beklemekte olan bana döndürdü. Hissetmişti sanki.. Nabî Efendi'nin tutulan dili yerine ben söyledim: "Evet o benim, aşkınla çıldırıp Leylâ adını bütün dünyaya duyuran Mecnûn. Benim o, ben Kays... Hani okula gitmiştik birlikte de, hani birbirimizi okumuştuk kitap diye. Hani mektuplarını bulutlar, kokunu seher yelleriyle göndermiştin bir zamanlar bana. Hani senin uğruna savaşlar çıkmış, benim olmanı isteyen Nevfel ile senin olmayı isteyen îbn Selam'ın bahadır yiğitleri kanlarını akıtmışlardı kızgın kumlara. Hani en sonunda hiç kimsenin olmadığı bir yerde, üzerinde kefen ile randevu vermiştin bana da, daha bedenin soğumadan gelip yetişmiştim yanına. Hani adımıza âşıklar yemin eder olmuşlardı. İşte o benim, Kays, senin mecnûnun, uğrunda çıldıran Kays! Yokluğunda geçen asırlar boyunca,

babil'de ölüm istanbul'da aşk[299

Ger ben ben isem nesin sen ey yâr Versen sen isen neyim ben-izâr

deyip içimde yaşattım seni. Biliyordum, benim için yaşayacağını, benim için yaşatılacağını ve bir gün bana geleceğini biliyordum. Hoş geldin gözümün nuru, hoş geldin sevincim, ilkbaharım!.. Aşkım, ruhum ve gözyaşım, hoş geldin!.."

Elini uzatıp aldı beni Nabî Efendi'nin kucağından ve kapağımı açar açmaz "Kaaayss!" dedi ve ta Dicle kıyısındaki kulübede önce öpüp sonra kömür karasıyla örttüğü alnıma yeniden götürdü dudaklarını, buselerini tazeledi, asırları aşan kokumu kokladı, beşeriyetini kamçılayan bir içgüdüyle kaç göbek sonra kendi kokusunu tanıyıp bağrına bastı. Vaktiyle kömür karası ile yazdığı adımı okurken beni tanıdığını anladım. Heyecanından, kalbinin çarpışından, ellerinin titremesinden anladım. Evet, Leylâ'mın ellerindeydim. Aradan geçen bunca çağlarda kaç nesil sakladıysa kendini, kaç hücre değiştirip kaç gen zincirinden süzüldü ve kaç can ipliğinden indiyse anlaya-mıyordum ama Leylâ'mın dudakları değmişti en eski dudak izine. Kömür karasına karışan kan rengi şakayık, Rukâl'imin masumiyet çiçeği, onun dudağından yeniden renk buldu. Bu dakikanın, ömrümü anlamlandıran bir bekleyişin vuslatı olduğunu, bu ânın bütün bekleyişimin gizemini taşıyan bir yeniden doğuş olduğunu anladım. Yarım hayatımın tamamlandığı o anda "Leylâaa!" diye haykırdım, tıpkı daha evvel uğrunda can verirken yaptığım gibi. Tıpkı Efendim Fuzulî'nin yazdığı gibi. Yeniden can vermeyi istedim bir anda bin defa ve bin defa dirilip yeniden son nefeste bin defa adını haykırarak adını son kez ayyuka çıkarmayı istedim. Dünya gözümden siliniyor, hayat çevremde bulanıklaşıyor, varlık kendini yok ediyor, bilinç göklere kanatlanıyordu; "Leylâaa!" diye haykırdım ve gözümde kalan son nakış Leylâ'nın kara gözlerinde gördüğüm suretimdi...

300İL,M

Başka hiçbir şey hatırlamadım, ne kadar zaman bilmiyorum, hatırlamayı unuttum. Uyudum ve uyanmayı sildim lügatimden.

Aaah, vuslat!.. Unuttuğumu hatırlat bana!...

Kimdir bizi men'eyleyecek bâğ-ı cinândan Mevrûs-ı pederdir gireriz hâne bizimdir

Nabî

Cennet bahçelerinden bizi men edebilecek olan da kimmiş!?.. O ev bize Adem atamızdan mirastır, elbette gireriz.

XXV

Bu, Mehtaplı Gecelerde Leylâ İle öpüştüğüm ve Sadabad'da Hırsızlar Eline Düştüğümdür

Bildim ki nihan belâ imiş aşk Bir dertli macera imiş aşk

"Altıncı şifre gözlerimin önünde!" diye sevinçle ellerini çırptı İbrahim Paşa beytimi okurken ve devam etti, "Bin üçyüz yetmiş beşinci beyit... İçinde aşkı-da var, nihanı ve gizliliği de. Müjde dostlarım, Arşiya Akeldan'ın sırrı da, Babil ilahlarının altın heykelleri de kendilerini sunmaya hazırlanıyor ayaklarınıza, müjde!"

Benim gördüğüm ve tanıdığım en ilginç adamlardan biriydi ibrahim Paşa. Ezdin voyvodası Ali Ağa'nın oğlu olarak 14 yaşında helvacı yamaklığı yapmak üzere geldiği İstanbul'da zekâsını vizyona, gayretlerini başarıya dönüştürerek adım adım ilerlemiş ve saray helvahanesinde başlayan yükseliş macerasına bundan on iki yıl evvel sadrazam olarak noktayı koymuştu.

3 O 2 I um

Vezirliğinin ilk yıllarında zarif, yenilik yanlısı ve aydın kişiliğiyle padişahı çok etkilemiş, itimadını kazandıktan sonra da yavaş yavaş yönetimi kendi avuçlarına almaya başlamıştı. Ona, "Devletinizi sizin adınıza korumak zorundayız!" diye çoğul ifadeyle güven verdiği zamanlarda da aslında BC adına konuşuyor ve sultanın çıkarları ile BC'nin çıkarlarını örtüştürüyordu. Cemiyet adına yetkilerini kullanmaya başladıktan sonra gücünü bir tür baskıya dönüştürmüş, devletin dış ilişkilerinden, savaş kararlarına, barış andlaşmalarından ekonomik tedbirlere, görev atamalarından ulufe dağıtımına, hatta merasimlerden eğlence tertiplenmesine kadar her istediğini yaptırtır olmuştu. Devlet yönetimine getirdiği insanların pek çoğu kendi yakınları idiler ve Osmanlı'nın diğer devletlerde bulundurduğu hafiyeler, birtakım resmi görevlerine ilaveten ona çok özel bilgiler aktarıyorlar, o da bunları padişaha karşı, yönetime karşı, devlete karşı kullanıyordu. Hükümdarı öyle etkisi altına almıştı ki el-libeş yaşına bastığı yıl, kaptan-ı derya bir damadı ve ondan olma iki tane torunu var iken, henüz kırkdört yaşındaki hükümdarın onüçüne yeni basan kızı Fatma Sultan'ı eş olarak istemiş ve çaresiz hükümdar, vezirine hayır diyememişti.

Kâğıthane'nin dillere destan Sadabad sarayındaki şatafatlı salonunda "Damad" lakabıyla oturan vezir İbrahim Paşa'nın gerçek gücünü yeni yeni görüyordum. Macar krallığına aday Erdel Prensi Rakoçi, Avusturya kralı Eugen'in gözde generali Stefan, Tahmasb Kulı Han olarak bilinen Afşar çobanı Nadir Ali, Rus çarının gizli servis şefi olan Musevi Levian, Fransa kralı XV Louis'nin istanbul maslahatgüzarı ve eski Bourbon dükü Martel Clovis ve yeniçeriler üzerinde hakimiyetiyle ün salmış Bektaşi babası Şeyh Abdülhay Efendi, onun çevresinde saygıyla oturuyor ve o izin vermeden hiçbirisi konuşmuyorlardı. Tamamen eğlence için muhteşem bir sanat eseri olarak yapılan bu sayfiye sarayın, su oyunları ve fıskiyelerle süslenmiş görkemli havuzuna bakan sadrazam onların arasında gerçek bir Marduk gibi duruyordu. Sarayın selamlık pencerelerine parlak

babil'dc ölüm istanbul'da a ş k I 3 O 3

Eylül güneşi vururken önlerine billur kadehlerde beyaz şarap dağıtılan bu adamların bazıları buraya kılık değiştirerek gizlice gelmiş, bazısı da ibrahim Paşa'nın ünlü eğlence sofralarının devamlı konukları olarak teşrif etmiş ve tıpkı Babil rahiplerinin bilge Akeldan'a yaptıkları gibi sağ ellerinin ikişer parmağını yumarak onu selamlamışlardı. BC'nin tam üyeli bir toplantısına ilk defa şahit oluyordum. Hepsi edebiyat, sanat ve müzik kadar politika ve siyaseti de iyi bilen bu yedi kişi, önce dünya devletlerinin konumlarını tartıştılar uzun uzun. Onlar konuştukça ben hayretten hayrete düşüyordum. Onaltı yıl savaştan sonra Osmanlı'ya imzalattırılan Karlofça Barışı ile artık Avrupa muhayyilesinden Türk korkusunun silindiğini, şimdiki Pasarofça Andlaşması ile de ellerinden toprak alınabileceğinin, hatta mağlup edilebileceklerinin anlaşıldığını, artık parça parça olan Akdeniz site devletlerinin Roma önderliğinde birer birer ele geçirilerek Hıristiyanlaştırılabileceklerini, bu gidişin önünü açmak için Osmanlı'yı zayıflatmanın çarelerinin aranması gerektiğini, halen Üsküdar'da Iran üzerine yürümek üzere bekleyen ordunun elden geldiğince geciktirilerek hem askerlerin morallerinin bozulmasını, hem de Rusya'nın Iran üzerindeki etkisinin arttırılmasını, Akdeniz adalarındaki Rumların etkin konuma getirilmesi için Rum dönmesi paşalara devlet kademelerinde görevler verilmesini, Bender'de üçbuçuk senedir mülteci bulunan isveç kralı Demirbaş Charles'ın memleketine iadesini ve bunun için Rus topraklarından geçirtilerek kanlı düşmanı Çar Patro ile sulh masasına oturtulmasını, doğuda Afgan ve Horasan topraklarında Safevi etkinliğini arttıracak tedbirlerin alınması için Nadir Ali'nin Tahmasb Han yanındaki itibarının yükseltilmesini ve Eşref Han'a karşı galip gelmesinin sağlanmasını, Osmanlı sarayının gösterişe, modaya alıştırılıp rüşvet muslukları sonuna dek açılarak bilhassa saraylı hanımların israfa yönelik harcamalar yapmalarının özendirilmesini, sefirler ve gezginler ile elçilik görevlilerince Avrupa modasının bir an evvel bu hanımlar arasında yaygınlaştınlıp halka yansıtılmasını,

304

babil'de ölüm istanbul'da aşk]305

medresede okutulan derslerin elden geldiğince sekülerleştiril-mesi ve Avrupalı devletlerin güzel semtlerde güzel binalar yaparak elçilik açmalarına önayak olunmasını, İbrahim Mütefer-rika'nın kurduğu Osmanlı matbaasının yasaklanması için yazıcı esnafının kışkırtılmasını ve BC'nin başarısı ile dünyanın Vatikan merkezli bir yönetime doğru hazırlanması konularını saatlerce enine boyuna tartıştılar. BC'nin şimdiki hedefleri beni ürkütmeye yetti. Meğer ben kuzeyin buzlu ülkelerinde gezerken buralarda anlayışlar değişmiş, fikirler değişmiş, yönetimler ve yönetim felsefeleri değişmişti. Zamanın acımasızca aktığını ve zayıfları zalimce yuttuğunu anlayabiliyordum.

ikindi güneşi kündekarî pencerelerden şebekelere ayrılarak salonda renk oyunları göstermeye başladığında kadehlerini yeniden dolduran cemiyet üyelerinden bazıları, dışarıda ayaklarını Kâğıthane deresinin serin sularında yıkarken öbek öbek oynayan çocukları, elçilik hanımlarına ait peremelerden yayılan cömert işveleri, gümüş koşumlu atlarla çekilen landoların pencerelerinden yaşmaklarını sanki açık unutmuşçasına davetkâr gamzeler ve uçarı mahmurluklar içerisinde geçip giden fettan dilberleri, güpürlü seraser kumaşlardan özel terzilere diktirdikleri giysileriyle salıncaklara binen zarif hanımları seyrederken salona hizmetkârlar girip zengin sofralar hazırlamaya başladılar. Çok geçmeden hanende takımı yerlerini almış, pirinç sinilere dizilmiş billur kaplardaki çeşit çeşit reçellerin, peynirlerin, mezeliklerin, dut ve erik pestillerinin, cevizli sucukların; sülün etiyle yapılan pidelerin tepeleme yığıldığı murassa tepsilerle birlikte kehribar kakmalı sahanlarda getirilen balık çorbalarının, böreklerin, külbastıların; gümüş lengerlerdeki fıstıklı pilavların; fağfu-rî kaselere konulmuş zeytinyağlıların, şerbetlerin, helvaların, gülbeşekerlerin ve nihayet çini sürahilerde soğutulan çeşitli içkilerin leziz heyecanıyla titremeye başlamışlar, zevkin kollarında mest olacakları bir gece emeliyle aradan teklif ve tekellüfü kaldırmışlardı ki İbrahim Paşa az evvelki beyti tekrarlayıp "Aziz dostlarım!" demişti beni göstererek, "Kaybettiğimizi sandığımız

hazine sayesinde dünya avuçlarımızın içinde artık. Yıldızlar üzerimize yağacak, Babil ilahlarının göksel gücü ayaklarımızın altına serilecek." Bunu söylerken hem Keldanilerin tapındıkları yedi gezegeni, hem uzay araştırmalarına ait tabletlerin içerdiği bilgiyi, hem de Babil hazinesinde bekleyen altın ilah heykellerini kastediyor ve gülüyordu.

Garip ama, dünyanın geleceğine ilişkin rotayı beyitlerim arasındaki gizli sırlarla belirlemeyi, satırlarım arasından çıkarılacak birtakım şifrelerin elde edilmesi konusunda gösterilecek başarılarla zamanı yönetmeyi düşünen ve düşünmekle kalmayıp aynı doğrultuda birbirleriyle gizli bir kenetlenme içinde olan bunca zeki adam arasında bulunmak, bana tarifi imkansız buruk bir lezzet veriyordu. Bu, yaklaşık beş insan ömrüyle ölçülebilecek uzun çağlardan sonra kavuştuğum Leylâ ile birlikte Nabî'nin Halep'teki malikânesinden İstanbul'a doğru yola çıktığımızda Baltacı Mehmed Paşa'nın bizi taşıyan ılgar atlarının rahvan seyrinden de, yol boyunca hicran dolu gözyaşlarının ve bir de mehtabın şahid olduğu öpüşler sonrası kucak kucağa uyuduğumuz Leylâ'nın yasemen kokulu göğsünün sarhoşluğundan da ayrı bir zevkti, istanbul'a geldiğimiz senenin ertesinde vefat eden Nabî Efendi'den sonra konak konak dolaştığımız Leylâ ile beraber geçen oniki yoksul ama bahtiyar yılın ardından şimdi Kâğıthane deresi yamaçlarına kurulmuş sadrazam saraylarında birbirimizden ayrı ama birbirimizi hissederek hüzünlü bir hayat sürüyorduk. Nabî Efendi öldükten sonra Leylâ, o vakitler sadaret kethüdası olan ibrahim Paşa'nın konağına satılmış, o da kendisini, kaptan-ı derya Kaymak Mustafa Paşa ile iki yıl evvel evlendirdiği kızı Huri'nin hizmetine vermişti. O günlerde Leylâ henüz 23, Huri de 12 ya-şındaydılar. Aşkımın gücü Leylâ'dan hiç ayırmamıştı beni. Zaten onun hayatta değer verip sakladığı iki şey vardı. Birisi ben, diğeri de Halep'e bir esir olarak getirildiğinde başında bulunan iğne oyası yemeni. Ben ona yaşadığı yurtların hatıralarını

306 um

veriyordum, yemeni de annesini anımsatıyordu. Onun en mutlu zamanları beni okuduğu saatler, benim en bahtiyar anlarım onun eline dokunabildiğim günlerdi. Bu öyle bir sarhoşluk idi ki ellerini hissettiğim her anda mutluluk ile birlikte bir de acı duyuyordum. Mutluluğum vuslattan, acım ayrılık düşüncesinden idi. Bazen bu ayrılık endişesinden vuslatın tadını bile çıkartamaz, azabım sevincimi kovardı. Aşk zaten bu demekti. Vuslatı isteyen âşık ayrılığa hazır olmalıydı. Bunun içindir ki ben, en mes'ud âşıkın, devamlı vuslatı isteyen ama hiç vuslatı yaşamayan âşık olduğunu düşünüyordum. Sevgilinin gelişinin ayak seslerini duyarak kıyamete kadar yaşanılabilir, ama vuslata erdikten sonra gideceğinin korkusuyla hemen can verilirdi. Sonunda vuslat olan bir ayrılık, dertleri bile zevke dönüştürür, ama sonu ayrılıkla bitecek bir vuslat sevinci kedere boğardı.

Bana göre, Leylâ ile Halep'ten istanbul'a uzanan günlerimizin hepsi değerli, hepsi Allah'ın bir lûtfu idi. Öykümün içerisinde kavuşamadığım Leylâ'nın kalp atışlarını duyarak uyumanın dayanılmaz bir saadet olduğunu size nasıl anlatabilirim ki ben?!.. Yine öyküme göre Necid çöllerinde Leylâ'dan ayrı yaşadığım çılgın ve vahşi hayatımdaki en bahtiyar günümde ,büe bu derece kendimi şanslı hissetmemişimdir. Çöllerde ceylanlar ve aslanlar ile ortak hayatı yaşayan ben, şimdi sevgilimi ceylanları okşar gibi sevebiliyor; aslanlardan ürker gibi sevgisizliğinden çekmiyordum. Ya bir gün beni bir yerlerde terk ediverirse diye çektiğim kederi de anlatamam bu yüzden!.. Üstelik peşimdeki birilerinin de beni ondan koparacakları ihtimali her an zihnimi hırpalıyor. Ondan ayrı kalmanın ne demek olduğunu tattığım çeyrek yüzyılların sayısının neredeyse yediye tamam olduğu şu son yıllarda ben, gözlerimi ondan başka her şeye kapatıp yüreğimi yalnızca ona açtığım ilk günlerimi ve Efendim Fuzulî'nin kaleminden satırlara dizilip geldiğim o ilk aşk zamanını hatırlıyor ve ayrılığı kendimden o kadar uzaklara göndermek, beklediğim

babil'de ölün

nnbul'di ask I 307

kadar olsun kavuşmayı sürdürmek istiyordum. Leylâ'nın tek ömürlük uykularını örümcek ağı kadar zayıflatan hatıralar, benim çağları aşıp geçen aşkımı potalarda eritip imbiklerden geçirerek iplik iplik ediyor ve çelik zırhlar gibi örüp sırtıma giydiriyordu. Böylece zamanın her şeyi hızla değiştirdiği dünyada değişmeyen tek şey benim aşkım oluyordu. Yeniden açılmayacak tarih sayfaları her kapanışta, ölümün elinden kurtulan tek şey benim aşkım oluyordu ve yedi çeyrek yüzyılı böyle yaşadıktan sonra Leylâ'yı bulmanın, Tanrı'nın bir lûtfu olmaktan öte bir izahını yapamıyor ve bu lûtfunu esirgemesin diye durmadan yalvarıyor, Leylâ beni bir yerlerde bırakmasın diye rüzgâra tutulmuş söğüt yaprağı misali titriyordum. Bu yüzden yaşadığım mutluluk ile acı eşit idi. Azab çekiyordum ve azabın lezzet demek olan azb kökünden türemiş bir sözcük olduğunu biliyordum. Benim lezzetim azab içinde bile muhteşemdi bu yüzden. Değil mi ki Leylâ ile beraberdim, çektiğim azab olsa da ne gam!.. Ben azabımda ona sığındıktan sonra daha büyük mutluluğu kim bana verebilir?!.. Ama onsuz bir mutluluğun azabına dayanabilir miyim, bilmiyorum. Tanrı bana onsuz yaşayacağım bir mutluluk yerine onunla öleceğim bir azabı versin!..

Leylâ ile geçen günlerimizin en mutlu zamanları hiç şüphesiz baş başa söyleştiğimiz zamanlardı. Ama onun bazen paşa kızı Huri'ye de uzun uzun maceramızı anlattığı olurdu. Bu macerada ben nerede duruyordum, L&M hikâyesinin kahramanı olan Kays ile yollarımız nerede kesişiyor, nerede ayrılıyor kesti-remiyordum. Ne o benden ayrı, ne ben ondan farklıydım. Acısını acım biliyor, sevindiği zaman seviniyordum. Çılgınlığını istediğimin tanığı da Tanrı'dır. O kadar ki Kabe'nin eşiğinde başını yere koyarak yalvardığı o ünlü duasına kaç kez ben de amin dediğimi, kaç kez "Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni / Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüda beni" diye sayıkladığımı, kaç kez bunu "Tanrım! Beni aşk belası ile içli dışlı eyle ve beni bir an olsun aşktan ayırma!" diye dilimde vird edindiğimi artık hatırlamıyorum, işte bu yüzden Kays ile kendimi farklı kişiler

308 I um

olarak düşünemez oldum. Hatta bazen onun, benim kadar aşktan nasibini alamadığına hükmediyor, sonra da haksızlık olur diye kendimden utanıyorum. Çünkü o Amiroğulları boyunun kara bahtlı kızı Leylâ ile hayatını sınırladığı halde ben Dicle'nin serin yamaçlarında yeniden bir Leylâ'ya âşık olmuş, gül üstüne gül koklar konuma düşmüş, üstelik aradan bunca yüzyıl geçtikten sonra onun kalp atışlarını hissedecek yepyeni bir nimete kavuşmuştum. Leylâ bunca zaman sonra karşıma çıkmıştı. Onun Amiroğulları obasından süzülüp Dicle'nin yamaçlarında şekillenen bir soydan geldiğini ve Dicle'de tanıdığım Leylâ'dan sonra altı göbek değişmeyen genlerinin yüreğine yansıttığı aşk ışığına aynı biçimde gülümsediğini, tavır ve kimliğini oluşturan çizgilerde edasını ve huyunu Dicle'nin serin yamaçlarına özgü serinliğin şekillendirdiğini biliyordum. İşte bu yüzden benim aşkımda Leylâ üç defa yaşıyor ve ben her defasında ona yeniden âşık oluyordum. Ve şimdi, İstanbul'da yaşadığımız mutlu hayatımızda, sayfalarım arasındaki aşkımızı hisseder ve yaşar gibi, o eski maceramızı Hu-ri'ye heyecan içerisinde anlatırken, benim ne kadar mutlu olduğumu bilse, belki de âşıkına vuslat hazzı bahşeden bir sevgilinin istiğnası ile okumayı istemez, beni başkalarıyla paylaşmanın ağırlığına katlanamayıp yüreğine bastırır, koynunda gezdirirdi diye düşünüyorum.

Huri, kaptanpaşa ile evlendiği vakit Leylâ ile beni de yeni evine birlikte götürmüştü. Ve bu yılın hıdırellezinde Kâğıthane'de Sadabad mevsimi açıldığı günün gecesinde, babasının sarayındaki yan daireye yerleşince, beni Leylâ'dan isteyip aşktan fazla anlamayan kocasına bazı bölümlerimi okuyarak "Dünyada ne âşıklar var!" demeye çalışmış, belki de yaz başlangıcında romantik bir gece geçirme arzusuyla ihtiraslı hayaller kurmuştu. Yazık ki o gece beni yalnızca mehtab gördü ve Huri, kaba şehvetin altında gözleri yumuk, yine hayaller kurmakla yetindi.

Olanlar ertesi gün oldu. Sadabad sarayının yan dairesinde kalan ibrahim Paşa acele bir görüşme için damadının odasına

babil'de ölüm istanbul'da ask]309

girdiğinde şamdan için ayrılmış elibelindenin üzerinde beni fark etti. Önce sıradan bir kitap gözüyle birkaç sayfamı çevirdi. Şiirden anlıyor, sözün güzelini biliyor, dizelerimi okurken Efendim Fuzulî'nin rânâ üslubuna gıbta ediyordu. Aslında iyi bir insan gibi görünmüştü bana. Gözlerinin altındaki halkalar, çökük bir avurt ve kırçıl sakallar ile yaşına göre yakışıklı bile sayılırdı. Çevresinde pek çok şair ve sanatçı himaye görüyor, onların sanatlarına aferinler ettiğini herkes biliyordu. Beni okurken şaşırdığı konunun, önce damadının odasında böyle bir şiir kitabı görmek olduğunu zannettim. Çünkü damadının şiirden anlamadığını pekâlâ biliyordu. Ama 607. beyitten itibaren rakamlan-dırılmış sayfalanma gelince heyecandan kalbi duracak sandım. Çivi yazısı rakamları tanıyordu ve damadıyla yapacağı önemli görüşmeyi de unutarak beni alıp doğruca kendi dairesine geçti. O günden beri Leylâ'mdan haber alamadım. Korktuğum başıma gelmişti. Onun BC üyesi olduğunu tahminde yanılmadım. Öyle ya, emrinde hazineler bulunan Osmanlı devletinin koca sadrazamı, Babil ilah heykellerinin peşinde bir hazine avcısı olamazdı herhalde. Bu başıma gelenler benim kaçınılmaz kaderimdi; Halep'ten İstanbul'a doğru yola çıktığımızda bunu kestirmiş ve kendimi hazırlamıştım da üstelik. Ama şimdi asıl üzüntüm, bir veda bile edemeden ayrıldığım Leylâ'mın durumu idi. Kim bilir o da beni bulmak için şimdi nasıl çırpınıyordur?!..

İbrahim Paşa'nın göz hapsindeyken öğrendiğime göre BC, Silistre kalesinden ölüme atlayan Froberger ile birlikte Tu-na'nm sularında benim de mürekkeplerimin dağıldığını ve kâğıdımı balıkların yediğini düşünerek bütün çalışmalarını ellerinde kalan hançer üzerine yoğunlaştırmışlar, hazine avcıları da Efendim Fuzulî'nin matara kayışını, üzerindeki rakamları ve harfleri otantik bir süs gibi gösterip ucuz fiyata bedestende satarak umutlarını birkaç Venedik altınıyla değişmişlerdi.

Evliya Çelebi ile yola çıktığımızda bebek olan oğlu şimdi torun sahibi bir ihtiyardı artık. Bu kadar zaman kendi başıma bir hayat yaşamış, yalnızca Leylâ'nın hasretini kendime dert

310İUM

edinmiştim. BC'nin de, hazine avcılarının da gerilerde kaldığı yıllardı onlar, kimsenin benim varlığımdan haberi olmadığı yıllar, Molla Mehmed'in ecza çuvalında zamanı elediğim yıllar. Acaba benim için güzel bir kesit miydi o yıllar? Doğrusu hiç bunu kendime sormadım. Şimdi de buna cevap bulabileceğimi sanmıyorum. Unutulmuştum ve zaman içinde acı ile sevinci aynı anda duymaya başlamıştım. Garip bir ikilemdi bu. Kâğıdımın liflerine Keldani rahiplerin sırrını çözmek üzere artık kezzaplar dökülmüyordu, iyi de; peşimden âşıklar gibi koşan bilgeler de yoktu çevremde. Öyküm gönülleri tutuşturmaya devam ediyordu ama sırrım benimle birlikte yitirilmiş gibiydi. Bazen bir hamam halvetinde, bazen bir seyyar karpuz satıcısının kağnısında yahut sokak kedilerini peşinden koşturan bir ciğercinin sokak aralarında yankılanan sesinde hayatı damıtmaya çalışıyordum. Yağlı elleriyle beni torbasına koyup evine götüren kasaplardan, kasaba camisinin meşrutasında çocuklara öykümü ders olarak okutmak için satırlarımı önceden mütalaa eden imamlardan, ramazanlarda teravihten sonra ev ev dolaşmak üzere kiralandığım mahalle bezirganlarının kaba davranışlarından bıkmıştım. Sayfalarımın kenarlarına yazılan basit ve bazen anlamsız beyitler, son sayfamda yer alan okunuş tarihleri ve okuyucu isimleri, yüzüklerindeki mührü zahriyelerime bastırmaktan zevk alan yarı aydın ukalâların mürekkep lekesi gibi duran imzaları bu yıllarda çoğaldıkça çoğaldı. Kendimi orta malı bir fahişe gibi hissettiğim ve bir beyefendi aradığım zamanlardı onlar; beni zarafetle sevecek, satırlarımı okudukça tatlı rüyalara dalacak, üzerime karpuz suyu değil de gözyaşlarını dökecek beyefendiler aradığım zamanlar.

İbrahim Paşa'nın ellerinde, kendimi Kâğıthane deresine kurulan yapay havuzların ejderha başlı fıskiyelerinden sıçrayan damlalar kadar çaresiz hissettiğim şu anda, BC'nin yeniden beni bulmasına işte bu yüzden sevindiğimi bile söyleyebilirim. Çaresizlik yollarımı kesmiş, beni eski hayatıma, aşkın dışına,

i e Ölüm istanbul'da a ş k13 1 1

sır dolu maceralara itelemişti. Şimdiki üzüntüm elbette sevgili firkatinden, aşk yoksunluğundandır. Yine de bir tesellim var ki Leylâ yakınımda bir yerlerde nefes alıyor; yüzünü görmesem, sesini duymasam da teniyle cildimin arasında aynı güneş doğuyor, aynı akşam oluyor. Yüzyıllara uzanan varlığıma Efendim Fuzulî tarafından bir süs olarak desenlenen sevgilim, aşkımın varlık nedeni olan Leylâ'm burada, yanıbaşımda yaşlanacak olduğuna göre onunla elbette bir gün yollarımız yeniden kesişecek diye umuyorum. Belki de bu teselli idi bana taşıdığım büyük'sırrı başkalarıyla paylaşma isteği veren. Kendimi değerli hissetmenin sarhoşluğuna kapılmış, kibir sahibi mi olmuştum, bilmiyorum, ama düşünüyordum ki hazine bilinmezse ne değeri kalır!.. Nitekim Kays da, ta başta aşka düşmüş, aklını yitirmiş ve öylece meşhur olmuştu. Şimdi ben de aynı aşkı taşıdığıma göre meşhur olmak, benim de hakkımdı. Aşk gönlün işiydi ve onun olduğu yerde aklın yeri olmazdı. Akıldan geçmeden aşk gönle girmezdi. Duygular düşüncelere hakim olunca başlardı aşk. Düşünceler duyguları yönlendirirken sevgiden bahsetmek kadar yalancılık da olamazdı.

Gönlüm bana Leylâ'yı işaret ediyor, iyi de, neden o halde aklım ona tekrar kavuşmanın yolunun sırlarımı ortaya saçmaktan geçtiğini söylüyordu?!.. Belki de hatayı burada işledim ve Kays'ın şöhretini kıskanıp şöhrete ermeyi istediğim için ömrümün geri kalan kısmını acı çekerek geçirdim. Ama ne yapabilirdim ki, benim Kays'tan daha büyük bir âşık olduğumu kıyamete kadar kimsecikler anlamayacaktı. Beni okuyacaklar ve okudukça Kays'm aşkını büyütüp beni hiç fark etmeyeceklerdi. Oysa içimde taşıdığım sırrı ifşa edersem şöhretim Mecnûn kadar artabilir diye düşünüyorum. Üstelik o zaman Leylâ beni daha çok sevebilir de. Şöhret elbette sevgilerin mıknatısıdır. Benim içimdeki tutkunun şöhrete değil de aşka yönelik olduğunu kimseye anlatamayacaksam ve hiç olmazsa Leylâ'nın âşıkı olduğumu kendisine bildiremeyeceksem onun uğrunda çekeceğim acıların ne değeri kalır ki?!.. İşte bu yüzden içimdeki hazineleri BC üyelerine

312 um

açmanın çok da kötü olmadığına karar verdim. Hem iki hazineyi birden taşımak iki ayrı hayatı yaşamak kadar ağır geliyor artık bana. Aşkımı anlatan şiir dizeleri pırlanta birer gerdanlık gibi sayfalanma dizilmişken, Babil bilgelerinin hazinelerinin dizildiği iplikler bende yalnızca bağlanmışlık, esir almmışlık hissi uyandırmaya başladı çoktan beri. Birileri eskisi gibi peşime düşsün, içimdeki sırrı alsın, böylece ben de yalnızca Leylâ'ma geri dönerek, onun sevgisini paylaşayım, gözünden akan yaşı tutayım, kalbine oturan acıya ortak olayım istiyorum. Sırnmı verirsem Leylâ'ya dönebilir, onun yaşlandığını görecek kadar uzun süre yanı-başında olabilirim. Onun saçlarında ağaran ilk teli tek başıma görmek isterken haksız olduğumu kimse söyleyemez bana bu yüzden.

Galiba kaçmak yerine kovalamak, saklanmak yerine görünmek istiyordum. Üstelik şu birkaç saatte bile Leylâ'mın parlak yanağını, salkım zülüflerini, yakut pembesi dudaklarını çok özlemiştim ve nereye baksam bana Leylâ görünüyordu. Sada-bad'ı bu yüzden çok sevdim, bana hep Leylâ dolu hatıralar sunduğu için... Ve bir de Ahmed Ne^im Efendi'yi... O da sanki bütün şiirlerinde Leylâ'yı anlatıyordu, benim Leylâ'mı.

Eylül'ün hüznü sonbahar yapraklarıyla birlikte Sadabad'ı kaplamaya başladığı bu gece, BC'nin yedi yıllık olağan toplantısında, salonu aydınlatan Bohemya avizelerinin renkleri kadar coşkun ve belki o kadar bahtiyarım. Bu gece içimdeki bütün sırları ifşaya hazır hissediyorum kendimi ve bütün sırlardan kurtulmuş olarak yarın yalnızca aşk dolu hayatıma başlamayı umud ederek hayaller kuruyorum. Balmumu ışığında veya kandil islerinin kirlettiği loş duvarlar arasında sırrımı araştıran evvelki üstadlar, şimdi bu parlak salonun yüzlerce kandilinden çehrelere yansıyan renkleri görselerdi benim yalnızca sırrımı değil, aşkımı da araştırırlardı şüphesiz. Yazık ki şimdi beni okuyup anlayabilen yalnızca üç kişi var salonda. Sadrazam paşa,

babil'de ölüm istanbul'da a ; k I 3 1 3

Şeyh Abdülhay Efendi ve Nadir Ali. Diğer dördü Hıristiyan dünyanın dilini konuşuyor.

İbrahim Paşa, "Bilge Akeldan'ın ve sadık dostlarının şerefine!" diye kadeh kaldırdı, sofra örtüleriyle ibrik ve peşkirleri toplayan son hizmetkâr da salondan ayrılınca. Rus çarının gizli servis şefi olan Moses Levian, beraberinde taşıdığı küçük sandıktan çıkardığı cübbeyi mistik bir ritüel ile İbrahim Paşa'nın omuzlarına koydu. Ben daha evvelki üstadlarda böyle bir cüb-be hiç görmemiştim. Keldani rahiplerinin giydiği türden bir cübbe olduğunu ve bunu eski Mısır hazinelerindeki resimlerden çıkarttırarak diktirdiğini, sırrın çözüleceğini sandığı bu oturumda giyilmesinin Keldani ilahlarına manevi bir bağış sayılacağını ve böylece sırrın çözülmesi için kendilerine yardım edeceklerini söyledi dinî bir vecd ile. BC'nin bilmem kaçıncı meclisini kuran şimdiki üyeleri yeniden selamlaşmak üzere üstadın çevresinde toplandılar. Masanın üzerinde ortak kaderi paylaştığımız o Siruş başlıklı murassa hançer, Efendim Fuzu-lî'nin sıcaklığını bana yeniden yaşatan eskimiş matara kayışı, iki karış eninde rulolanmış ne olduğunu kestiremediğim bir deri levha ve ben, Nabukadnazar'm son ayinde kurban etmek için ülkesinin dört yönünden getirttiği dört çocuk gibi çaresiz bekleşiyorduk.

Ulu Marduk'un omuzlarında selam ayini tamamlanıp onun izniyle masanın başına oturduklarında Martel Clovis önce deri ruloyu açtı. Merkezden itibaren yedi eşit üçgenin tamamladığı bir çizim vardı bu derinin üzerinde. Her üçgenin dar açı kısmında Keldani tanrılarını temsil eden yedi gezegenin sembolleri, genişleyen açıdaki beş üçgende sırası ile benim beyitlerimden elde edilen ebced rakamlarının çivi yazısı karşılıkları ve nihayet aynı beyitlerin metinleri yer alıyordu. Her üçgen ayrı bir renkte boyanmıştı. Altın rengindeki Şamas'a, gümüş renkli üçgen Sin'e aitti. Nebo'nun mavisi ile îştar'm beyazı birbirini takip ediyorlardı. Kırmızı üçgende Nergul'un adı yer alıyordu

314

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 3 1 5

ve Marduk erguvanı, Ninip de siyah üçgende idiler. Bunların yanlarında da tanrıların simgeleri olan, balık, başak, aslan vs. motifler vardı. Her üçgen belli kadratlara ayrılmış, milyem ve santim hesaplan ile 360 dereceye bölünmüştü. "Ben Kuzey ülkelerinin karlı kentlerinde dolaşırken BC bir hayli yol almış!" diye geçirdim içimden. Şeyh Abdülhay Efendi daha önceki BC toplantılarında tesbit edilen beş beyti ayrı birer kâğıda yazmakla meşgul iken General Stefan, mânâsını hiç anlamadığı, ama âhenginden etkilendiği altıncı beyti içinden ezberlemeye çalışıyordu. "Hecelerdeki iniş çıkışlar, ritmik vurgu ve kesişler, uzunluk ve kısalık yönünden ilk dize ile bire bir örtüşen sesler, insanda, bu şiiri anlamasa da güzel olduğu hissi uyandırıyor, anlamdan öte ses yapısındaki müzikaliteye hayran bırakıyor." diye düşünürken yüksek sesle ve aruz takti edercesine işaret parmağını masaya belli aralıklarla vurarak tekrar etti:

Bil-dlm ki nl-han be-la i-miş aşk Bir derd-li ma-ce-ra i-miş aşk

Şeyh Abdülhay Efendi, General Stefan'in hayranlığını arttırmak için olsa gerek, söylediklerini tercüme edip anlatması için Erdelli Rakoçi'den ricada bulundu: "Aşkın gizli bir bela olduğunu bildim... Hem aşkın dertli bir macera olduğunu da..." Sonra heyecanla devam etti sözlerine:

"Bizim hâlimiz de bu beyitte Fuzulî üstadın söylediği aşka benziyor. Keldani üstadlann uzay sırları bir aşka dönüştü hepimizde. Bütün aşklar gibi gizli ve bütün aşklar kadar belalı. Çalışmalarımızı herkesten saklayışımız bile âşıkların sevgilerini gizlemeleriyle örtüşüyor. Uzay tabletleri uğrunda yüzyılları aşan maceralarımız da birer aşk derdiyle dolu. Açıklamak kadar saklamak da tehlikeli. Dertli bir macera ki bizim dervişlerin Tanrı aşkıyla akıttıkları gözyaşları bile yanında muhallebi çocuklarının sözleri kadar masum kalır. Aşk, elbette gizli gerek. Yoksa sürekli olmazdı. Allah'ın kendini gizlemesi ki, kulunda

I:

sürekli bir arayış uyandırır. Baktığı ve gördüğü her şeyde Allah'ı arayan derviş gibi, uzayın sonsuzluğu içinde yapılabilecek galaksiler arası yolculuk da bizleri Keldani tarikatının dervişlerine döndürdü. Sevdiğinden başkasını görmeyen âşıkm gözleri gibi şimdi gözlerimiz. Nereye yönelsek eski üstadların şifrelerini görmek istiyoruz. Bir âşık için dünyanın en büyük nimeti ve en yüksek lezzeti sevdiğine kavuşmaktır ya hani, biz o sevgiye ulaşmak için yüzyılların aşkını birbirine eklemleyip durmaktayız. Bu uğurda bütün eski üyelerimizle birlikte çektiğimiz çile ve sıkıntılar; bedbahtlık ve kederlerin ölçüsü, elbette arzusuna ulaşan bir âşıkın sevinci kadar yücedir. Çünkü aşk ne kadar yüce olursa, aşk sahibini o kadar hasret ve ayrılık acısı çekmeye mahkum eder kader. Yahut âşık ne kadar acı ve keder yaşarsa aşkı da acısı oranında çoğalır. Ayrılık acısının büyüklüğüdür vuslatın sevincini kat kat arttıran. Vuslatın nihai zevki, ayrılığın doruklaşan acısı kadardır. Evvelki üstadlarımızın çoğaltarak günümüze taşıdıkları beş bin yıllık aşkların vuslat sevincini yaşamaya şimdi çok yakınız." Bu arada pencere kenarına yürüyüp herkese Çobanyıldızı'nı göstererek devam etti. "îştar'ın bütün beyazlığıyla parladığı bu gece, Şamas'ın kızıl ışıklarıyla aydınlandığında dünyanın hakimiyetini ayaklarımıza serecek, bilgi ve altınlar bizim olacak. Kütüphaneci üstadın 'Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır. Bu yedi sırra sahip olan dünyaya hakim olur.' dediği sır bu gece bütün gizliliğini açığa vuracak ve dünya yuvarlağını bir elma gibi sunacak avcumuza."

Stefan "Evrende cisme baktığımız yer önemlidir!" diye başladı sözlerine ve "Iştar, bize göz kırpıyor bu gece." diye umutla konuştu: "Evrende devamlı bir gelişme ve genişleme olduğunu hepiniz bilirsiniz. Iştar sanki parlaklığının doruğundan zamana hükmediyor bu gece. Zaman varolurken hacim, sıcaklık ve yoğunluk birer boyut olmuşlardı hani, hani yükseklik, derinlik, genişlik ve en ortaya çıkmıştı. O vakit Tanrı kozmik evrenin içine bir esir maddesi koydu. Sıvı gaz biçimindeki bu madde gök katmanlarının birbirlerine karışmasını önlediği gibi her

31 6

Kabil'de ölüm istanbul'da a ş k I 3 1 7

katmanın bir diğeri içinde farklı bir istikamette dönmesini de sağlar. Erken evrenden eski evrene ve şimdiki evrene geçen zaman bu sıvı ile dönüşünü tamamlayabildi. Yön duygusundan, gece ile gündüzden bağımsız bir ışınım ile evreni hareket ettiren Tanrı, böylece yüz milyarlarca yıldız kümelerinden oluşan galaksileri ve müstakil sistemleri yarattı. Yüce Marduk, Nebo ve Iştar o zaman birer karar verdiler ve biz ölümlülere kaderler çizdiler. Arşiya Akeldan'm tabletlerinde bundan ötesi yazılı şüphesiz. Orada ısı ve ışık yılı hesaplamaları ile kütle ve hacim hesaplamaları bulunmakta. Her galakside farklı kütle ve çap varolduğuna göre en yakın dünyaya gidilebilecek zaman ölçümünü bu gece bulacağımız şifrelerle kuracağımız BUAM'da kısa sürede hesaplayabileceğiz."

"O vakit ilk önce seni gönderelim istersen Stefan!" diye takıldı İbrahim Paşa ve "Feleğin yedi tabakasından sanki şuracık-taymış gibi konuşuyorsun!" diye hayretini belirtti. "Evet!" diye cevapladı General Stefan "Galaksilerin kümelenmesi de köyler, kasabalar, şehirler gibi irili ufaklıdır. Sayısız sistemde sayısız köyler ve şehirlerle karşılaşacağız orada, ilk giden ben olursam dönüşte size anlatırım."

"Elbette!" dedi Abdülhay Efendi, "Lagarı Hasan Çelebi de zaten Isa Peygamberin selamını getirmişti Sultan Murad'a. Ama o pek de uzağa gitmemişti."

Nadir Ali ile Levian bütün bu konuşulanları anlayabilmek için çok gayret sarf ettilerse de birkaç cümleden sonra konudan koptular. Hatta Levian bunların küfre girdiklerini ve Tanrı ile alay ettikleri için tevbe etmeleri gerektiğini söyleyip durdu. O sırada ben, "Bunlar eğer Akeldan'm tabletlerine ulaşır da orada elektron, proton ve nötron hesaplarını okurlarsa, iksir dedikleri şeyin aslında %75 hidrojen ile 525 helyumdan oluştuğunu öğrenirlerse, evrenin enerji üreten rezervlerinin bitmesi halinde bir termal kıyamet yaşanabileceği gibi hesaplamaları görürlerse ve yapmayı hayal ettikleri uzay yolculukları için en

yakındaki galaksi gezegenine ancak 10 üzeri 6 ışık yılı mesafeyi katettikten sonra gidebileceklerini arılarlarsa, herhalde akıllarını oynatırlar." diye düşündüm.

Uzayın derinliklerine ait ne kadar bilgileri var ise hepsi sıra ile ve sanki birbirlerinden daha fazla şey bildiklerini gösterme inadıyla anlatıp durdular. Kimisi Doğu mistisizminden, kimisi tanrıtanımaz teorilerden, kimisi eski Yunan filozoflarının fikirlerinden dem vuruyor ama hepsi de Babil bilgelerini haklı çıkartacak sebeplerle teoriler üretip kendisinin doğru bilgiye sahip olduğunu söylüyordu. Bu konudaki bilgileri bitip de sohbet konusu geleceğe yönlendirildiğinde dünyanın yeni çehresini hayal etmeye başladılar. Sözlerindeki gizli emellerden anladığım kadarıyla bundan yedi yıl evvel yapılan BC toplantısında önemli kararlar alınmıştı. Hepsinin o toplantıya katıldıklarını da yine konuşmalarından anladım, ibrahim Paşa ile Nadir Ali Han sayfalarım arasında şifre ararken Şeyh Abdülhay Efendi çubuğunu tüttürüyor, diğerleri de Babü'in kutsal kurban ayininde iksirli su yudumlar gibi şarap içiyorlar, yapacaklarını konuşup tartışıyorlardı. Konu Avrupa'daki siyasi değişikliklere geldiğinde Martel Clovis aldı sözü: "Yarından tezi yok, yüce kralım XV Louis'ye bir ulak gönderip Orleans dükü Philippe'in naipliği-' ne son vermesini ve sömürgelerinden gelen altınları gizlice harcayan kardinal Fleury'ye inanmamasını söyleyebilirim artık. Bu gece çözeceğimiz sırrın gücüyle Fransa'ya döndüğümde vezir olabilir ve dünya yeni şeklini alırken Fransa'nın yüce menfaatlerini Cemiyetimiz'in kutsallığı adına koruyabilirim."

"Elbette elçi hazretleri!" dedi Nadir Ali Han başını sayfalarımdan çevirip, "Elbette!" Şah Tahmasb'ın boyunduruğundan kurtulup Afşar Devleti'ni kuracağım günün hayali de beni mest ediyor. Kont Rakoçi'yi Erdel'e, General Stefan'ı Avusturya'ya gönderdik mi bütün Avrasya'da uzun bir barış dönemini başlatırız. Bundan böyle savaş için harcayacağımız işgücü ve parayı hep beraber uzay araştırmalarına yönlendiririz. Abdülhay Efendi'nin

3 1 8 um

yeniçeriler üzerindeki gücünü kullanarak şu günlerin modası kazan devirme fısıltılarını tersine çevirip Osmanlı askerini de barışa razı ettik mi iş kolaydır. Artık ver elini Balkanlar ve BUAM. Belki de sırrımızın gömülü olduğu Musul'da kurarız BUAM'ı ve ülkelerimizdeki bilim adamlarını oraya toplayıp insanlığın ortak çıkarı için çalışmaya sevk eder, önlerine yığınla altm ve Bilge Akeldan'ın parmak izlerini taşıyan tabletleri koyarız?'

"Dostlarım!" dedi ibrahim Paşa hakim bir ses tonu ile, "Şimdilik planlarımızı erteleyelim ve beytimize dönelim. 'Nihan' ve 'aşk' sözcüklerinin ebced toplamı 576 ediyor ve beytimiz de 1375'inci beyit. Şimdi bu iki rakam arasındaki ilişkiyi bulmamız gerekiyor. Ortak rakam olarak Babil tanrılarının adedi olan yediyi aldıktan sonra geriye kalan rakamların toplamı ilkinde onbir, ikincisinde dokuz ediyor. Şimdi soru şu: Onbir ile dokuzu toplayacak mıyız, yoksa küçüğü büyükten çıkaracak mıyız?"

"Bunların hiç birisini yapmayacaksınız! 1375 sayısının rakamlarını toplayacak ve elde edeceğiniz 16 sayısını yediye böleceksiniz ki arta kalan 2 rakamı sizin altıncı şifreniz olacak." deyivermek geçti içimden. Bu gece gün doğmadan bütün şifrelerimi bulmalarını ve beni Leylâ'ma iade etmelerini arzuluyordum çünkü.

O gece avizelerin parlak kandilleri Sadabad sarayının nakışlı duvarlarında gün ışığıyla buluştuğunda hepsinin yorgun gözleri ve şarap ile bulanan zihinleri derin bir sessizliğe gömüldü. Eylül'ün son gününde sert esen sabah rüzgârı İstanbul'da çalınan davulların sesini getirmeye başladığında ise hepsi birden bu sesleri duyamayacak kadar derin uykulara dalmışlardı. Oysa İstanbul surlarının içinde, vaktiyle tersanede gemicilik yaptığı için Patrona lakabıyla anılan hamam tel-lakı Halil ile zağarcı bölüğünden Muslu Beşe, yanlarına topladıkları onyedi kişi ile isyan bayrağını açmış, "Şer ile davamız vardır; ümmet-i Muhammed'den olanlar sancak altına gelsin!" diye bağırarak Bayezit Camii yakınından Sultanahmed'deki

babil'de ölüm istanbul'da ask|319

Atmeydam'na kadar gelmişler ve yüzlerce Istanbullu'yu sancak altında aynı cümleyi tekrar eder duruma getirmişlerdi. Ordu Üsküdar'da olduğundan şehir korumasızdı. Sultan III. Ahmed sarayda ne yapacağının telaşında sadrazamı İbrahim Paşa'yı aratıyordu. Toplanan halk "İbrahim Paşa Tebriz'in Şah'a teslimi için gizli emir vermiş; orduyu burada o yüzden oyalıyor, şeriat isteriz!" diyorlardı. Bu "Şeriat isteriz!" sözünün anlamı, "Suçlulara cezası verilsin; kanun uygulansın!" demekti. Aslında halkın çoğu sadrazamın lüks hayata dalmasına, kendilerinden alınan vergileri kişisel çıkarlarına, eğlenmek üzere yaptırdığı köşklere, saraylara ve o güne kadar istanbul halkının hiç tanık olmadığı eğlencelere harcayarak devleti batırdığına; bunun sonucunda da fakirin iyiden iyiye fakirleşip zenginin daha da zengin olduğu bir vurgun düzenini getirdiğine isyan ediyorlardı, ibrahim Paşa Sadabad sarayında sızmış yatarken istanbul'da halk ayaklanmış, şehri ele geçirmeye ve kelle istemeye hazırlanmaktaydı. Öğleye doğru sayıları binleri bulan isyancıların önde gelenleri aslında dindar insanlardı ve gerçekten de devletin yoldan sapmış olmasını hazmedemedikleri için bayrak açmışlardı. Ama asıl kalabalığı yönetimden memnun olmayan fakir halk oluşturuyor ve gizliden gizliye "Neden pastadan bize de bir dilim verilmiyor!?" fikrini taşıyorlardı. Bunlara Baba Cafer, Galata, Rumelihisarı ve Tersane Zindanlarından salıverilen suçlular da katılınca olanlar olmuş, şehirde yağma ve cinayetler başlamıştı.

ibrahim Paşa ve BC'nin gizli toplantısına katılan üyeler öğleye doğru isyan haberiyle uyandırıldılar. Olan olmuştu, ibrahim Paşa akşam Şeyh Abdülhay Efendi'nin ayrı ayrı kâğıtlara yazdığı altı beyti birer birer BC üyelerine verip "Bunları koruyunuz ve dünyanın geleceğini uzaya taşımak üzere bir daha toplandığımızda beraberinizde getiriniz." dedi. Her biri kılık değiştirerek ayrı istikametlerden ve ayrı yollardan kenti terk etmek üzere dağıldıklarında Hilal-i Osmanî gizli teşkilatının hafiyeleri geç kaldıklarını anladılar. Sadabad sarayının geniş salonunda yalnızca

32 0

yoğun bir anason kokusu ve kirli içki kadehleri vardı. Hançeri Martel Clovis, Efendim Fuzulî'nin matara kayışını da General Stefan alıp götürmüşlerdi. Keldani kesim cübbe ile Babil tanrılarının isimleri yazılı deri kartuşu da Bektaşi Babası Abdülhay Efendi hırkasının altına gizleyerek tekkenin yolunu tutmuştu.

ibrahim Paşa Sadabad sarayından çıkmadan damadı Kaymak Mustafa Paşa'yı çağırttı ve beni ona emanet ederek "Bu kitabı şehir oğlanı Nedim'e ver, iyi saklasın! Şu badireyi atlattıktan sonra emanetimizi alırız!" dîye tenbihledi. Bunu söylerken Nedim Efendi'nin o muhitlerde en gözde şair olduğunu ve sayısı binleri bulan kitapları arasında benim rahatça gizlenebileceğim gerçeğini düşünüyordu.

Leylâ'mı son kez o gün uzaktan gördüm. Ağlıyor ve korkuyordu. Benim aşkımı bilseydi ve şimdi akıttığı gözyaşlarından yalnızca bir damlasını bağnmdaki igsi lekesinin üzerindeki şakayık resmine düşürsün diye içimden geçirdiklerimi hissetseydi, şüphesiz şimdi her şeyi bırakıp bütün tehlikeleri göze alarak beni arıyor olurdu. Rukâl'in kanıyla bağrıma çizdiği şakayık, onun gözyaşıyla sulansaydı eğer, kıyamete kadar solmazdı elbette. Beni ilk gördüğünde aynı yerimden, şakayık resminin üzerinden öpmüş dudak izleri kaçıncı göbekten annesi olan Leylâ'nın dudak izleriyle birbirine karışmıştı. Yazık ki o beni aynı yerimden öpmedi ve ben Dicle'nin serin yamaçlarındaki hayatım ve çölde yüzyıllar önce bıraktığım sevgilim Leylâ'nın dudağına değebilmeyi hayal ederken hurma lifleriyle kazana atıldığım günkü acıyı yeniden yaşadım. Şimdi onun soyundan ve onun torunlarından benim için yeniden yaratıldığına inandığım bu güzel kız, bu kara kaşlı, kara saçlı dilber, bana aynı acıyı ikinci kez yaşatıyordu. Efendisi Kaymak Paşa'nın elinde beni görünce almak üzere koşmuş, ne ki paşa beni ona değil Ahmed Nedim Efendi'ye vermişti. Nedim'in içki yüzünden iyice titremeye başlayan ellerinde Sadabad sarayından uzaklaşırken, saçları gibi bahtı da kararan Leylâ'mı bir daha göremeyeceğimi

babil'de ölüm istanbul'da a 5 k I 3 Z 1

anladım ve içim nesiller önceki acıyla tekrar yandı. Öyküdeki kimliğime dönmüştüm. Leylâ'yı son kez kırlarda görüp aşkımı tekil yaşamak ve sevgimi çoğaltmak için ıssız çöllerin yolunu tuttuğum günü yaşıyor gibiydim. Hayatım öyküme kilitlenmiş, kaderim yine keder olmuştu.

Nedim Efendi'nin Beşiktaş'taki evinde sekiz gün bekledim. Şiirle dolu sekiz gün idi bu. Çapkın şiirler söylemeye alışmış olan Nedim Efendi artık korku içindeydi ve Efendim Fuzulî'nin beyitleri arasından kendi hâline uygun beyitler okumayı zevk edinmişti. Hatta bir gece Efendim'in bazı şiirlerine benzer şiirler bile yazdı. Hayrettir, Efendim'in dizeleri kadar güzel dizeler söylüyor ve onun platonik aşkını, hayal ettiği, yahut koynunda geceler geçirdiği güzellerin yahut oğlanların tensel zevkleriyle süslüyordu. Konağında bahçevanlık yapan Arnavut oğlanına

3 22 l.m

tutkun olduğunu anlamakta gecikmedim. Arada sırada çağırtıp bir şeyler sorma bahanesiyle kendisini ona sunmak istiyor, ama delikanlı bu ellilik kart gulamparanın işvelerine kanmıyordu. Hele bu delikanlıyı elinden kaçırdığı vakit yazdığı birkaç gazelinde Efendim Fuzulî'nin lirizmini aştığı bile oldu. Benim Efendim aşkın kendisine âşık idi; oysa Nedim Efendi âşık olduğu dilberi koynuna alıp aşk dizeleriyle zevkin doruklarını yaşatmak istiyordu. Divan şiirinin hayalî sevgilisinin onun dilinde ete kemiğe bürünmüş olarak yaşadığını hissedebilirdiniz. O hayal etmek yerine dokunmayı, sevgisini anlatmak yerine sevgilisinin mahrem yerlerini öpmeyi dile getiriyor, tam da yaşadığı çağın kalburüstü eğlence dünyasına uygun cinsellikleri anlatıyordu. Öykümü okurken aşkımın yüceliğine ve nasıl olup da Leylâ ile karşılaştığım zamanlarda ona sahip olmadığıma, bir kere olsun onunla beden bedene sevişmediğime, Efendim Fuzulî'nin neden böyle bir sahneyi de yazmadığına hayret edip durdu. Onun aşkı, Sadabad eğlencelerini şenlendiren sazların tellerinde hayat buldu, yazdığı şarkılar İstanbul hafifmeşrep kadınlarının dillerinde modaya dönüştü. Genç kızlara laf atan delikanlılar onun beyitleriyle konuştular, âşıklar sevgililerine onun dizeleriyle ilan-ı aşk ettiler. Efendim Fuzulî'den bu yana istanbul semalarını dolduran asil aşklar, yerini cinselliğe bırakmış ve Nedim de bunun sözcülüğüne soyunmuştu. Ama öyle güzel söylüyordu ki o bunları!... Nedim Efendi'nin şiirlerini okuyup da aşkı inkar edecek bir tek fani bulunmaz şu dünyada. Saraydaki hadımağalara bile okutsanız, onun şiirlerindeki aşk ile yürekleri yanardı şüphesiz.

Sekiz gün boyunca Ahmed Nedim Efendi'nin bazı divanlardan şiirler okuyup iç geçirdiğine, defterine yazdığı bazı yeni şiirlerinde de hep o eski günlerin hasretiyle yandığına şahit oldum. Şehirde oluk gibi kan akıtıldığını biliyordu ama içki kadehlerinin dibini buldukça bahçevan oğlanı özlemekten kurtulup bir türlü olup bitenleri mantık çerçevesinde değerlendiremiyordu. Bu

babil'de ölüm istanbul'da a;k|323

tavrından dolayı onu ayıplamıyordum, çünkü şehrin isyanı beni de yalnızca Leylâ dolayısıyla ilgilendiriyordu. Kim bilir şimdi neredeydi? Acaba bir kendini bilmez yeniçerinin eline mi düşmüş, bir kanun kaçağı tarafından mı kirletilmişti? Belki de ölüm çok yakınmdaydı ve ben burada sevgilim için hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinde çırpmıyordum. Nedim Efendi ise günahlarını anarak yanıp tutuşuyor, ama son anda tevbekâr olmayı nefsine yediremiyor, Firavun imanını kabullenemiyordu. Yaratıcı'nın huzuruna kara bir yüzle çıkacağını düşünüyordu ama'yüzünü ağartacak hareketi yapmayı da kendine yediremi-yordu. Ona baktıkça, belki değeri yüzyıllar sonra anlaşılacak bir deha görüyordum; heder olmuş bir deha. İstanbul'da konuşulan Türkçe'nin dehası, İstanbul'da zevke dönüşen hayatın dehası, ince zevklerle yoğrulmuş bir sanat ortamının dehası. Çevresi kadar kendisi de zarif olan bu adam zarif bir mekanda, zarif zevkler içinde yaşamıştı. Bulunduğu çağın sosyal hayatı ne kadar kötü ise sanat ortamı ve zevki o kadar güzel ve iyi idi. Lâle bahçelerinde ve Sadabad'da rafine bir zevk halini almış olan sanatın ibresi şiirde, çevrecilikte, mimaride, musikîde, renk ve desen sanatlarında, cam ve kumaş güzelliğinde, mermer ve su damarlarında, düşünce ve bakışta estetiğin zirve noktalarına vuruyor, sosyal hayatın çirkinliğini örtüyordu. Bir devletin kronoloji ömrü oluştuktan sonra sanat ömrü beliriyor, çöküş çağları başladığında da sanatta zirveler kendini gösteriyordu zahir. Osmanlı devletinin iç ve dış yenilgileri ile bir gerileme başlayalı epey zaman olmuştu ama sanatta yükseliş hâlâ devam ediyordu. Ahmed Nedim'in, ibrahim Pa-şa'nın ve III. Ahmed'in çağında yaşayanlar işte böyle bir çatışmanın çocuklarıydılar.

Bir pazartesi günüydü. Şehirden gelen silah sesleri ve isyancıların bağırışmaları giderek daha yakından işitilmeye başlanmıştı. Kuşluk vakti Nedim Efendi evindeki son rakı şişesini de

3 24 hm

fondiplemiş, ama ölüm korkusunu yenememişti. Kuşağında taşıdığı afyon macunlan da bitmiş, hizmetkârlarını "Bana hap bulun!" diye tartaklıyordu... O sırada avlu kapısı hızla vurulmaya ve "Bre ibrahim dalkavuğu! Son duana hazırlan!" diye çatlak sesler gelmeye başlamıştı. Beni ve kendi şiirlerini yazdığı defterini iki kat muşambaya sarıp üst kat salon döşemelerinin gizli bölmesine, vaktiyle afyon ve esrar sakladığı taban tahtasının kirişleri arasına sakladı, isyancılar eve girdiklerinde Nedim Efendi'nin çatıdaki kiremitlerden bahçeye doğru süzülen son inleyişini duydum. Gelenler onun komşunun damına atlayıp kaçmak isterken düşüp öldüğünü söyledilerse de ben onun, canlı ele geçerse namusuna ve onuruna dokunulacağını bildiğinden canına kıydığını anladım. Üç gün süren sessizlikten sonra eve gelen bir cariye yağmalanmış konaktan birkaç parça giysi ile beni ve Nedim Efendi'nin divanını alıp Surdibi'ndeki batakhanelerin yolunu tuttu. Karaköy'deki ahşap köprüden geçerken Süleymaniye sırtlarında Leylâ ile kaç geceler koyun koyuna sabahladığımız Kaymak Mustafa Paşa'nın konağını gördüm. Çatısından hâlâ dumanlar tütüyordu ama artık eski konak değildi. Belli ki içine şehir sergerdeleri yerleşmiş, eşyalarını yağmalayıp bekar odalarına döndürmüşlerdi.

Aralık ortalarında istanbul'da lâle saltanatının sürüldüğü Sultan III. Ahmed devri tamamen kapanırken bu güzelim kent bir yangın yeri gibiydi. Ne çini ve kâğıt fabrikaları, ne kumaş ve çuha imalathaneleri, ne de Sadabad'daki kasırlar, köşkler, havuzlar ve lâle bahçeleri vardı artık. Müteferrika'nın matbaası da, açılan yeni mektepler de artık birer taş yığınından ibaretti. Halk kenti yağmalarken ben de beyitlerimin ve sayfalarımın yağmalanacağından korktum. Birkaç gün, sanki minyatürlerim çiğnenmiş, dize dize incilerim dağıtılmış, öykümün masumiyeti kirletilmiş gibi hissettim. Gerçekten herkes için acı dolu günlerdi, istanbul, Bizans'tan beri böyle bir felaket görmemiş, halk "kutluluk yurdu" anlamında Dersaadet veya "emniyetin

babil'de ölüm istanbul'da aşk|325

evi" anlamında Darüleman dediği şehirde hiç bu kadar korku ve dehşet yaşamamıştı. Leylâ'dan bir daha haber alamadım, yaşıyor muydu, kimlerin eline geçmiş, hangi kirli eller sırma saçlarına dokunmuştu bilemedim. Bütün yalnızlara dokunan kirli eller ona ne kadar dokunmuştu, onu da bilemedim. Kara gözlerinden kanlı yaşlar aktığı zaman yanında olamamanın acısı sonraki yıllarda içimden hiç çıkmayacaktı, öyle hissediyordum.

Bir şu'lesi var ki şem'-i canın Fanusuna sığmaz asumanın

Şeyh Galip

Can mumunun öyle bir alevi var ki; Gökkubbe denen fanusa sığmaz!..

XXVI

Bu, Galata'da Dervişler Gecesi ve Aşkın Bilinmez Bilmecesidir

Galata Mevlevihanesi'nin ıhlamur kokulu kameriyesinden Üsküdar'ın camlarına vuran gurubun kızıllığını seyrederken buradaki mistisizmin istanbul kültür hayatındaki rafine zevke kaç yüzyılların birikimiyle ulaşılabildiğini düşünüyordum. Varlığının bütün hücrelerini şiire peşkeş çekmiş olan ben, bir yanı İstanbul'un en güzel manzarasına sahip olmakla hayata, diğer yanı sırtını mezarlığa vermekle ölüme bakan ahşap ile mermerin buluştuğu bu mistik kompleks arasında kıyamete kadar mutlu bir hayat sürebilirdim. Günler burada parke döşeli meydanın ortasındaki manolya ağacı etrafında toprak ile sevginin buluşmasında elenmekteydi. Üstü kütüphane, altı sebil ve mu-vakkithane olarak kullanılan müştemilat ile türbenin taş duvarlarını birleştiren kemerli kapıdan giren bir ziyaretçi sağda çeşmenin, solda çilehanenin ulvi sesiyle karşılanır. Hayatın şiire göz kırpan zevkleriyle musikînin ahenk tutkunu nağmelerinin

babiTde ölüm istanbul'da aşk|327

birleştiği kuyulu kameriyenin karşısına hamûşânın -Buradaki dervişler ölülerine 'suskunlar' anlamında hamûşân, ölüyü gömmeye de 'sırlamak' diyorlar- yapılması, bu taşlık meydanda ölüm ile hayatın buluştuğu fikrini uyandırır zihinlerde. Üç katlı ahşap mevlevihanenin mermer basamaklar döşeli girişinden sonra gıcırtılı merdivenlerin, kafeslerin, sema meydanının, şeyh dairesi ve sazende mahfilinin hükmü başlar. Buradaki her bir nakşın üstüne asırlarca süren musikî nağmeleri sinmiştir. Meydanda dönen canların tennureleriyle ahenk bulan besteler buradan bütün istanbul ufuklarına yayılır.

Benim şahane bir konuk edasıyla girdiğim Mevlevihane, o günlerde Galata'daki elçiliklerin ve kiliselerin arasında islam'ın güler yüzünü temsil ediyordu. Tekkenin her zamanki müdavimlerinden ayrı iki tür ziyaretçisi olurdu; ya meraklarını yenmek isteyen elçiliklerde görevli ecnebiler, ya da istanbul sokaklarında yaşayan düşkünler. Birincilerin kalplerini, ikincilerin de karınlarını doyurup gittikleri bu dergah, sultanın geldiği ender vakitlerde ise zaten alışık olduğu mistik protokole bir de devlet protokolünü ekleyerek en rafine hayatını yaşamaktaydı. Böyle zamanlarda tekkedeki her bir hareket ve kıpırdanıştan bile estetik bir zevk duyar, sanki bu insanlar yaşamıyorlar da sanat değerlerine biçilmiş rolleri oynuyorlar zannederdim.

Surdibi'ndeki batakhanelerden Galib Dede'nin önüne dü-şesiye kadar istanbul'un izbe evlerinde yıllarca savruldum durdum. Yedikule'den Ayvansaray'a, Galata'dan Eyüp'e bazen bir sandalda, bazen bir kağnıda taşınırken hep aklı göbeğinin altında çalışan insanlar tanıdım. Eyüp'teki helvacı dükkanlarının, Sulukule'deki hayat kadınlarının insan eti kokan odalarında kaç külhanbeyi ve sergerdenin kaba ve küfürlü sesini dinleyerek ne kadar zaman geçtiğini şimdi hesap bile edemiyorum. O yılları yaşayanlar istanbul'un işsizlik, açlık, anarşi ve şehvetle imtihan edilmekte olduğunu sanabilirlerdi. Bereket versin

328

kimse beni tanımıyor, peşimde uzun zamandır karanlık yüzler dolaşmıyordu. Arada sırada bir hayat kadınının karşılık göremediği aşkının gözyaşlarını yüklenerek uykuya daldığım ve kendimi Leylâ'mın koynunda görerek uyandığım kabuslarım artmıştı. Bir yandan Leylâ'mı görmeyi umut ediyor, diğer yandan onu buralarda görmekten korkuyordum. Çok sonraları, "Artık yaşlanmış ve bensiz ölmüştür!" diye ondan umudumu kestiğimde onunla karşılaşamamış olmaktan buruk bir teselli bile hissettim.

Özümün aşktan yaratıldığını en fazla hatırladığım ve aşka en fazla özlem duyduğum bir zamanda, bağrıma Hızır eli değmiş gibi, yolum bu mevlevihaneye düştü. Saçaklarda sarkıtların kılıçlara döndüğü bir gün batımında, kar boran arasında, Üvendire Veyis, sebilci dedeye "Şeyhe diyeceğim var!" deyip kapağı mevlevihaneden içeriye atmıştı. Akşam ezanından sonra tekkenin kapılarının kapatılıp, ne içeriden dışarıya, ne de dışarıdan içeriye geçişlere izin verilmediğini biliyordu Üvendire Veyis. Niyeti, ayaz alıp satmada olan kara bacaklarını sıcak bir postta uyuyarak dinlendirmek ve sıcak bir kap çorba ile midesine cila vurmaktı. Dün geceyi koynunda geçirdiği dostu Rastıklı Anuş ile kavga etmiş, ona ders olsun diye de en sevdiği eşyasını, yani beni elinden zorla alıp sahaf esnafına okutacağını söylemiş, ama bu soğukta Zindanarkası'ndan ta Bayezid'e gitmeyi göze alamayarak salaş Galata meyhanelerinden birinde bir tanıdığa rastlayıp rampa olma hayali ile Beyoğlu'na çıkmış, ama uzun zaman gezinip de bir tanıdık bulamayınca, aklınca tekkeye sığınmayı düşünüp bu dar vakti kollamıştı. Sebilci Dede bu vakitte şeyhin kendisini görmesinin mümkün olmadığını, yarın gelmesini söylediyse de işinin önemli olduğunu, yoksa maraza çıkaracağını söyleyerek direnmişti.

Aslında babayiğit bir adamdı Üvendire Veyis. Kastamonu'da sevdiği komşu kızına göz koyan yan mahalle delikanlılarından birisinin,

babll'de ölüm istanbul'da a s k]329

Gül bülbülün sektmtnden Perçem zülüf takımından Geçme mescit yakınından Çok namazlar böldürürsün

diye türkü yakması üzerine saldırmaya davranıp kanlı olunca soluğu İstanbul'da alarak izini kaybettirmiş, batakhanelerde sürtmeye başlamıştı. Kaslarıyla tuz toplayıp kirpikleri üzerinde yürüyecek gayrette bir delikanlı iken kaderin onu buralara sevk etmesinden içi ezik, yüreği buruktu. Anuş ile yolları kesiştiğinde yalnız ve çaresiz, başını koyacak bir omuz arıyordu. Anuş ise Büyük Çarşı'da ıtır satan bir Endülüs Yahudisi'nin çarşı pazar dolaşan hoppa metresiydi ve Balat'taki konağın bu Kastamonulu bahçıvanı dikkatini çektikten sonra konağa daha sık gelip gitmeye başlamıştı. Aradan iki ay geçmemişti ki Anuş ile Veyis fındık kırmaya, gizli şeker çiğnemeye başlamışlardı. Hatta bunu bir oyun ve eğlenceye çevirmişler, sorumluluklarından sıyrılıp pervasızca birbirlerine yapışmışlardı. Bir defasında Anuş, ıtır bezirganıyla sabahladığı gecelerden birinin ardından hamama gideceğini söyleyerek âşığıyla kol kola, bir karı koca gibi evden çıkmışlar, Veyis de peşlerine düşmüştü. Niyetleri adamı savıp buluşmaktı. Ne ki Anuş hamama girdikten sonra efendisi onu karşı kahvede beklemeye başlamış, bu da Veyis'i telaşlandırmıştı. Daha aradan birkaç dakika geçmiş geçmemişti ki hamamdan çıkan bir kadın doğruca Veyis'in yanına gelmiş ve "Civanım gel benimle!" diyerek koluna girivermişti. Bu, az evvel hamama giren Anuş'tan başkası değildi ve içeride yıkanmak yerine hamamda yedek beklettiği bohçasından elbisesini değiştirerek, sanki başka bir kadın gibi, Endülüs Yahudisi âşıkı-nın gözünün içine baka baka ve salına salına geçip Veyis'i köşe başındaki bir eve sokmuş, bir saat sonra yeniden önce hamama, orada eski kıyafetlerini giydikten sonra kendisini bekleyen âşıkına dönüp sanki hamamda yıkanmış da yorulmuş gibi bitkin adımlarla konağa geri dönmüştü. Hamamda bir bohça

330 I um

babil'de ölüm

istanbul'da a ş k I 3 3 I

kıyafet bulundurmakla kotarılan bu kaçamak birliktelik birkaç hafta aynı plan üzerine devam ettikten sonra Üvendire Veyis onu Endülüslü efendisiyle paylaşmak istemeyince önce bir ev tutup yanına almış, sonra da masraflarına güç yetiremeyince pezevenkliğini yapmanın kârlı bir iş olacağını düşünerek bıçkın hayatın kollarına atılmıştı.

* * *

Sebilci dedenin haberini şeyhe götüren can, tekkenin merdivenlerini hızla inip yanlarına döndüğünde beraberce taş basamakları çıktılar. Üst kattaki şeyh dairesinin önünde beklerken içeriden "Buyurunuz!" anlamında iki kez el çırpma sesi duyulduğunda 'derviş can'ın yaptığı gibi o da kapının sövesine hafifçe dudağını değdirerek içeriye girdi. Beni kuşağının içine gizlemeye çalıştıysa da cildimin şemsesi açıkta duruyordu. Üstelik o gün üşüyen yalnızca o değildi; bazı sayfalarımın yazıları dağılacak derecede nem kapmıştım. Şeyh Efendi'nin dairesindeki sıcak hava bana da iyi gelecek diye sevindiğimi saklama-malıyım. Peykede oturmuş kitap okumakta olan Şeyh Efendi'nin, namını sık sık duyduğum Galib Dede olduğunu görünce Veyis'ten çok ben heyecanlandım. Otuz yaşlarında, orta boylu, yüzünden huzur yayılan seyrek sakallı bir beyefendi idi bu. Yere oturmuş kendisini dinleyen canlara, o günlerde bir iddia üzerine yazmaya başladığı Hüsn ü Aşk adlı mesnevisinden bölümler okuyor, fikirlerim alıyordu. Adını çoktandır duyduğum, Sultan Selim-i Salis'in kız kardeşi Beyhan Sultan'ın tutulduğu, şiirin merkezini bu tekkeye endeksleyen "Pamuk Şeyh" işte karşımda idi. Günün batmak üzere olduğunu düşündüğü için olsa gerek, Galip Dede hemen sordu:

"Buyur efendi, bir hizmet mi vardı?"

Ellerini önünde kavuşturmuş olan Veyis başını yerden kaldırıp önce Şeyh Efendi'ye ardından da çevresindeki dedelere bakarken kızardı, bozardı ve "Bu gece burada kalabilir miyim?" diyeceği yerde erkekliğe yediremeyip tarikat dilince:

"Şeyhim, izin verin soyunacağım!" deyiverdi. Bu, mevlevile-rin özel terminolojisi içinde "Tarikatınıza gireceğim, size in-tisab edip bir sikke, bir tennure ile yetinecek ve İlahi aşk- şarabı ile sarhoş olacağım." demekti ama Galip Dede böylesine ayaz bir günde, bu yarı çıplak adamın tam da bu vakitte gelişinden, amacının ense yapıp aşa konmak olduğunu anlamış, gülmemek için kendisini

zor tutuyordu. Önce biraz düşündü, sonra çevresindekilerin yüzlerine baktı ve:

"Efendi!" dedi "Soyunmak kolay, ama önce seni bir giydir-meli!" Sonra da içeriye beraber girdiğimiz dedeye bakarak ilave etti:

"Götür bu canı. Üzerine bir kat urba verip giydirsinler ve bu gece yerini hazırlasınlar!"

Mevlevihanedeki ilk gecemi, alt katta, meydana açılan hücrelerden birinde, keçi postu üzerine serilmiş yün bir yorgan örtünen Üvendire Veyis'in yastığının altında geçirdim. Veyis, bütün gece şeyh huzurunda söylediği sözü düşünüp nefsiyle çatıştı. Bazen, sırf bir gece geçirmek için yalan söyleme zilletine katlandığı için kendisine küfrediyor ve ertesi gün buradan nasıl sıvışacağının planlarını kuruyor; bazen de çoktandır yaşadığı

33 2 um

kötü hayata artık bir son vermek gerektiğini düşünüp "Bu yalanı bana Allah söyletti, bunda da vardır bir hayır!" diye kendini teselli ediyordu. Bense bütün gece Veyis'in burada yerleşmesi için dua ettim sayılır. Bunu onun için mi, yoksa kendim için mi istediğime şimdi bile karar veremiyorum.

Ertesi sabah hayat erken başladı. Herkes sabah namazı için ibrik ve leğen başındaydı. Ocak zabitam dolu ibriklerin sonuncusunu getirip kirli leğenlerin sularını da döktükten sonra cemaatle namaz kılındı, imamın ünlü müzisyen Hammamizade ismail Dede Efendi olduğunu ve o gece Veyis gibi onun da tekkede misafir bulunduğunu sonradan öğrendim. Müezzinlerin ise tekkenin bir önceki şeyhi müzisyen Ali Nutkî Dede'nin öğrencileri olduğuna şüphe yoktu. Bulunduğum hücrenin açık kapısından duyduğum ve hissettiğim bu ibadetin huşu ve ulviyeti beni çok etkilemişti. Kanun Koyucu zamanında, sarayda kılman sabah namazlarını hatırladım birden. Güzel sesli imamlar, musikî bilen müezzinler, arada ilahiler ve tekbirlerle kılınan namaz, beni Rukâl'in dualara karıştırdığı gözyaşlarının hatıralarına götürdü. Sabah namazından Veyis de benim kadar etkilenmiş olarak hücresine döndü ve tekkedeki canlar sabah zikirlerini tamamladıktan sonra kuşluk vaktine dek uyudukları halde o hep ağladı. O gece hayatını değiştirecek bir rüya gördüğü her halinden belli idi. Gözyaşları onunla birlikte benim de üzerime sinen küfür sözlerini ve ucuz hayat kirlerini yıkayıp temizledi. Kuşluk kahvaltısına çağrıldığımızda ikimiz de arınmış, hazırlanmış, teslim olmuştuk.

Tekkenin dış kapısı kendisine açıldığı ve utandırılmadan sokağın yolu gösterildiği halde Veyis, Kazancı Dede'nin tarif ettiği şekilde matbah-ı şerif girişindeki saka postuna diz çöküp oturarak olup biteni seyretmeye ve kendisini sınamaya gönüllü olmuştu. Onun iri kemikli ellerinde, tam onsekiz gün boyunca ben de Mevleviliği öğrendim diyebilirim. Kâh muhib, kâh nev-niyaz diyorlardı adına ve herkes onu orada yokmuş gibi davranıyordu. Beni okuyamadığı ve içki parasına okutmak için yanına aldığı için arada sırada kimse yokken resimlerime bakıyor,

babil'de ölüm istanbul'da aş k I 3 3 3

bazen "Keşke satsaydım!" diye hayıflanıyor, bazen "Bunu sata-bilseydim yolum buraya hiç düşmezdi!" diye kadere boyun eğiyor ve ne olduğumu anlamak ister gibi çocukken kulaktan dolma duyduğu hikâyemi çözmeye çalışıyordu. Zaten Nedim Efendi'nin evinden sonra istanbul'un kenar mahallelerinde beni gören herkes böyle yapmış, dilimi anlamak yerine renklerime hayranlıklarını belirterek yetinmişlerdi.

Matbah-ı şerif, yemeklerin pişirildiği bir mutfaktan ibaretti; ama gerçekte burası dergahın kalbi, bir tür idare karargâhı idi. Şeyhten sonra en yetkili kişi olan Aşçı Dede'nin sorumluluğundaki mutfakta ocak zabitam denilen dervişler hizmet ediyor, hizmete soyunan canlarla hiç konuşmadan gündelik işlerini yürütüyorlar, bazen alışverişe çıkıp bazen Mesnevi okuyorlardı. Veyis, beni okuyabilmeyi asıl onların bu damıtılmış zarafetlerini görünce çok istedi. "Okumuş insanın hali başka oluyor." diyordu içinden.

Onsekiz günlük bu afaroz dönemi tam bir çile idi. Kimse Üvendire Veyis'in varlığıyla ilgilenmiyor, vakti geldikçe önüne azıcık yemek ve dolu bir ibrik geliyor, bütün günü ya namaz kılarak, ya iç hesaplaşmaları, yahut dua ederek geçiyordu. Daha birkaç gün evvel, Zindanarkası'ndaki evinde Anuş'un yanında ona birisi "Sus!" deseydi yatağan sıyrılır, "Burada oturacaksın ve yalnızca tuvalet için, o da izin isteyerek ayrılabileceksin." emri verseydi raconu bozmuş, külhanbeyliğin şanına leke sürmüş olurdu ki sonuç cinayete kadar giderdi; ama o burada, bu aşk ortamında kendisini susmuş ve oturmuş buldu. Burada hayatın daha alt perdeden ve çok yavaş ilerlediğini gözlemledim ben. Belki de Veyis'in yıllardır aradığı huzurun burada olabileceğini düşünmüştüm, insanlar var ile yok arasında yaşıyorlardı. Sessiz, huzurlu, gülümser, memnun ve razı. Bedenen var idiler de nefisleri mi başka yerdeydi, yoksa nefisleri hiç mi yoktu, kestirmek zordu. Mutfakta en neşeli geçen zamanlar, arada sırada mutrip heyetini idare eden kudümzen başı ile neyzenbaşı dedelerin gelip canlara ayin-i şerif ve mukabele meşkleri yaptırdıkları meclislerdi ve

3 34 um

Veyis'in bildiği çilingir sofralarına nisbeüe bunlar muhallebi çocuğu beslemek kadar masum görünüyordu.

Onsekizinci günde muhibliği hak etmiş olan Veyis'e şeyhin tekbirlediği bir sikke giydirildi ve kendisine seyr ü sülûku öğretecek bir dede tayin olundu, ileride sema çıkaracak, yeteneğine göre ney üflemeyi veya Mesnevi okumayı öğrenecek, ardından kırk gün süren çileye soyunarak dedelerden biri olac'ak, matbah-ı şerifte hizmet görecek, onsekiz derviş hücresinden birisine yerleşecek, sabah namazından sonraki Ism-i Celal zikrine katılarak her biri yumurta büyüklüğündeki bin bir taneli teşbihe yapı-şabilecekti.

"Varlığın özü aşktır!" demişti dede ilk derste ve ben hücremin genişlediğini, daha çok genişlediğini ve dünyaya sığmadığını hissettim. Bu dede mecazi aşkın ilahî boyutundan bahsedecek diye bütün dikkatimi onun sözlerine verdim. "Ruhlarımız kâinatta varolan her şey gibi Mutlak Varlık olan Tanrı'dan çıkıp en sonunda yine O'na varır." diyordu. Sonra devam etti: "Tanrı bilgisiyle zuhur edince önce bir nur yarattı ve ona 'Mu-hammed ol!' dedi. Bu, yaratılan ilk akıl idi ve yaratılan her şeyin özünü teşkil etti. Nur bu hitap karşısında aşk ile terleyip 'Allah'tan başka ilah yoktur' diye gerçek Sevgili'yi ululadı. Bütün güzelliklerin kaynağı ve mutlak güzel olan Sevgili bu güzel söze 'Muhammed O'nun elçisidir' iltifatında bulundu. Sonra ruhlarımız yaratıldı ve bir araya toplanıp soruldu: 'Elestü bi-Rabbi-küm?' Bu, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' demekti ve ruhlar hep bir ağızdan 'Kalû bela' yani 'Evet Sen bizim Rabbimizsin!" dediler. Ruhlarımız böylece söz verince o güzellik karşısında sarhoş olup daldılar. Sonra o nurdan Allah'ın tecellisi olarak galaksiler ve kâinat yaratıldı. Dokuz kat gök ve içindeki gezegenler ile yıldızlar hep bir dönüş ile varoldular. Birbirini çevreleyen veya kovalayan bu dönüşü anlamak için bizim tekkedeki dervişlerin dönüşlerini izlemen yeterlidir." Dede sözlerinin burasında eliyle dönüş işareti yaparak taze kokusu odaya yayılan kahvenin fincanını çevirip kulpunu tuttu. O sırada ben, içimde taşıdığım sırrı, BC'nin ideallerini ve BUAM ile dedenin

H

babil'de ölüm istanbul'da aş k I 3 3 5

bu anlattıklarının örtüşen kısımlarını düşünerek "Acaba?" demiştim, "Çoktandır uzak kaldığım BC ile karşılaşacağımın ilk işareti mi bu?!" Neyse ki dede bu bahsi çabuk geçti: "Sonra Allah evrenin içini dört ana öge ile süsledi. Bunlar toprak, hava, su ve ateştir. Bu dört anadan üç Çocuk doğdu. Ağaç ve sebze gibi bitkiler, mineral ve maden gibi cansızlar ve hareket yeteneği verilmiş hayvanlar. Hayvanların yalnızca bir bölümüne akıl verildi ve onlara insan denildi, işte ana rahmine düşen her insanda dokuz kat gökten süzülüp gelen bu öğeler mevcuttur. Varlık âleminin yer aldığı milyarlarca galaksiler içindeki milyarlarca yıldızdan biri olarak bu küçücük dünyamızda miyarlarca zamanların milyarlarca insanlarından her biri toprak, hava, su ve ateşin yardımıyla oluşturduğumuz bitkisel, hayvansal veya madensel gıdalardan beslenip bir anne de babanın bellerinden cenin olarak şekil bulur. Bu bizim, Tanrı'dan koparak kademe kademe beşeriyete bürünmemizdir ve cenin üç aylık olunca Ezel bezmindeki güzellik ile kendilerinden geçmiş olan ruhlarımız uyandırılarak sevgililerine kavuşmak ve o gün Rab Ta-ala'ya verdikleri sözlerinde durup durmadıkları sınanmak üzere bedene üflenir, insanın Tanrı'dan en uzak olduğu an, işte bu doğum anıdır. Kur'an'ın ifadesi ile 'yaratılmışların en şereflisi' olan insanın 'en aşağı derece'de bulunduğu dönemdir. Ergenlik çağına gelen her insanın bu uzak mesafeyi yeniden ve yine kademe kademe tersine doğru tırmanması için her sufı öğretisi ayrı bir mistik düşünce geliştirmiş, değişik yollar bulmaya çalış- • mıştır. Peygamberlerden filozoflara, budizmden tasavvufa vara-sıya kadar Batlamyus'un da, Aristo'nun da, Guathama Bud-ha'nın da, Geylanî ile Anadolulu Mevlana'mızın da aradığı hep işte o Yegâne Sevgili'dir. Tekkemizdeki her şey bu geri yolculuğun nasıl daha kolay yapılabileceği üzerine kurallara bağlanmıştır. Bunun ilk aşaması nefsi öldürmektir. Onsekiz gündür beklediğin saka postu bunun ilk örneğiydi. Şimdi bilgilenerek ilerleyecek ve çi-lehanede nefsini tamamen öldürdüğün gün gerçek Sevgili yolunda ilk adımını atacaksın. Çünkü sevgiliye aşk ile, gönül ile ulaşılır. Nefis ise aklı ve dünyayı ister. Aklı terk etmedikten sonra gönül

3 3 6 I l

yolculuğu nasıl olası değilse nefsi öldürmeden de ruhun arınması ve yücelmesi olası değildir. Ölmek gerekir ki hayat bulalım. Nefsi öldürelim ki Sevgili'de yaşayalım ve bunun için de Sevgi-li'den uzaklaştıran her şeyi terk edelim. Bu da derece derece olur. Yıllar geçer. Aşk ile mest olmayınca bu yol yürünmez. Aşk ile mest ol da sonra ister Mansur gibi 'Ben Allah'ım!' diye haykır, ister Nesimi gibi 'Cübbemin altında Allah'tan başkamı yoktur!' de fark etmez."

Dede, heyecanla anlatıyor, Üvendire Veyis şaşkın ve hayran dinliyordu. Onun her cümlesinin ruhunda fırtınalar estirdiğine şüphe yoktu. Bu kallaş ve ayyaş adamı bu kadar munis ve boyun eğmiş olarak görseydi hiç şüphesiz Anuş da kendinden geçer, ayağına kapanır kul köle olurdu. Dede, sözlerini daha iyi anlatabilmiş olmak için bir örnekleme de yaptı:

"Bak şimdi Veyis can, hani meyhaneleri bilirsin. Oradaki meyhaneci pir-i muganı, meyhane miçosunu, kadehi, şarabı, esrarı, sarhoşluğu, ayyaşlığı bilirsin ya; bizim tekkeyi de böyle say. Galib Dede Efendimizi meyhaneci, onun dudağını kadeh, o dudaktan çıkacak yüce sözleri de şarap tut. Hani meyhanedeki şarap insanı sarhoş eder ya..." Veyis iki eliyle dedeye susması için rica işareti yapıp sözün gerisini kendisi getirdi, "Evet, anladım, burada da o aşk sözleri insanı sarhoş ediyor, kendinden geçirtiyor, içini önce boşaltıp sonra aşk ile dolduruyor. Aşk sarhoşluğu da, kadeh mestliği de buymuş."

"Yaşadığın aşkları düşün." diye sözü aldı dede, ortadaki mangalın korlarını eşelerken ve Veyis'e Kastamonu'da kanlısı olduğu sevgilisini hatırlatarak önce yüreğini sızlattı, sonra yüzündeki acıyı hissetmişçesine alelacele kurdu cümlelerini: "Sevgilin, Allah'ın güzelliğinden yalnızca bir zerre taşıyordu. Şimdi o zerrenin özüne ulaşma yolculuğu başlayacak; damla denize karışıp sevgide kendini bulacak, aslına döneceksin. Bedenimiz topraktan geldi, toprağa gidecek; ruhumuzsa Allah'tan geldi, yine O'na dönecek. Bu yolculukta seni aldatacak tuzaklar konulmuştur; seni sınayacak geçici aşklar da. Eflatun-ı İlahî

babil'de ölüm istanbul'da aşk[337

diye bir dehri filozof bunu ide düşüncesiyle açıklamıştı. Varlığın gerçeği yerine gölgesiyle uğraşma, yani. Gerçek âşık aklıyla değil, gönlüyle bu yolculuğu tamamlayabilir çünkü. Aklın yalnızca bir araçtır. Onu nefsinin mi, yoksa gönlünün mü emrine vereceğin sana kalmış; ister masivaya, ister Allah'a ver. Birinde tuzaklar seni hep yoklayacak, diğerinde yolun hep açılacak. Dünyaya aldanma, süsüne kapılma. Dünya insanın gölgesi gibidir; ona sırtını dönersen peşinden gelir de, peşine düşersen hep önünden kaçar."

Ne yalan söyleyeyim, dedenin anlattıklarından ben de çok etkilenmiştim, Veys'in ise kafası iyiden iyiye karışmıştı. Efendim Fuzulî bunları biliyordu şüphesiz, ama benim aşkımı beşer ile Tanrı arasında bir yerde platonik düşünceyle yazmıştı. Leylâ ile çölde karşılaştığımız zaman onu reddeden içimdeki duygunun nedenini bir türlü anlamamıştım. Bunca zamandır hep pişman olduğum bu reddedişte Efendim Fuzulî'nin insanlara ne anlatmak istediğini bir türlü keşfedememiştim; şimdi kavradım. Evet, benim için o dönemde Leylâ ile bütünleşmek ve ikimizi tek bedende hissetmek, biraz da Mevla ile bütünleşmek demekti. Leylâ karşıma geçip bütün güzelliği ile aklımı yağmaya verdiği zaman,

Ger ben ben isem nesin sen ey yâr Ger sen sen isen neyim ben-i zâr

diye söyletmiş ve beni dünya tuzaklarından korumuştu. Efendim, benim aşkımı en ulvi biçimde saklayarak anılmamı, dillere destan olmamı sağlamıştı. Efendim meğer o vakit gerçeği bulmuştu. Bulmuştu da bunu bana söyletmiş, kaderini bana yaşatmıştı. "Kalû Belâ"da başlayan macerayı bunca bela ile devam ettirerek arınmamı istemişti, kendi adına arınmak için. "Demek bunca yıldır kirli vadilere düşen yolum bu sınanma içindi!" diyerek yakalamaya çalıştım gerçeği. "Ben bunca zamandır Leylâ'mı arayıp dururken acaba hep Mevla'yı mı aramaktaydım?" Ne ağır bir sual bu, ne dayanılmaz bir yük? Bütün

3 38 um

varlığımı ve bütün zamanlarımı gözden geçirip kendimi incelemem gerekiyor ve ben şimdi kendimden ve aşkımdan da tereddüt etmedeyim.

Bütün gün ve gecelerimi Leylâ ile Mevla arasında gelgitlerle geçirir oldum. Galata'nın lodosa açık alnında, rüzgârların kün-dekâri cumbalarda kırılarak çıkardığı sesi dinlerken hayatın gerçekliğini sorgulamaya başladım, insanlığın kaderini Babil bilgelerinin sırları mı belirleyecekti, yoksa bu dervişin anlattığı aşk mı? Bilgeler akıllarını ortaya koymuşlardı, bu garip derviş gönül diyordu. Bu dayanılmaz çatışma belki de sufîlerle filozofların asırlar süren zihin mesailerinde binlerce aklı çılgına çevirmiş, binlerce gönle gerçeğin ilhamını vermişti. Kendimi anlamını yitirmiş bir cümle, çağı geçmiş bir nazım gibi hissettim. Bilgelerin binlerce yılı aşıp gelen sırlarını taşımak mı daha huzur'Vericiydi, yoksa bu dervişin söylediklerini yaşamak mı, karar veremiyordum. Yahut bunca zaman BC'nin sırrıyla övünmek yerine aşkımı yüceltecek gönül yolculuklarını yapsaydım daha mı mutlu olurdum? Biri dışa doğru, diğeri içe doğru iki yol ayrıldı önümde. "Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak"mış gibi bir his geçti içimden. *

Üvendire Veyis hayatını değiştiren ruhsal rüşde ermiş olmanın sembolünü, Mevlevi külahını başına giymenin anısına beni Şeyh Galib Dede'ye sunduğunda ruhum hiçbir vakit hissetmediğim kadar yorgundu. Belki yorgunluk değil, sarhoşluktu bu. Bütün benliğimi kaplayan bir sarhoşluk. Efendim Fuzu-lî'den bu yana ilk defa kendimi huzur duyacağım bir mekanda hissediyordum. Üstelik onun adı da sık sık anılıyordu bu çatının altında, şiirlerinden pek çoğu buradaki dedelerin dillerinde dolaşıyordu. O halde beni de anlayacaklar, belki gönlümden geçenleri okuyacaklar, Leylâ ile olan maceramı anarak ağlayacaklar diye Galib Dede'nin eline sunulurken kendimi bahtiyar hissettim. Buna sunulmak değil de kapılanmak demek belki daha doğru olacaktır bu yüzden.

babil'de ölüm istanbul'da a ş k 1 3 3 9

Galip Dede kendi çağının şiir anlayışı üzerinde etkisini iyiden iyiye arttıran Hint üslubunun en büyüt temsilcisi sayılıyor, herkes onun şiirini hürmetle okuyor, müzisyenler bestelerini onun dizelerinde âhenge bağlıyor, meclislerde kudüm ve ney onun manzumelerini seslendiriyor, nakkaşlar ilhamlarını onun beyitlerindeki hayallerinden damıtıp kâğıtlara işliyorlardı. Zengin bir hayal gücüyle anlattığı ilahi aşk, tam da Üvendire Veyis'e anlatılan gibi muhteşemdi. Efendim Fuzulî kadar coşkun bir lirizm vardı dizelerinde. Yoğun tasavvuf görüşlerini anlatırken bile çağrışımlarının sarmaşık kollarıyla kucaklayıveriyordu okuyanları. Efendim Fuzulî şiirini aşk için yazıyor, âşıkı değil, bizzat aşkı anlatıyor, kitaplarında aşka âşık bir şairi yaşatıyordu. Galib Dede ise bir misyon sahibiydi ve şiirini ideallerinin emrine vermiş, tıpkı sikkesini giymekle övündüğü Mevlana gibi durmadan söylüyordu. Birinde amaç olan, diğerinde araç idi. Ve onun araç olarak terennüm ettiği şiirler kim bilir kaç yüzyıl, daha güzeli söylenemeyen beyitler arasında yaşayıp gidecekti?!... Osmanlı şiirinin tasavvufa bakan yüzünü şimdi o resmediyor, kendi açtığı hazineyi yine kendi tüketiyordu. Kendisinden birkaç yaş büyük olan sevgili arkadaşı Esrar ile sohbetlerinden, Sütlüce'de oturan dostu Yusuf Sineçak ile halvetlerinden sonra yazdığı şiirlerin daha bir anlam hazinesi olduğunu bilmeyen yoktu. Okuyanları bir uçurumun kıyısına getirip orada gözlerini bağlayarak bırakıverir gibi. Dönmek mi; atlamak mı?!.. Atlayınca düşmek mi; kanatlanıp geçmek mi!?..

Beni eline ilk aldığında Esrar ile diz dize oturmuşlar, onun italyanca ve Latince kitaplardan okuduğu Yunan tarihini konuşuyorlardı. Sözlerine bakarak BC'ye yaklaştığımı hissettim diyebilirim. Ama olsundu, BC böyle bir aşk ile yakın ise ona feda olmak düşerdi bana. Ama yazık ki eline sunulduğum bu zarif adam bir müddet ne olduğumu merak edip kapağımı açmadı bile. Devletin tükendiğinden, birbiri ardınca gelen savaşlar ve yenilgilerin yarattığı moral çöküntüsünden, iç isyanlar ve ekonomik sıkıntılardan, Selim-i Salis'in geçen yıl yürürlüğe koyduğu

34 0 um

babil'de ölüm istanbul'da a } k I 3 4 1

Irad-ı Cedid adlı yeni vergi sisteminden, Moskof ile yakında patlak veren harpten ve askerin durumundan, Nizam-ı Cedid adıyla yeni kurulmak istenen ordunun problemleri çözmede işe yarayıp yaramayacağından, Hatice Sultan'ın modaya uyarak israf harcamaları yaptığından, sadrazamın haremindeki kavgadan, hikmet üslubunda Urfalı Nabî'nin şiirdeki etkisini silecek bir şair daha çıkmadığından, Mevlevihanelerin bakımsızlığından, yeni açılan Berr-i Hümayun ve Bahr-i Hümayun mühendislik fakültelerindeki Fransız ve İngiliz hocaların öğrencilere dinsizlik aşıladıklarından, yeniçerinin şehir eşkıyasına döndüğünden, ahlâkın bozulduğundan ve daha pek çok gündelik dertlerden uzun uzun bahsettiler. Meğer ben Surdibi batakhanelerini dolaşırken İstanbul'da neler olmuş da Osmanlı ülkesi ne hâle gelmiş!.. Acıdım!..

Meşkhâneden ney ve kudüm sesleri gelmeye başladığında konuyu değiştirmek için Galip Dede, yün şiltenin üzerinde eski hatıralara dalmış olan beni eline aldı. Bir müddet cildimi inceledi, yıpranan şemsem üzerinde parmaklarını dolaştırdı ve, "Dedem!" dedi Esrar'a, "Kitaba hürmet de kalktı artık; şu cildin saray işi olduğu asaletinden belli, ama bir saraylıya bunca eski püskü elbise yakışır, Veyis gibi bir eski külhan oğlanına reva görülür mü? insanımızın gitgide yozlaştığını bundan bile anlayabilirsin." Esrar gözlerini üzerime dikerek "Nedir o şeyhim?" diye sorduğunda sınava girmiş medrese mollası gibi tedirgin hissettim kendimi. Pamuk Şeyh'in kapağımı açıp da benim hakkımdaki söyleyeceği ilk fikirlerini duymamak geçti içimden. "Ya beni beğenmezse!" diye korktum birden. Bereket versin o böyle yapmadı, önce önemsiz bir kitapmışım gibi iç kapağıma, ebrularıma, tezhibime ve kâğıdımın âherine baktı. Her yeni açtığı sayfamda bir kez daha hayrete düşüp sonraki sayfanın heyecanını duymaya başlaması için birkaç dakika yetmişti. Beyitlerimden bazılarını ve nakışlarımı gözden geçirdi bir müddet ve "Bir hazine bu Esrar, bir hazine!" diye yerinden sıçradı. O an, varlığıma şükrettim, Efendim Fuzulî ile gurur duydum

diyebilirim. "Viranelerde hazine çok olur şeyhim!" cevabını verdi Esrar, Üvendire Veyis'in eski hayatını kastederek. Şeyh dairesinde üçümüzden başkası yoktu ve biz, saatlerin nasıl geçtiğini, meşkhânedeki musikînin ne zaman kesildiğini, Galata Mevlevihanesi'nde muhibbanın ne zaman istirahate geçip el ayak çekildiğini, mangaldaki korların ne vakit kömüre döndüğünü ve kar yağışının şiddetini ne zaman arttırmaya başladığını hiç bilemedik. Sabah namazı için tekkenin kandilleri yanmaya başladığında o kadar güzel sözler, hikâyem arasına dökülen onca gözyaşları, benim ve Efendim Fuzulî'nin tavırlarımıza ilişkin hayranlık dolu cümleler ve okunan onca dualardan zihnim duracak gibiydi. Yüzyılları aşıp gelen ömrümde hiç bu kadar kendimle gurur duymamıştım. Efendim Fuzulî'nin "Padişah gibi bir kul, muhteşem bir köleyim!" dizesini o gece hissederek yaşadım. Üzerimde, alnımda ve bedenimin her yerinde bu iki Hak adamının ellerinin sıcaklığıyla odada yalnız kaldığımda, müezzin hüseyni usul bir temcid okuyordu ve ben bütün gece boyunca duyduklarımdan bazılarını zihnime nakşetmek için hatırlamaya çalıştımsa da zirvelerde pek az şeyin hatırlanabildiğim anladım:

"Benim" demişti Galip Dede, daha ilk akşamda, o ilk heyecan ile, "kıskandığım en muhteşem mesnevidir bu. Bakma sen yazmakta olduğum Hüsn ü Aşk'ı Nabî'nin Hayrabad'ma inat kaleme aldığıma Esrar, ben asıl bu kitabı aşabilmeyi istiyorum, bu kitabı aşabilmeyi! Yüreğimdeki 'Ya başaramazsam?!' korkusu içimi parçalıyor her gece ve ben belki Fuzulî üstadın dizelerine yenik düşerim diye bu gizli hevesimi hiç dillendirmiyorum, Hüsn ü Aşk ile bu kitabı yan yana getirmiyorum. Bu kitap ki baştan sona elemi anlatır ve L&M biraz da îslam şiir medeniyetinin zirvesidir. Bu öyküyü yazmayı pek çok şair denemiştir, ama pek azı üstad Fuzulî kadar güzel yazmayı başarabilmiştir. Ben eğer L&M yazmaya kalkışsaydım, belki de o Türkmen kocasını geçebilme kıskançlığı beni yolumdan alıkoyardı, bu yüzden mesnevimi yeni bir konuda, hiç kimsenin bugüne

I I

342 Um

babil'de ölür

tan b u I ' d a a ş k I 3 4 3

kadar düşünmediği bir öykü içinde vermeye çalışıyorum. Hüsn ü Aşk hiç olmazsa konu yönünden L&M'in gölgesinde kalmayacak." "Aman efendim!"diye sözünü kesti Esrar, "Hüsn ü Aşk'ın bazı beyitleri var ki L&M yazanlardan hiçbiri bu derece ince hayallere erişememiştir, kendinize haksızlık buyurmayınız! Hele o Sevgioğulları oymağını anlattığınız bölüm, hele o Aşk'ın mumdan gemilerle ateş denizlerinden geçtiği' bahis, hele o Kalp ülkesinin girift aşk söylemleri... Yok yok, siz bu konuda bir çığır açtınız ki evvel gelenlerin ruhları sizi kıskanacaklar. Siz aşkı sembollerle kuşattınız, alegoriyle süslediniz. Onlarsa aşkı çıplak duygularıyla anlamaya çalıştılar ve aşkları ölçüsünde anlatabildiler. Fuzulî duygu çağlayanıydı, Nabî hikmetle söylüyordu, ama siz hissediyorsunuz Dedem, siz yaşıyorsunuz. Şairin, güzeli ve güzelliği nerede ve nasıl gördüğü önemlidir. Bakî onu istanbul'da, Fuzulî hayalinde, Nedim sokakta, Nabî de düşüncenin giriftliği içinde görmüştü. Siz onu kalbinizde buldunuz ve "Bir şulesi var ki şem'-i canın / Fanusuna sığmaz asumanın" diyebildiniz. Kendinize haksızlık etmeyiniz. Hem siz henüz otuzuna yaklaşırken, Fuzulî L&M'i yazdığında ellibe-şini; Nabî de Hayrabad'ı kaleme aldığında altmışını geçmişlerdi. Daha siz ne büyük kitaplar yazacak, ne muhteşem söz gerdanlıkları dizeceksiniz!.." O sırada içimden "İnşallah!" dediğimi hatırlıyorum. Bir ara da Galip Dede "Esrar'ım!" demişti, ilk sayfalarımı göstererek, "Beyitlerin kenarlarındaki şu rakama benzeyen işaretler de ne?" ve "Bilmem Şeyhim, galiba birisi bizim bilmediğimiz bir yazıyla numaralandırmış, bunu ancak bizim Halet bilir, gelince ona soralım!"

Ertesi gün Galata Mevlevihanesi, kuşluk istirahatinden "Yangın vaaar!" nidalarıyla uyandı. Gerçi bu sene istanbulluların duyduğu en tanıdık ses tulumbacıların ve çocukların bu çığlıkları olmuş, birer ay arayla Balat, Samatya ve Hasköy yangınları yaşanmıştı ama bu sefer alevler bütün istanbul'un eteklerini de tutuşturmuştu. Balat yangınından Rastıklı Anuş'un bohçasında tesadüfen kurtulmuştum. Bilmiyorum kaçıncı

sahibime satılmak üzere akşamdan beni yanına almış, kaçarken bohçasında tesadüfen götürmüştü.

Yangın bu defa Cibali'de başlamıştı. Manav Kirkor Efen-di'nin rakı şişesini fondiplediği sırada mangal devrilip yorgan alev alınca ne yapacağını şaşırmış, hanımı da kundaktaki bebeği dışarıya çıkarayım derken alevler yayılmış, çamuru dökülmüş ahşap duvarlar birkaç dakika içerisinde çıralar gibi tutuşmuştu. Halic'in iki yanında gayrimüslimler çoğunlukta olduğundan ve onların evleri de bitişik nizam yapıldığından, ateş kısa sürede komşu saçakları yalamaya başlamış, esen poyrazın etkisiyle de bir anda Halic'in istanbul yamaçları bütün bütün ateş denizine dönüvermişti. Galata'dan alevlerin seyrini kolayca takip edebiliyor, neredeyse semt halkının çığlıklarını duyuyorduk. Rengarenk dumanlar gökyüzünü bir eleğimsağma gibi kuşatmış, şehrin gürül gürül akan suları bile buharlaşmaya başlamıştı. Gökyüzünün tutuşabileceğim o gün ibretle gördük; alevlerin boyu şehrin dikili taşlarından ve kulelerinden yükseklere çıkıyordu. Bütün gün alevler gittikçe büyüdü ve gece de yıldızların yerini kıvılcımlar aldı. Ertesi gün ve daha ertesi gün istanbul'da nice ateş yanaklı dilberler, nice aşk ateşine tutuşan âşıklar, kimi genç kimi yiğit, alevler arasında yığın yığın can verdiler. Üçüncü gün Haliç yamaçlarından Yedikule'ye, Koca-mustafapaşa'dan Bayezid'e, Topkapısı'ndan Silivrikapısı'na kadar bütün şehir kül oldu ve kurşun alemleri erimiş kubbe ve minarelerden gayrı ev ve mesken adına hiçbir şey kalmadı. Bilenler, İstanbul'un Bizanstan bu yana, tarihinde hiç böyle yan-madığını söylüyorlarmış.

O günden sonra Galip Dede hep ateşten bahsetti, şiirlerini ateşte yaktı. Beyitleri arasında ateş ile bağıntılı öyle sözcükler, öyle hayaller, öyle duygular yer etti ki dıştan bakan "Bu adam baştan ayağa ateş kesilmiş yanıyor!" derdi. Aşkın ateşiydi bu, aşkın ateşte yanışı ve yakılışıydı. Hüsn ü Aşk mesnevisini tamamladığında istanbul yangınlarının sırf bu kitaba konu olmak için bu kadar sıklıkla çıktığını düşünmeden edemedim. Sevgioğulları oymağının üzerine ateşler bu yüzden yağdı,

344 um

oradaki insanlar bu yüzden güneşi giysi diye giyinip su diye ateş yalımlarını içtiler, kıvılcım tanelerini ekip paramparça kalpler biçtiler.

Bu yangından sonra Galata'daki günlerim bir ateş boyutunda geçmeye başladı. Leylâ'mın aşk ateşiyle Mevla'nın aşk ateşi birbiriyle kucaklaştı. Mutfaktaki ateş nasıl dervişlerin nefislerini yakıp ruhlarını temizliyorsa, semahanedeki ateş de yarım yüzyılı aşkın zamandır üzerime sinen şehrin kirinden beni arıttı. Hatta Üvendire Veyis'in ilk defa sema çıkardığı gün, onun kirlerini de yaktı, yok etti. Yanan ile yakılanın da, yandıran ile yakanın da hep bir olduğunu o gün fark ettim.. Herkes kendi kaderini yalnız başına yaşıyordu ve ömür bir yanıştan ibaretti. Değil mi ki ezel gününde bütün âşıklar "Evet!" cevabını "Belâ!" diyerek dillendirmişlerdi, şimdi elbette belalar ile sınanacak, aşklarını bir gömlek daha yükseltebilmek için kalplerini kor alevlerde yakacaklardı.

Birkaç yıl sonra bu ateş, Efendim Fuzulî'ye gönül gönüle benzeyen Galip Dede'nin hayat çizgisini de tutuşturacaktı. Henüz Galata'da devran güzel devran idi. Ve o ateş benim de yandı-rılmama kapı araladı, dizelerim kor alevden gözyaşlarıyla ıslandı. Dergahta her dervişin tekil sevda nöbetlerine şahit oldukça içimde Leylâ'nın aşkı yeniden tutuştu, yeniden yandırıldım...

LeylâaaaL Bilmelisin ki bu tekkede benim bütün yangınlarım senden idi ve onları söndürmeye gözlerim durmadan su akıttı. Sana varacak yolculuklarda aşkını yüklediğim mumdan gemilerim ateş denizlerine çakılıp kaldıkça durmadan ağladım, eridim... Can ipliğim yandı. Basımdaki alevler, kenti tutuşturmaya hep yeniden yangınlar çıkardı LeylâaaL

Ne kendi eyledi rahat ne halka verdi huzur Yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i kubur

Lâedrt

(Geçimsizliği yüzünden) ne kendi rahat eyledi, ne de halka huzur verdi. Cihandan yıkılıp gitti sonunda, şimdi öte dünyadakiler dayansın (dayanabilirlerse)!..

XXVII

Bu, Dünyanın Devrimlerle Tanıştığı ve Sayfalarımın Birbirine Karıştığıdır

"Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır." demiş rikâb-ı hümâyun kethüdası Mehmed Raşid Efendi son nefesini verirken ve eklemişti "Kim bu yedi sırra sahip olursa dünyaya hakim olur. Sen o aşkı L&M'de ara evlat, derya tercümanı Kalimaki Efendi sana gerisini anlatacaktır."

Musevi hekim Kalimaki Efendi'yi gördükten sonra hayatının değiştiğini söylüyor Mehmed Sait Efendi. O günlerde konağın mühürdar yamağı olarak çalışmakta ve bazı bazı yazdığı şiirlerde Halet mahlasını kullanmaktaymış. Daha sonra herkesin adını unutup Halet Efendi diye çağırdığı bu yakışıklı, güzel giyinmeyi seven, güzel konuşup düzgün yazabilen, okumaya susamış genç adamla bugün, kırk yaşlarının bütün olgunluğu ile tam bir Osmanlı entellektüeli olarak Sultan III. Selim'in elçisi sıfatıyla Paris'e gidiyoruz. Elçilik görevlilerinden oluşan kafilemize Fransa'nın istanbul maslahatgüzarının katiplerinden Valentin Efendi refakat ediyor.

346İUM

Ilgar ile yetmiş iki gün süren bu yolculukta ben farklı bir coğrafya ve Osmanlı ülkesindekinden daha mamur iller gördüm. Vaktiyle Roma'ya yaptığım seyahatten ayrı bir şeydi bu. Meğer Galata'daki mutlu zamanlan takip eden onbeş yıl içerisinde dünyayı saran devrimler buralarda farklı bir hayat anlayışı getirmiş. Her şey değişip başkalaşmış. Hayatın akışı birdenbire hız kazanmış. Evliya Çelebi ile çıktığımız yolculuktan sonra gittiğim Kuzey illerinden farklı olarak Ortaçağ yönetim biçimlerinin ve derebeylik düzeninin değiştiği Batı Avrupa topraklarının insanlık tarihinin eksenine yerleşmekte olduğunu görebiliyorum burada. Amerika, irlanda ve ingiltere'deki halk hareketleri ve devrimler Avusturya Felemenk'inde, Cenevre'de, Polonya ve Belçika'da, Almanya ve italya'da halkın yönetime karşı hoşnutsuzluğunu doğurmuş, ama hepsinden daha güçlü olarak da Fransa'da Bastille hapishanesinin yıkılması ve ardından kral XVI. Louis ile kraliçe Marie Antoinette'in giyotine gönderilmesiyle doruk noktasına varmıştı. Devletin ve kilisenin otoritesine karşı aklın kudretini, ilerlemeyi ve insan haklarını savunan Fransız devrimi başarılı olunca monarşinin sembolü gibi görülen krallık VersaiUes'dan Tuileries'ye taşınıp kraliyet ailesi Paris'in içinde oturmaya zorlanarak Louvre'da gizli bir göz hapsine alınmıştı. Böylece halk katılımlı demokrasi idaresinin ilk gerçek tohumları Paris'ten Fransa'ya, oradan da bütün dünyaya yayılmaya başlamıştı.

Halet Efendi Paris'teki şehbenderlik konağına yerleştiği gün, arkasında Osmanlı devletinin gücünü hisseden, genç yaşlarda önemli devlet görevlerinde bulunmanın verdiği deneyimler ile dünya siyasetini özümsemiş bir bürokrat gibi davrandı ve gerektiği gibi karşılanmadığı için "papaz bozuntusu" dediği Talleyrand'a çıkıştı. O anda temsil gücüne hayran olmakla birlikte kişiliğini bir ihtiras anıtı gibi süsleyen bu adamın asla az ile yetinmeyecek bir kişiliğe sahip olduğunu anladım. Devlet ihtişamı kadar kendi çıkarlarını da düşündüğü, Paris'te bulunacağı yılları nimetleri devşirilecek hasat yılları gibi

babil'de ölüm istanbul'da aşk1347

gördüğünü hissettim. Nitekim daha varır varmaz Paris'in en güçlü adamı I. Konsil Napolyon'un dikkatini çekmiş, diğer ülkelerin elçilerinden daha önemli bir konuma geçmişti, ama öte yandan kalabalık elçilik görevlilerini geçindirmekte parasal açıdan zorlandığı ve istanbul'daki dostlarının zırt pırt istedikleri armağanları gönderebilmek için başvurduğu çareler beni endişelendirdi. O yıllarda, gelenekleri alt üst olmuş ihtilal Fransa'sında her türlü kanunsuz iş dönmekteydi. Daha dün efendilerine hizmet için yaratıldıklarına inanan halk toprak köleliğine razı olmadığı için nüfuz ticaretine başlamış, birtakım hazır formüller arıyordu. Montesquieu'nun "şeref" dediği şey bir örümcek ağı hükmündeydi; küçük sinekler takılıp kalıyor, büyük sinekler delip geçiyordu. Dün efendileri tarafından insan bile kabul edilmeyen köylüler, bugün kentlerin soylular için döşenmiş kaldırımlarını çamurlu çarıklar giyerek büyük bir aymazlıkla çiğniyorlardı. Dün, kralın kendilerine dokunmasıyla şifa bulacaklarına inanan hastaların toplandığı kilise meydanları

348

bugün öfkeli kalabalıklarla doluydu ve artık kralın kutsal elinin şifa dağıtmadığını haykırıyorlardı.

Her gün sokaklarda cinayetler, meydanlarda hatipler gören Halet Efendi içinden çıkılmaz sıkıntılar içindeydi. Napol-yon'dan gelen hediyelerin de, istanbul'dan gönderilen maaşların da düzeni yoktu. Elçilik mensupları her şeyi ondan bekliyorlardı. Eşinin Parisli asil hanımlara özenerek kendisinden istediği elbiselerin, mobilyaların, takıların borcu gittikçe büyümekteydi. Teselli bulduğu tek şey, alışık olmadığı tarzda yaşamaya başladığı aşk idi. Talleyrand'm verdiği resepsiyonlardan birinde nazik bir reverans ile elini öptüğü dekolte kıyafetli Kontes Laurent idi aklını başından alan. istanbul'da gizliden gizliye ve yavaş yavaş büyüyen aşkların burada insanı bir kasırga şiddetiyle dalgaları arasına çekiverdiğini gördü. Daha ilk gördüğü anda, "Bu gül benim için yaratılmış, ama başka bahçelerde açmış, yazık!.." dediği kontes, bir hafta sonra aniden elçilikte kendisini ziyarete gelince aklı başından gitmiş ve özel kâtibini izne göndermekte gecikmemişti.

Galip Dede'nin Galata Mevlevihanesi haziresindeki türbesine sırlandığı gün gizlice şeyh dairesine girerek cildimi koynuna soktuğunda, onun, bir arkadaş gibi gördüğü şeyhinden hatıra olarak beni seçmesinden haz duyduğumu ve aşktan anlayan duygusal bir ruha sahip olduğunu görüp kendimce biraz da gururlandığımı hatırlıyorum da, ne kadar yanıldığım şimdi ortaya çıkıyor. Esrar ile uzun sohbetler edip dizelerimi hatmettikleri gecenin sonunda Galip Dede, sayfalarımdaki rakama benzeyen işaretlerin ne olduğunu anlamak üzere beni ona ilk gösterdiğinde "Bilemedim Efendimiz!" cevabını vermişti ama ondan sonra tekkeye her gelişinde öykümün birazını daha okumak üzere sayfalarım ve nakışlarım arasında hayaller kurmuştu. O vakitler hiç anlayamamışım çok iyi rol yaptığını. Nitekim şimdi gördüğüm adam sanki o tekkede Galip Dede'yle şakala-şan, ona hediyeler getirip gönlünü alan, Selim-i Salis ile aralarında dostluk köprülerini kuran yumuşak kalpli Halet Efendi

babil'de ölüm istanbul'da ask|349

değildi. Onu tanıyamıyordum artık. Hani genç âşıklar sevgilileri hakkında güzel şeyler düşüne düşüne onlara aslında hiç olmadıkları biçimde birer kimlik ve kişilik giydirirler de sonradan sevgililerinin gerçek yüzleriyle karşılaştıklarında "Benim sevdiğim o kişi sen değilsin!" derler ya; bu Frenk diyarında işte o duyguyu yaşıyorum. Halet Efendi benim gözümde bir hilal gibiydi, hakkında güzel şeyler düşüne düşüne dolunaya dönüştürdüğüm bir hilal. Ne ki Paris'teki davranışlarını gördükçe içimdeki dolunayın eksilmeye ve yine eski zayıf hilal şekline dönmeye başladığını hissettim. Korkum, bu hilalin de görünmez olacağı günleri görmekti. Galib Dede'den sonra geçen dört yılda, Mevlevi terbiyesinden üzerinde bir tek tavır bile kalmadığını, bütün güzel duygularını şeytanca ihtiraslara pazarladığını hissettim. Aşkımı her keresinde gözleri yaşaracak kadar heyecanla okuyan o adam yoktu artık. Şimdi karşımda BC'nin hem bilimsel sırrı, hem de altın ilah heykellerini düşünmekten uykuları kaçan bir hırs anıtı vardı. Üstelik Efendim Fuzulî'nin sırrını emanet ettiği yedinci beyit de neredeyse BC'ye yüzünü göstermek üzere iken.

* * *

Sen nehrinin küçük bir adası üzerinde kurulu bir kasaba iken önce Ortaçağ'da kralların başkenti, sonra da devrim ruhunun merkezi oluveren Paris, şimdi dünyanın en önemli kenti durumuna gelmişti. Sultan Selim'in Nizam-ı Cedid adını verdiği yeni düzen, vaktiyle yığınların topraklarla beraber alınıp satıldığı bu şatolar ülkesini çoktan kuşatmıştı. Bir avuç papazın imtiyazı olarak yüzyıllarca dokunulmazlığını sürdüren düşünmek ve yazmak, artık herkesin eşit hakkı olmuştu burada. Na-polyon Bonapart'ın açtırdığı Rivoli Caddesi, Etoile Meydanı ve oturduğumuz üç katlı elçilik binasının terasından görülebilen mimar Fontain'in neoklasik anıtları, zafer takları ve tarihi sütunlar, farklı bir hayat felsefesini sunuyorlardı kente. Bütün sosyal ve mimari düzenlemelere rağmen Paris'i, kaybolan

i

350

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 3 5 1

cennetin hasretini duyan yarım milyon insanın karmakarışık yaşadığı devasa bir köy olarak görmek de mümkündü. Dışarıdan gelip gidenin hesabı tutulmadığı gibi kapılarda belli bir kontrol de yapılmıyordu. BC'nin kim olduklarını bir türlü öğre-nemediğim, ama hemen hepsinin üst rütbeli subaylar ve kendi ülkelerinde etkin konumda bulunan devlet adamları olduklarını tavırlarından anladığım, şehre kılık değiştirerek girmiş altı üyesinin, kentin bu kontrolsüzlüğünden yararlanarak bir araya geldiklerine hükmettim. İstanbul'da bulunmayan biçimde, o güne kadar hiç örneğini görmediğim garip bir borudan uzanan doğal gaz ışığı ile aydınlatılan salonda Halet Efendi'yi o bildik törensel ritüellerle selamladıklarında BC'nin Avrupa ve Bal-kanlar'daki bu siyasi ve politik karışıklıktan yararlanarak dünya düzeninde taşları yeniden konumlandıracak bir satranç oynamak üzere buluştuklarını hissettim. BC ile kovalamacadan yorulduğum 250 yıllık süre içerisinde üyelerin kimliklerini hemen her zaman bilirdim; ama bu sefer onlar birbirlerine kod isimler vermişlerdi. Halet Efendi'yi "Üstad Marduk" diye çağırıyorlardı. Mısırlı'ya benzeyene "Şeyh-i Aşk", Parisli olduğunu tahmin ettiğim mavi gözlü adama "Bay Bilen" demişlerdi. Voltaire, Rousseau veya Didero'dan süzülüp gelmiş bir asalet vardı üzerinde Bay Bilen'in. İtalya donanmasındaki gemiciler kadar serbest hareket eden şu adam "Bay Biri" idi. "Bay Yedi" dedikleri iriyarı adam II. Katerina'nın generallerinden olmalıydı, belki de kitabında sosyalizmi anlattığı için yazar Radiçev'i Sibirya'ya sürdüren general bu idi. "Bay Gerçek" diye çağırdıkları minyon tipli adamın giysilerinden bir Polonya Yahudisi olduğu anlaşılıyordu ve muhtemelen ya bir şair, ya da bilim adamıydı. Ve hayret, ilk defa BC'nin üyeleri arasında bir de kadın görüyordum, sarışın, güzel bir kadın. Ona "Kontes Sır" adını vermişlerdi ve ingilizce konuşuyordu. Aralarındaki bu kod isimler bana bir yerlerden tanıdık geliyordu. Vaktiyle Süryanî kütüphanecinin Bağdat İlimler Akadamesi'nde Efendim Fuzulî'ye söylediği o cümleyi hatırladım: "Aşkı bilen biri..." BC'nin bu sefer

yolun sonuna yaklaştıklarını düşündüm ve BUAM'ı yeniden kurmak için dünyadaki bilimsel düzeyin yeterince yükseldiğine hükmettim. Üstelik bunlar işlerini çok önemsiyorlardı.

istanbul'un bahçeler içinde ahşap evlerinde yaşamaya alışanların sevimsiz bulabileceği kirli görünüşlü bu bitişik nizam konut yığınları arasındaki elçilik salonlarında varlığımı yitirmek istemiyordum, istanbul'da alıştığım şiirsel hayattan ve şiirin konuşulduğu o meclislerden uzakta içim daralıyor, çevremde asalarla dolanıp duran insanlardan sıkılıyordum. "Elinde murassa ve gümüş kakma asa taşımanın neresi zarafet olabilir ki?" diye kendi kendime soruyorum hep. Buna moda diyorlar ve Paris'te moda denilen şey gelir geçer bir hevesten öte bir asalet sorununa dönüşmüş durumda. Oysa daha birkaç yıl evveline kadar Galata Mevlevihanesi'ndeki nezih ve rafine hayatım ne kadar hoş idi. O günlerin burada birden kasvete dönüşmesinden içim yanıyor, acı ve gözyaşı dolu beyitlerime sığınarak teselli bulmaya çalışıyorum şimdi. Paris'e doğru yola çıkarken "İzini iyiden iyiye kaybettiğim Leylâ'm belki de Frenk diyarındadır!" diye boşa umutlandığımı ve Halet Efendi'ye duyduğum hayranlık hislerimin beni aldattığını anladım. Galiba asıl üzüldüğüm de, Efendim Fuzulî'nin bana emanet ettiği sırrın bu gurbet ellerde çözülecek olması ihtimaliydi. Ait olduğum coğrafyada bilimsel ilerlemenin veya dünyaya hükmedecek gücün zayıflamasına, hatta yok sayılmasına üzülüyordum. İslam dininin bilime açık yüzü nerelerde kalmıştı? Hani o altın işlemeli kitapların yazarları olan Ibn Sina'lar, Gazzali'ler, Ibn Haldun'lar neredeydiler? BC'nin peşinde olduğu uzay yolculuklarını anlayacak öyle bilim adamları yerine bu varsayımı bile küfür sayan zihinleri kapalı bazı adamlar nasıl ortaya çıkmakta, pozitif bilimlere sırtını dönerek dünyanın yönetilemeyeceğini anlamayan şaşkınlar nasıl iktidar olabilmekteydiler? Doğu dünyasının bilimde gerile-mesiydi beni asıl üzen ve Keldani bilgelerinin uzay araştırmalarını anlayacak bakış açısının Paris'e gelirken geçtiğim

352

istanbul'da aşk I 3 5 3

topraklarda filizlenmeye başladığını görmekti. Şimdi bu salonda, yedi çift gözün uykularını yitirecekleri sayfalarıma eğilmeye başlamalarını beklerken tek tesellim, içimde taşıdığım sırrın bilime ait olduğu, bilimin de evrensel bir dünya birikimi kabul edildiği gerçeğiydi. Ne de olsa ben, bir yanımla kendimin dışında ve evrensel boyutta yaşıyordum. Ama bu, şu anda salonun duvarlarına çarpan Fransızca cümlelerin de, konuşanların benim coğrafyama ait kültürden âdeta nefretle ve kinle bahsetmelerinin de kalbimde açtığı yarayı sarmaya yetmiyordu. BC'nin toplantılarından hiçbirinde insanların buradaki kadar gergin olduklarını hatırlamıyorum. Odadaki yedi kişi tek taraf değil de rakip takımlar gibi duruyorlardı. Hepsinin üzerinde önceden planlanmış ve kurgulanmış menfaat hesaplarının tedirginliği vardı. Bu toplantının çok stratejik bir görüşme olacağı kesindi.

"Boulogne ormanları içinde yaptıracağımız BUAM gözlemevinden kâinatın kapılarını görür gibiyim." diye söze başladı pencereden uzak yeşilliklere bakarken Bay Bilen, ellerini gökyüzüne açarak. "Bu yalnızca bizim değil, insanlığın zaferi olacak." diye de ekledi. Kelimeleri telaffuz ederken takındığı jest ve mimikler ile ses tonundaki hakimiyetten onun sanki devrim kahramanı olduğu, bir sahipkıran rolüne soyunduğu sanılabilirdi. "Robespierre bu adam olmasın?!.." diye geçirdim içimden; hani nutuklarıyla bütün Parislileri ayaklandıran söylev ustası. "Acele etmeyin Bay Bilen!" diye itiraz etti Kontes Sır, "Belki Iskoçya'da gökyüzü Paris'tekinden daha açık görülür!" Aşk, "Gökleri kontrol etmek isteyenler hep Nil'den su içmeyi tercih etmişlerdir. Luxor veya piramitler bizim araştırmalarımız için teleskoplara gerek duymayacak kadar elverişlidir." Bay Yedi'nin Şeyh-i Aşk'a alay eder gibi baktığını fark ettim o sırada. Bu tavır, ayrı coğrafyaların ezelden taşıyıp geldikleri bir bakış, Batı'nın Doğu'ya bakışını özetliyordu, içinden geçenleri daha uzun anlatmayı yeğlerken de karşısındakini küçük gören bir üslup takınması bundandı:

"Dünya yeni bir devreye girmiştir. Artık bölgeselcilik ve ulusalcılık önem kazanmakta. Bugüne dek ülkelerin kaderlerini din savaşları belirtiyordu, bundan böyle ulusların egemenliği belirleyecek. Mısır bir Osmanlı eyaleti iken asla orada bir araştırma merkezine izin verilemez."

Halet Efendi'nin kulaklarına kadar kızardığını, ama sabredip konuşmanın gerisini duymak istediğini fark ettim. "Uzun süredir Osmanlı merkezî idaresi eyaletlerde otorite gösteremez oldu. Dört ayrı cephede savaşıyorlar. Bilhassa Balkan Ortodoks kavimleri, Eflak ve Boğdan Voyvodalığında yaşayan Ulahlar, Karabağ Katolik grupları, Osmanlı yönetiminden huzursuzluk duyuyorlar. Samuel BQein'in, Ulahların Latin kökenli olduklarını söylemesini yabana atmayınız. Roma kilisesiyle temasa geçen genç papazların desteği ile o bölgede pek yakında Romen adıyla yeni bir devlet kurulacak, Osmanlı'yı onlar da didiklemeye başlayacaklardır. Rusya bunun için gerekli teşvik ve propagandayı yapmaktadır. Avusturya, şimdiden onların Romalı olduklarını kabul etti bile. Slavlar ve Cermenlerin de böyle bir gelişmeden memnun kalacakları kesindir. Eğer Türkleri bu bölgede zayıflatır, cephelerde de mağlubiyetleri için birbirimize yardımcı olursak gözlemevimizi Romen diyarında, gökyüzüne en yakın bölgede, ayaltı âlemde, Nebo'nun ayakları önüne sererek Karadağ'larda kurmamamız için bir neden yoktur."

"Bu işten millet olarak sizin çıkarınız ne olacak peki?" diye sordu üstad Halet Efendi ve ekledi: "Galiba güneye doğru genişlemek niyetinde Moskof çariçesi. Hani yani sıcak denizlere inmekten söz ediyorum. Geçen yıl piskopos Osep Aragot-yan'ın "Ararat Krallığı Projesi"ni de bu yüzden kabul ettiydiniz galiba, ha! Ne dersiniz? Rumeli'de Kırcaali ve dağ eşkıyasını ayaklanmaya teşvikinizi, Arap yarımadasında da Abdulva-hab'ın müfrit Vahhabilik fikirlerini yaymasına çanak tuttuğunuzu ve Taif kuşatması için kışkırttığınızı, Mısır'da Tepedelenli Ali Paşa'ya sultanlık teklif ettiğinizi de istanbul'da bilmiyorlar mı zannediyorsunuz? Napolyon'un askerlerini Mısır'a taşıyan

354İUM

gemilerin sintinelerinde matbaa makinaları çalıştırıp Arapça risaleler, bildiriler ve broşürler bastırarak bütün Hicaz bölgesinde İslam düşüncesini baltalayıcı propoganda yaptığından da haberi var oradakilerin. Dahası Türkler aleyhine çevirdiğiniz dolapların..." Halet Efendi ses tonunu gittikçe yükseltirken, Bayan Sır, o güne kadar hiçbir BC üyesinin üstada karşı takınmadığı bir tavır ile araya girdi:

"Bay Yedi haklı saygı değer Üstad! Türkler değil Avrupa'da, Anadolu'da bile durdukları müddetçe Hıristiyan dünya huzur bulmayacaktır. Doğu ve Batı Roma imparatorluklarını yeniden inşa etmeden, Atina'nın felsefesini ve Roma'nın kültürünü yeniden bu topraklara hakim kılmadan sizin sultammza rahat uyku yüzü göstermeyeceğiz. Kabul ediniz ki şimdi güç bizim elimizde. Aziz Fener Rum Patriği'nin de desteğiyle er geç Büyük Grek Projesi ve Megalo Idea gerçekleşecektir. Şair Rigas'ın Fransız İhtilal Marşı Marseyyez'e nazire olarak Helen'lere ithaf ettiği marş Balkanlarda okunmaya başlamıştır." Halet Efendi'nin çıkışıyla sin miş olan Bay Yedi, bu cümlelerden cesaret alarak başım yerden kaldırdı ve inat olsun diye o marşı okumaya başladı:

"Haydi kalkın Helen çocukları! Şeref ve şan günü gelmiştir.

Meşhur ecdadınıza lâyık evlad olduğunuzu gösterin!

Helen Çocukları! Silaha sarılın!

Düşmanınızın menfur kanı ayaklarınızın altında seller halinde aksın!"

Salonun içini soğuk bir rüzgâr kapladığını hissettim ve bu rüzgâr acaba benim gibi Halet Efendi'yi de üşüttü mü diye merak ediyordum. Sessizliği, o ana kadar hiç konuşmadan bekleyen Bay Gerçek bozdu:

"İstanbul'da böyle durumlarda insana 'Dereyi görmeden paçayı sıvama!' derler, sizinki ona benziyor değerli üyeler. Hele biz önce kapıyı açacak anahtarı bulalım."

Halet Efendi'nin öfkelendiğini elindeki terin cilt şemsemi nemlendirmesinden anlıyordum. Avcunun içinde biraz daha kal-saydım bütün varlığımı yitirecek, kâğıt hamuruna dönecektim.

babil'de ölüm istanbul'da a!k I 3 5 5

Beni masaya fırlatırcasına koyusundan anladım ki BC'nin o eski bilim ideali bitmiş, yerine ülkelerin çıkarları gelmişti. Üstadın yedi dolunayda bir uçurduğu güvercinler demek artık kanatlarında dünya barışının idealini taşımıyorlar; yedi yılda bir bensiz toplanan üyeler uzay çağının dünyasını artık düşünmüyorlardı. Şimdi herkesin içinde hırs ateşleri yangın çıkarmaktaydı. Buna biraz da Fransız Ihtilali'nin dünyaya yaydığı milliyetçilik duyguları neden olmuş gibiydi. Bu salonda toplananlar BC'nin saygın üyeleri mi, yoksa Babil hazinelerinin peşinde koşan sefil hazine avcıları mı artık karar veremiyordum. "Bu adamlar bendeki yüksek sırra lâyık değil!" diye geçirdim içimden.

Bay Gerçek, uzlaşmacı bir adamdı ve salonda yükselen tansiyonu düşürücü olumlu bir konuşma yaptı. İnsanlık idealinden, dünyanın geleceğinden, evrensel barıştan, hedeflerinin yüksekliğinden ve kendilerinin milletler üstü kişiler olduklarından bahsetti. Burada kimliklerin değil bütün bir insanlık idealinin tartışılması gerektiğini, görevlerinin, filanca kral yahut filanca hükümdarın dalkavukluğu yerine evrenin şövalyeliği olduğunu, duyguları yerine akıllarıyla hareket etmeleri gerektiğini vurguladı. Bütün bunları söylerken bir yandan da birinci kalite Marsilya şarabını kadehlere doldurup yüzünde sıcak bir gülümsemeyle üyelere ayrı ayrı ikram ediyordu.

BC'nin daha önceki toplantılarından hiçbiri bu kadar tedirgin ve resmiyet içinde geçmemişti. Kâğıthane'de Leylâ'mı yitirdiğim o lâle kokulu toplantıdan bu yana üç çeyrek yüzyıl geçmişti ve BC üyeleri bensiz yapılan on toplantıda neler konuşmuşlar, Babil bilgelerinin uzay araştırmaları hakkında neler düşünmeye başlamışlar, diye merak ediyordum. Oysa ki bu toplantıda ne Martel Clovis'in alıp götürdüğü ve Efendim Fu-zulî'nin parmak izlerini taşıyan hançer, ne General Stephan'ın cebine koyduğu matara kayışı, ne de Bektaşi babası Abdülhay Efendi'nin götürdüğü deri kartuş ortalarda görünüyordu. Halet Efendi'nin sırtında da Üstad Marduk'un her zaman giydiği o cübbe yoktu. Kim bilir belki de aradan geçen bunca

3 5 6 ı »m

zaman içerisinde, BC üyelerinin açgözlü halkalarını teşkil eden birtakım adamlar bunları haraç-mezat satmış, yahut sıradan bir kilise yahut tekkeye süs diye koymuşlardı.

Beyitlerime çivi yazısı rakamlarla verilen numaraların bittiği sayfamı açtıklarında kimi koynundan, kimi başlığından altı beyit çıkarıp koydular masaya. Bunlar Abdülhay Efendi'nin Kâğıthane'de yazdığı beyitler idi. Hepsi Frenk diyarının yetmişbeş yıllık macerasına yakından şahitlik etmiş bu yedi kâğıt parçası bu gece arka arkaya dizilirken yedinci ve son beyti aramak üzere Halet Efendi satırlarımı okumaya, okudukça da kalan sayıdan itibaren beyit hizalarımı numaralandırmaya devam etti. Halet Efendi'nin beni defalarca okuduğunu ve çok zaman bir şey arıyormuş gibi derin düşüncelere daldığını biliyordum; şimdi anladım ki o ne aradığını henüz bilmiyormuş. Cemiyet üyeleri ellerindeki beyitlere bakarak aradıkları şifrenin aşk ve gizlilik birlikteliği üzerine bina edildiğini biliyorlar, ama bana sahip olmadıkları için bunu devam ettiremiyorlardı. Halet Efendi ise Şeyh Ga-lib'in öldüğü gün Mevlevihane'den beni alıp giderken aşk ve gizlilik kelimelerinin şifre çözümündeki anahtar olduğunu bilmiyordu. Marduk makamında birinin bunu bilmiyor oluşundan anladım ki BC üyeleri artık hepsi aynı bilgileri bilmiyorlar, daha doğrusu hepsi birbirinden bilgi saklıyorlar yahut sızdırmaya çalışıyorlardı. Gizli bütün teşkilatların ortak hastalığıydı bu. Fikirler ayrışmaya başladıkça bilgiler de ayrışır ve birbirlerine yöneltilen silahlar oluverir, birbirlerini kesen kılıçlara dönerdi.

Tesbit edilen altıncı beytimin sayfa kenarına 1375 numarasını yazdılar ve yedinci beyit için bu yedi adam, tedirgin bir ortamda, saatlerce öykümü okuyup yorumlar yaptılar. Halet Efendi içinden "Keşke aşk ile gizlilik ilkesini daha evvelden öğ-renebilseydim!" diye söylene söylene okumaya ve Fransızca'ya tercüme etmeye devam etti. Efendim Fuzulî son şifreyi yazmakta hiç acele etmemiş, ta öykümün sonlarına doğru, Leylâ'nın beni çöllerde ziyaret edip ardından can verdiği bölüme koymuştu. Belki de BC'nin sırrını arayan kudret sahibi insanların

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 3 5 7

öykümü iyice öğrenmelerini istemiş, evrenin aslında aşk ile döndüğünü anlatmaya çalışmıştı. Halet Efendi okudukça BC üyeleri dikkatle dinliyor, beyitte gizlilik ve aşkın ortak paydasını bulmaya çalışıyorlar, bu arada benim elem dolu aşk öyküme de hayret ediyorlardı. Uzun saatlerin ardından yorgun gözlerin kapanmaya başladığı sırada 2723. beytimi Halet Efendi heyecan ile okudu:

Ben aşk güzergehinde hâkem El cümle bilir derûnıı pâkem

Tercümesini de şöyle yaptı: "Ben aşk yolunda bir toprak zerresiyim. Herkes bilir ki ben bu yolda kalbi temiz biriyim." Buradaki "derûn" sözcüğünün "iç, gönül, ruhî ve manevî olan şeylerin mekanı" demek olduğunu düşündü birden ve elinde olmadan "Mef'ûlü mefâilün feûlün" diye ölçüyü yineledi. Bütün bu anlamlar gizlilikle örtüşüyordu. İnsanın içindeki şeyler, kalbindeki sevgi ve ruhundaki iman gizli idi. Evet, aradıkları beyit bu olabilirdi, iyi ki tercüme ederken derun'u "kalp" ile karşılamıştı. Aslında bulduğunu bu adamlara hissettirmek istemiyordu. Ne var ki Bay Biri, onun sesindeki heyecandan ve beytin ölçüsünü de tekrar etmesinden işkillenmiş ve "Bu beyitte biraz düşünelim!" deyivermişti.

Üstad Halet Efendi içinden geçirdiklerini açıklamak zorunda hissetti kendini. Nasıl olsa rakamlar üzerinde onları yanıltabilir, bu sırrı kendine saklayabilirdi. Bu ihtiras kurbanı adamlara dünyanın geleceği teslim edilemezdi ya!..

"Tutalım ki aradığımız beyit bu olsun. 2723. beyit. Yedi rakamı ve aşk var içinde. Ancak derun sözcüğündeki gizlilik biraz zayıf gibi görünüyor. Ebced hesabına vurulduğunda da 260 ediyor ki bunun yedi bölümünden bir tam sayı elde edilemiyor. Diğer beyit numaralarında gizliliği gösteren kelimeler ebcede göre hep tam sayıları vermekteyken bunun kusurlu çıkması beni şüpheye düşürüyor doğrusu!" diye bazı açıklamalar yaptı. Aslında eski üstadlar böyle bir hesaplama yapmamışlardı.

3 58

babıl'de ölüm istanbul'da a 5 k j 3 5 9

Ama orada ebced hesabını bilen biri bulunmadığı için onları inandırmakta zorlanmadı. Bayan. Sır müstesna. O, inanmış göründü ama bir şeylerin kendisinden kaçırıldığından şüphelendi.

Öykümün devamını okumaları iki saat sürdü. Leylâ ile son haberleşmelerimiz, annesinin çölde beni bulup Leylâ'nın vasiyetini bildirmesi, Leylâ'nın ölümü, Zeyd'in bu haberi bana ulaştırması ve benim mezarı başına gitmem, nihayet mezarımızın üstüne âşıklar türbesinin yapılması ve cennet hayatı, hiçbiri bu adamların katı yüreklerindeki hırs ve iktidar gücünün etkisini azaltmadı. Aşka inanmayan insanların dünyayı yöneteceklerini düşünüp ürperdim, insanların yüreklerinde titreyişler yoksa başkalarına karşı nasıl merhametli olabilirlerdi ki?!.. Sevgiden payını almayan yöneticiler ancak şiddet katabilirdi yaşlı dünyanın geleceğine. Bunca yıldır BC üyelerinden beni ölüme götüren aşkın tamamını okuyup hazin sonumu öğrenenler yalnızca bu yedi kişi idi ama onlar da sevginin merhamet pınarından bir damla bile su içmemişlerdi. O anda farkına vardım ki daha önceki BC üyeleri öykümü okuyor ama işleri bitince sonumu hiç merak etmiyorlardı.

Halet Efendi'nin kabul salonuna güneşin ilk ışıkları girmeye başladığı sırada altı kişi, ertesi akşam buluşmak üzere ceple-rindeki birer beyit ile kapıdan çıkıp Paris sokaklarına dağıldılar. Hiçbiri diğerine güvenmiyor, şifrelerin çözümünde kullanılacak beyitleri ve üzerindeki hesaplamaları bir başkasına emanet edemiyordu. Belli ki hepsinin zihninden başka hesaplar geçmekteydi. Yalnızca Bay Yedi, kapıdan çıkarken, benim hazin hikâyemin etkisiyle, gençliğinde sevdiği ama ölümün ellerine teslim ettiği sevgilisini hatırlayarak gözlerinden süzülen iki damla yaşı gizlemeye çalışıyordu.

Ertesi akşam silahlar patladı, üzerime kanlar sıçradı. BC kan istiyordu artık. Dünyanın geleceği ideali de, evrensel barış da, uzay yolculuklarının bilimselliği de laftan ibaretti şimdi. Gerçi buradaki çatışma, dünyanın yakın geleceğini belirleyecek kadar

keskin ve politikti ama hırs ve intikam evren şövalyelerini bir kez daha mağlup ediyordu.. İlk sayfamda yer alan Rukâl'in şakayıkı-na Kontes Sır ile Şeyh-i Aşk'ın kanlan damladı. Ben çatışmanın tam ortasındaydım. Ne Bağdat'tan istanbul'a gelirken Erciş Be-yi'nin Celali adamlarınca baskına uğradığımız karlı gecede Ala-caatlı Mustafa ile Gökçe Ali'nin elinde, ne Girit açıklarındaki derya çenginde Murat Reis'in sesini duymadan evvel, yitmeyi ve yokluğu bu kadar yambaşımda hissettim. Bana sahip olmak için cildime uzanan, yapraklarımı çekiştiren, şirazemi koparan bunca elin BC üyeleri olabileceğinden şüphem vardı artık. Bunlar eski üstadlarına ve haleflerine rahmet okutacak adamlardı. Hepsinin cebinde birer beytim duruyordu ama onlar silahları çekmiş, birbirlerini tehdit ile beni istiyorlardı. Bugüne kadar pek çok vahşet gördüm, ama bilginlerin ve seçkin insanların böylesine vahşile-şebileceklerine hiç şahit olmamıştım. "Demek dünyanın sonu yaklaşıyor!" diye geçirdim içimden, BC rahiplerinin uzaydan gelecek saldırılar için kaç bin yıl evvel hazırladıkları savunma planları ve uzaya açılan kapıları kullanma yolları demek ki boşunay-dı. Onlar henüz kendileri birer saldırgan idiler. Demek ben bunca çağı aşarken, her yedi yılda bir dosyalanıp duran bilge insanların umutlarını boşa saklamış, onları aldatmıştım. Onlar bu manzarayı görselerdi şüphesiz kendi insanlık ideallerinin yalnızca bir hayal olduğunu, dünyanın sonunun uzaydan değil, bizzat kendi içinden getirileceğini düşünüp bunca gizliliğe, bunca tehlikeye katlanmazlar, hiç olmazsa yılda bir defa uçurmak üzere güvercinleri hapsedip durmazlardı.

Seyisler elçilik faytonlarının hazır olduğunu Halet Efendi'ye haber verip de Kontes Sır ile Şeyh-i Aşk sedyelerde hastaneye gönderilirken cildim iki, sayfalarım da tam yedi parçaya bölünmüş durumdaydı. Bay Bilen ile Bay Yedi tabancalarını ateşlerken beni elde etmeye ne kadar kararlı olduklarını göstermiş, ancak aralarında anlaşamadıkları için salondan yalnızca iki yaralı çıkmıştı. Çakaralmazlarm sesleri duyulup da elçilikte görevli ne kadar insan varsa Halet Efendi'nin kabul salonuna koştuğunda Bay

36 O I l«,m

Gerçek, her zamanki soğukkanlılığıyla BC üyelerini yatıştırmaya çalışıyordu. Aslında bu görevi Marduk makamındaki Halet Efen-di'nin yapması gerekiyordu, ama bu bile güç dengelerinin artık değiştiğini, bundan böyle iktidarda olmakla muktedir olmanın ayrı kategorilerde değerlendirilmesi gerektiğini bildiriyordu. Halet Efendi adamlarına emir vererek benim bütün parçalarımı birer birer toplatıp cilt kapaklarımı, miklep ve hatta dağılan şiraze-mi bir araya getirttiğinde Bay Bilen, Bay Biri ve Bay Yedi'nin silahlarına çoktan el koydurtmuştu bile. Bay Gerçek zaten hiç silah taşımıyordu. Halet, elçilik görevlilerini dışarı çıkartıp BC üyelerine sert bir üslup ile tembihledi: "Şimdi baylar, ellerinizdeki beyitler ile gidiniz. Burada yaşananlardan ne Fransız hükümetinin, ne de BC müstakbel üyelerinin haberi olmasın. Umarım yedi yıl sonra görüştüğümüzde BC'nin aziz üyeleri gibi davranmayı öğrenmiş; ideallerinizi milletlerinize göre değil de dünya insanlık tarihine göre değerlendirmiş ve bundan dersler çıkarmış olursunuz. Toplantımıza ancak o zaman devam edebiliriz. Laila&Mad şimdilik yine bende kalacak. Onu yeniden ciltlettirip saklayacağım. Yaptıklarınızı protesto için de veda selamınızı almayacağım; onurlu BC üyesi olarak girdiğiniz bu safcnu sıradan bir insan ac-ziyle terk ettiğinizi hiç unutmayınız."

Halet Efendi bütün bu yaşadıklarından sarsılan ve bunalan ruhunu dinlendirmek üzere akşamın alaca karanlığında gizlice Kontes Laurent'in, Sen nehri sahilindeki villasına giderken çantasında Mart rüzgârlarıyla renklerimi dağıtan ben, Efendim Fuzulî'nin kölesi Kays, Leylâ'dan, yurdumdan, şiirden ve gülümsemelerden uzak, paramparça ve perişanım. Devrimler kenti Paris'te her gün yeniden ölüyorum. Son iki gündür yaşadıklarımdan sonra etats-generaux'un özgürlükleri savunan în-san ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin aslında bir yalan olduğunu, insanlık onuru için ölen Parislilerin de boşuna öldüklerini düşünmekle umutsuzluğum derinleşiyor, aşkların ve dünyanın istikbalinden ürküyorum.

Ve hasretine dayanacak gücüm kalmadı Leylâ!.. Gel, nere-lerdeysen!..

İşbu mânâ-yı bedîhî görünen gün gibidir Ömür bin yıl dahi olsa yine bir gün gibidir

Arif

Güneş gibi parlayan bir mânâyı size söyleyeyim mi? - Ömür bin yıl da olsa, bir gün kadar kısadır.

I

XXVH1

Bu, Paris-Londra Hattında Bir Anıdır ve İstanbul'da Tanzimat Fermanıdır

Lyon tren istasyonuna bakan kitapçı dükkanının kapısından gireceğimiz sırada "Buyurunuz madam!" diye kapıyı açıp bize yol veren bu delikanlı yıllardır beklediğim bir heyecan ve vuslatın kokusunu saçıyordu etrafına. Gür siyah kaşları ve bıyıkları, redingotu içine bağladığı şal desenli boyunbağı ile yakışıklı bir Doğu insanını andırıyor ve sanki bir yerlerden bana da tanıdık geliyordu. Kontes Lourent'in kaderiyle birlikte gittikçe fakirleşen yarım yüzyıllık Paris hayatımda hiç bu kadar heye-canlanmamıştım. Bu genç adam beni tanıyacaktı, bunu garip bir biçimde hissediyordum. Hareket edebilsem, o anda kontesin çantasından fırlayıp kendimi önüne atacaktım. Beni tanısın istiyordum, ama onun gibi şimdi benim de kıyafetim değişikti, belki bu yüzden tanıyamıyordu.

Halet Efendi BC üyeleri izimi kaybetsinler diye beni kontesin avuçlarına tutuşturduğu gece "Sevgilim!" demişti, "Bu kitabın

362

nakışlarına her bakışında aşkımızın ölümsüzlüğünü hatırla diye sana veriyorum." Gerçekten de takip eden yedili yıllar boyunca Kontes Laurent'in yalısında beni aramak kimseciklerin aklından geçmemişti. Elçilik binasında zaman zaman çekmecelerin, kitaplığın ve hatta yatak odalarının karıştırıldığını ve peşimdeki insanların her defasında elleri boş döndüğünü Halet Efendi'nin kontesi ziyaretlerinde yüzündeki ifadeden anlıyordum. Zaten gizli olan bir sevgilinin bilmeden sakladığı bir kitabı kim bulabilirdi ki?!..

Halet Efendi'nin Paris'ten İstanbul'a dönmesinden sonra kontesin yalısında müzmin veremliler gibi perişan geçirdiğim yıllarda sayfalarım karıştı, öykümün bütünlüğü bozuldu. Kontes, Halet Efendi'nin sıcaklığını özlediği gecelerde bana bakarak egzotik fanteziler kurduğu için çoğunlukla yatak odasında kaldım. İyiden iyiye dağılmaya yüz tuttuğum günlerden birinde gönderildiğim terzinin ceylan derisi kaftanımı söküp yerine camuş gönünden kaba bir palto giydirmesi bu hüzünlü zamanlarıma rastlar. Kapağımdaki ebruli içliğim yerine, yaldızlı bezden bir gömlek, miklebimdeki semce yerine de minyatürlerimden birine benzetilmiş bir resim işlenmişti. Bu hâlimle Doğulu mu, Batılı mı olduğum kestirilemiyordu artık.

Yıllar kontesin güzelliğiyle birlikte Bordeaux'daki üzüm bağlarının gelirlerini de azaltınca önce yalıdan St. Marcel caddesinde üç katlı bir konağa, ardından da St. Germain civarında küçücük bir daireye taşınmıştık. Bugün kontesin yetmişyedinci yaş günüydü ve şeref konuğu olarak Osmanlı sultanı Abdüla-ziz'in katılacağı Uluslararası Paris Sergisi için süslenen şehrin sokaklarında yürümek, sonra da Lyon garı bitişiğindeki kitapçı arkadaşıyla gençlik günlerinden söz etmek üzere aylardır kapanıp durduğu evinden dışarı çıkmış ve sohbet konusu olur diye de ilk kez beni çantasına almıştı.

Kitapçıya Notre Dame'ın çan sesleri eşliğinde girdiğimizi neden sonra fark ettim. Biz doğruca tezgahın arkasına ilerlerken o genç adam raflar arasında dolaşmaya başladı. Ben, kontes ile

b a b i I' d e ölüm. istanbul'da a ş k I 3 6 3

kitapçının neler konuştuklarından ziyade, rafları dolaşan müşteriyle ilgileniyordum. Tezgahın üzerinden her hareketini görebiliyordum. Edebiyat kitaplarına baktığını, şiir kitaplarından ayaküstü bazı bazı bölümler de okuduğunu izlemek heyecanımı arttırmıştı. Bir ara yelek cebinden çıkardığı köstekli saatini gördüğümde onun ancak bir istanbullu olabileceğini anladım. Tezgaha yaklaşıp aksanlı Fransızca'sıyla elindeki kitabı satın almak istediğini söylediğinde bundan emin oldum. Kitapçı onun bir yabancı olduğunu anlayınca nereli olduğunu ve Paris'te neyle meşgul bulunduğunu sordu. Adı Namık Kemal idi ve Mustafa Fazıl Paşa'nın himayesinde istanbul'dan Paris'e gelmişti. Az sonra kalkacak tren ile de Londra'ya gidecekti. Kontes Laurent istanbul adını duyunca heyecanlanmış, bu genç ve yakışıklı adamın konuşması ona Halet Efendi'yi hatırlatmıştı. Birkaç dakikalık sohbetten sonra tam da benim istediğim şey gerçekleşti ve "Bu kitap nedir kuzum, lütfen biliyorsanız bana söyler misiniz?!" deyivermişti.

Namık Kemal Bey'in elinde sıcak bir istanbul akşamının hazzını duydum. Öykümü henüz on yaşında iken okumuştu ve sayfalarımı çevirirken Efendim Fuzulî'den bahsetti. Sonra cildime bakıp hayret etti ve sayfa numaralarımın yanlış olduğunu söyledi. Leylâ ile kırlarda buluştuğumuz sahnenin minyatürlerini göstererek öykümden birkaç beyit okuyup tercüme etti. Kontesin gözlerinden yaşlar işte o anda akmaya başladı. Ben, kalbinin dayanmayacağından korktum. Çünkü bu kadar yıldır Halet Efendi'nin aşkına sadık kalmış ve pek çok evlilik tekliflerini geri çevirmişti. Namık Kemal Bey hassas bir konu olduğunu kestirip benim satılık olup olmadığımı sormaktan vazgeçti. Biraz konuşmadan sonra kontes ona Halet Efendi'den ve bu kitabı kendisine nasıl şartlarda verdiğinden söz etti. Sonra genç adama dönüp "Halet Bey'i tanır mısınız?" diye sormak istedi ama bundan gizli bir utanç duydu ve cesaret edemedi. Namık Kemal de onun yıllar önce istanbul'da idam edildiğini söylemeyi gereksiz buldu.

3 64

Hayatımın akışını bir kez daha değiştiren cümleyi işte o anda söyledi kontes ve:

"Bu kitabı size armağan etmeme müsade ediniz genç adam!" deyiverdi. Belki istanbul'a götürülürse sevgilisinin hatıralarına ulaşır ve ona Paris'te hâlâ kendisini seven bir kalbin bulunduğunu anımsatır, diye yapmıştı bunu ve sonra da devam etmişti "İstanbul'u hiç görmedim, ama orayı görmekten başka hiçbir şeyi kuvvetle istemedim; artık benim orayı görmem hayal, belki bu kitap görürse mutlu olurum." Kontesin kalbinin çarpışından, bana ne kadar değer verdiğini anladım. Ben onun için Halet Efendi idim, sevgili idim. Ve şimdi kendisini ait hissettiği toprağa giderken beni de ait olduğum toprağa kavuşturmak istiyordu. "Sevgili kontesim!" dedim içimden, "Beni yatak odanda sakladığın, BC'nin kötü niyetli üyelerinden koruduğun ve sevgili diye her gece sevip okşadığın için seni hiç unutmayacağım. Belki de sen benim en müstesna Leylâ'm idin de ben bunu daha önce anlayamadım."

Namık Kemal Bey'i Londra yolunda tanıdım, ilginç bir kişiliği vardı, ilk gençliğinde din bilimleri ile Arap ve Iran edebiyatlarını okumuş, yirmili yaşlarını Şairler Derneği'nde Leskofçalı Galip, Hersekli Arif Hikmet, Koniçeli Kâzım Paşa gibi usta şairler arasında gazeller ve münacatlar okuyarak geçirmiş, siyasi işlere bulaştıktan sonra Yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla kurulan gizli teşkilatın yeraltı faaliyetlerinde bulunmuş, devlet tarafından takibe uğrayınca da Mısır Prensi Mustafa Fazıl Paşa' nın çağrısı üzerine Bosfor vapuruna binerek gizlice Paris'e gelmişti. Bir Osmanlı hükümdarının ilk defa at sırtında olmadan Avrupa'ya gelişi demek olan Sultan Aziz'in Paris Sergi-si'ne şeref konuğu olması üzerine Fransız hükümeti, tatsızlık çıkmasın diye kendisine bir yazı gönderip geçici bir süre sınırlarını terk etmesini istemişti. O Fransa'dan Londra'ya gidecek trene binmek üzere buradaydı ve ben de onunla birlikte yola çıkmak üzereydim.

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 3 6 5

Namık Kemal ile birlikte Genç Osmanlılar'ın -ingiltere'de onlara Jön Türkler deniyordu- diğer üyelerini ve Ziya Paşa'yı Londra'da tanıdım, içlerinde en atak olan bu ikisiydi ve her konuda hem çok okuyor, hem çok konuşuyorlardı. Osmanlı aleyhdarı ateşli yazılar yazıyor, sonra da bunu matbaa dedikleri bir makinada büyük büyük kâğıtlarda çoğaltıp gizlice istanbul'a gönde-riyorlardı. Ben Parisli kontesin evinde dünyaya kapalı yaşarken meğer her şey ne kadar kolaylaşmıştı! Eskiden dizi dizi yazıcıların günlerce göz nuru dökerek yazdıkları kâğıtlar şimdi çarşaf çarşaf büyümüş ve bir makinada yüzlerce, hatta binlerce kopya halinde çoğaltılarak gazete adıyla insanlara satılmaya başlamıştı. Kendi kopyalarımı düşündüm. Yaklaşık 600 defa kopyalandığımı varsayıyordum, ilerde kütüphaneciler bunu daha iyi bileceklerdir. Öyküm, en az 600 kişinin kalem tutuşunu biliyordu. Oysa şimdi kitapları kopyalamak için kaleme gerek duyulmuyordu. Üstelik şiir de eski itibarını kaybetmiş gibiydi. Nitekim ben, Namık Kemal ile Ziya Paşa'nın, iyi birer şair olmalarına ve şiiri çok sevmelerine rağmen daha çok düzyazı ile uğraşmalannı ve Hürriyet adını verdikleri gazeteleri tomar tomar edip ucuz paralar karşılığında birtakım insanlara satmalarını anlayamıyor-dum. Şiir varken insan neden düzyazı yazsındı ki?!..

Fikirleri ve hayalleri ifade etmede şiirin neden düzyazıya tahammül gösterdiğini Kemal Bey ile birlikte istanbul'a döndüğümde anladım. Halet Efendi beni Paris'te bırakıp döndükten sonra çok şeyler değişmişti, istanbul'da benim tanıdığım hayat yaşanmıyordu artık. Şehir gibi şairler ve insanlar da başkalaşmış, istanbul'un yüzü eski dostlarına yabancılaşmıştı. Reşit Paşa'nın Gülhane meydanında okuduğu fermandan sonra devlet kurumlarında da farklı bir yapı oluşmuştu. Benim tanıklık ettiğim üçyüz yılı aşkın sürede tıkır tıkır işleyen çarkların dişlileri aşınmış, yıpranmış, bozulmuş ve Batı dünyasının dev adımlarla ilerleyen düşünce ve teknolojisi karşısında etkisiz kalmıştı. Devlet iyiden iyiye güç kaybedince tarihinde ilk defa başka ülkelerden borç almaya bile başlamış,

! İ

¦ İ

İil

366

I LsM

savaşlardan yenik çıkmaya ve toprak kaybına neredeyse alışmıştı. Namık Kemal'in de içinde büyüdüğü çağ benim şairlerimi ve Efendim Fuzulî'yi çok seviyor, ama yolundan gitmiyordu artık. Eski şairlerin okuduğu medreselerde şimdi başka dersler okutuluyor, haberleri posta tatarları yerine telgraf diye bir makina getiriyordu.

Son zamanlarda, akşamlan Kemal Bey'e misafir gelip eski şiirleri okuyarak mest olan şairler, Islahat Fermanı adıyla yapılan bir dizi yeniliğin gerçek hürriyetlere cevap vermediğinden dem vuruyor, Meşrutiyet'in mutlaka ilan edilmesi gerektiğinden söz ediyorlar. Meğer eski şairlere kıyasla bunlar ne kadar çok şey biliyorlar ve ne çok siyasetle uğraşıyorlarmış!.. Meşrutiyet dedikleri şeyin ne olduğunu tam kestiremesem de bu ateşli insanların iyi şeyler yapacaklarını düşünüyorum hep. Kalbimin incindiği tek nokta ise tanıdığım ve aramızda tuz ekmek hakkı bulunan bazı eski şairler hakkında kötü konuşmaları oluyor. Hemen hepsi Bakî Efendi'yi, Atâî'yi» Nef'î'yi, Nabî ve Nedim'i, özellikle de Gâlib Dede'yi çok sevdiklerini ama yazdıklarının artık çöjpe atılması gerektiğini söylüyorlar, bu da beni eski efendilerime karşı mahcup duruma düşürüyordu.

Şimdi sık sık kendimle çekişip duruyorum. Şimdiki şairlere göre roman, piyes, makale yazılmalıymış. Oysa Kontes Lu-arent'in yanında iken Fransız edebiyatının pek çok romanlarını dinledim; Moliere'in ve Shakespeare nam ingiliz yazarının piyeslerini tanıdım, hepsi birer ifşadan ibaret gibi gelmişti bana ve ayıplamıştım onları. Kendilerine göre düşkün konumda zavallı insanların öykülerini acımasız bir gevezelikle, hiçbir mahremiyet duygusu göstermeden anlatıyorlardı. Onları burjuvaya teşhir ile ne elde ediyorlardı bilmem?! Roman yahut piyes denilen şey eğer olayları anlatmaksa işte benim öyküm... Yahut Hüsrev ile Şirin'in, Yusuf ile Zeliha'nın, Hüsn ile Aşk'ın, Gül ile Bülbül'ün, Mum ile Pervane'nin, Vamık ile Azra'nın, Kerem ile Aslı'nın ve daha nicelerinin öyküleri... Eski şairler

•j

I

babil'de ölüm istanbul'da aşk|367

romanları ya mesneviler biçiminde uzun uzun, ya da bir roman konusunu bir tek beyitte kısacık ama derinlikli anlatıyorlardı. Onların romanları da piyesleri de, ya bir cengaverin, bir kahramanın ölümsüzlüğünü anlatmak, ya da ibret alınacak bir öyküleme için var idi; insanların çatısını açıp evlerinin içine bakar gibi müzevirliklere tenezzül etmezdi. Rahmani iken beşeriliği tercih etmeyi aklım almıyordu. Ruh iken kalıp olmayı, mânâ iken maddeye kısılıp kalmayı, soyut var iken somutlaşmayı hazmedemiyordum ben. Bütün somutlar ancak soyut için olmalı, bütün maddeler mânâ uğruna harcanmalıydı bana göre. Zaten Efendim Fuzulî'nin de, eski efendilerimin de yaptıkları bundan ibaretti. Onlar soyut konulan anlatır, ama örneklerini somut olandan seçerlerdi. Böylece yaşanılan hayat veya elle tutulan dünya, hissedilen duygu ve görünmeyen düşünce için bir araç olurdu.

Gerçi ben bazen bu düşündüklerimin de yanlış olabileceğini düşünür, kendime gülerdim. Şimdi de öyle yapmam gerekiyor galiba. Çünkü toplum değişmiş, hayat değişmiş. İnsanlar daha da kalpsizleşmiş, duygularının yerini yavaş yavaş iştahları ve şehvetleri alıyor. Paris'te ve Londra'da kaldığım zamanlarda bunu daha iyi görebilmiştim. Şimdi istanbul insanı da onlara benzediklerine göre isteseler de, istemeseler de bir dönüşüm geçirecekler. Ancak bu dönüşüm bir teslimiyet değil bir örnek olmalı değil midir? Bütün kurumları ve kurumlarının yapısı değişen devletin elbette şiiri de değişecekti, bunu anlıyordum ama eski efendilerime, kendi çocukları ve torunları tarafından topyekun küfürler edilmesini hazmedemiyorum. Namık Kemal Bey sık sık "Avrupa, Doğu'yu tanımaz!" diyor. Bana göre asıl bizimkiler Avrupa'yı tanımıyor. Çünkü onlar redd-i miras etmek yerine evrime inanıyorlar.

Kemal Bey ve arkadaşlarının, manzumelerini divan adını verdikleri defterlerde toplayan şairleri kötüler, onlar aleyhinde yazılar, kitaplar yazarken aslında devlet gibi şiirin de son vasiyetini yazıyorlardı. Altı yüz yıl ömür sürmüş bir adamın can

368

1 L&M

çekişmesi de elbette elli yıl sürecekti ve onlar elli yıl boyunca hastaya bir tek ilaç vermediler. Bu arada hâlâ ona muhtaç olduklarını da fark etmiyorlar, hâlâ aruz ölçüsüyle şiirler yazmaktan vazgeçemiyorlardı. Gazel gitmiş, sone gelmişti; ama gazellerle birlikte bir medeniyet birikiminin de gitmekte olduğunun farkına varmadılar.

Diyâr-ı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm Dolaştım mülk-i İslam'ı bütün viraneler gördüm

diyen Ziya Paşa gözünü yummuş söylüyordu bunu; önceki yüksek medeniyet birikimine sırtını dönüveriyordu. Çünkü aynı yıllarda ben Batılı elçilerin ve seyyahların istanbul'u bir rüya kent olarak tanımladıklarını biliyordum.

Efendim Fuzulî torunlarının kendisini inkar ettiğini bilseydi kemikleri sızlardı şüphesiz. Gâlib Dede de Hüsn ü Aşk'ı yalnızca yüz yıl okunsun diye yazmamıştı elbette.

Şiirin formu değişebilir, yapısı başkalaşabilirdi; kaside ve mesnevi ile bağdaşmayan bir hayat hüküm sürüyorsa elbette kaside ve mesnevi bir köşeye çekilmeliydiler; ama yeni şiir formunda onların ruhu devam edebilir, kültürel devamlılık korunur, yozlaşmadan uzlaşılabilirdi. Ben, gazete çağına geldiğimizde, romanlar ve piyesler yazılmaya başladığında bu hâlimle zaten kendimi yaşlanmış hissediyor, ölümümün yakınlaştığını düşünüyordum. Mürekkebin hokka yerine entertip haznesinden akmaya başladığını gördüğümde, eski yazıcılarla birlikte yazdıklarının da değişeceğini görebiliyordum veya bir köşeye çekilmeye, ya da BC için kendimi fedaya hazırdım, ama tozlu raflarda hapsedilmeye tahammülüm olamazdı. İsterdim ki benim de romanım yeniden yazılsın, öyküm piyeslere konu olsun, gazete tefrikalarında hikâyelerim okunsun, eskiden olduğu gibi yediden yetmişe herkesle tanışayım, herkesin yüreğindeki aşkın tellerini titreteyim, istiyordum ki yeniden üretileyim, genç şairler ve yazarlar beni anlatarak yeni kuşakları atalarıyla buluştursunlar. Belki de bu yüzden, BC'nin bir gün bütün bunları bana sağlayacağını düşünüyor ve o tatlı zamanlar için hayaller kuruyordum.

babil'de ölüm istanbul'da aşk1369

Namık Kemal Bey ve arkadaşlarının arasında Batılı edebiyat örneklerini taklitten dolayı iyiden iyiye dışlanmış, yaralanmış ve kendimi zor nefes alır hissetmeye başlamıştım ki, bir gece Mustafa Reşit Paşa'nın odasına uğradı yolum. Namık Kemal Bey yağmurlu bir Şubat akşamında beni setresinin iç cebine koymuş, fayton ile uzunca bir yolculuktan sonra, elindeki bastonla yokladığı gıcırtılı merdivenleri çıkarak Emirgan'daki köşkün selamlık dairesine varmıştı.

Reşit Paşa, robdöşambrını giymiş, büyük kestane ağaçlarının dallan arasından Boğaz'ı seyrediyordu, içeri girdiğimizde,

"Gel bakalım Kemal Bey!" dedi, "Şu mangalı biraz yaklaştır bana doğru, havalar iyice soğudu. Gel şöyle yakınıma otur. Uzun zamandır görüşemedik, seni hayli özlemişim."

Namık Kemal Bey, onun kesik kesik öksürüşüne ve çizgileri ruhundaki acıları gösteren yüzüne bakınca ölümün yüzünü gördüğünü sanarak ne diyeceğini bilemedi:

"Efendim!" dedi "Emir buyur: duğunuz gibi size Fuzulî'nin L&M kitabını getirdim. Hasta iken okumak için L&M'i istediğinize de şaşırdım doğrusu. Biz her şeyin yenisini isterken siz böyle köhne bir hikâyeyi neden istediniz ki?!"

"Otur Kemal Bey, otur!" dedi titrek bir sesle ve birkaç kesik öksürükten sonra devam

370

I L«,M

etti "Derdim L&M'i yeniden okumak değil. Şimdi sana söyleyeceklerimi tekrar et bakalım."

Kemal Bey şaşkınlığını yenmeye çalışırken tane tane tekrarladı: "Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır. Bu sırra sahip olan dünyaya hakim olur."

Reşit Paşa iki saat kadar Namık Kemal Bey'e BC hakkında bilgi verdi, hedeflerinden, insanlığın şövalyesi olmaktan, hü-manizmadan, Keldani bilgelerinin yaptıkları uzay araştırmalarından, Arşiya Akeldan'dan ve galaksiler arası yolculuktan, yedi üyenin halen bulundukları yerler ile kimliklerinden, bir sonraki toplantının ne zaman olacağından ve bu toplantıya getirilecek şifre beyitlerin nasıl birleştirileceğinden, dünyanın yeni yapılanmasından, sanayi çağının yönlendirilmesinden, yaklaşan zamanlarda bazı devletlerin coğrafyadan silinip yerine yenilerinin kurulacağından, bunlar için yetkilerin nasıl kullanılacağından vs. uzun uzun bahsetti. Sonra da "Bugün Sultan Abdülha-mit ile senin geleceğini konuştum, Şura-yı devlet (Danıştay) üyeliğine atandırılman için fezleke hazırlanmasını sağladım. Ben bu dünyadaki yolculuğumu tamamladım ve BC adma görevimi en iyi şekilde yaptım. Bundan böyle siruş başlıklı bu kutsal hançer sende duracak. Unutma, BC üyelerinin her birindeki şifreler ancak bu hançer üzerinde doğrulanabilir. Onun için bu hançeri canından aziz bil ve koru. Ölümünü hissettiğin veya böyle bir tehlikeyle karşılaştığında bugünü hatırla ve emaneti en güvendiğin kişiye ver. Tabii sırrımızla birlikte."

Namık Kemal şaşkınlıkla neredeyse beni elinden düşürmek üzereyken Reşit Paşa uzanıp "Eveeet! Ver bakalım Kontes La-urent'in emanetini!" deyiverdi. Namık Kemal'in şaşkınlığı bir kat daha büyümüştü. "Kontes Laurent'i siz nereden biliyorsunuz?" diyebildi kısık bir sesle. "Bilmez miyim Kemal Bey, bu kitap onda kaldığı müddetçe kendisini hep koruyup kolladım. Daha doğrusu ben L&M'i koruyup kollamakla yükümlü hissettim kendimi. Fransa'ya neden gittim ve orada yıllarca neden kaldım sanıyorsun? İşte bu kitap yüzünden."

babil'de ölüm istanbul'da aşk]371

"Peki efendim bende olduğunu nasıl biliyordunuz?"

"ilahi Kemal Bey, saf olmayınız. Siz Paris'ten ayrılırken Lyon garında tesadüfen mi bu kitabı bulduğunuzu sanıyordunuz?" O gün kitapçının vitrininden kitap alan yalnız siz değildiniz. Bana neden Büyük Reşit Paşa dediklerini sanıyorsunuz Kemal Bey?!.. Bu gücü bize veren işte bu kitabın içindeki sırdır; bundan sonra da sana aynı gücü verecek. Yalnız dikkat et, bazı sefil hazine avcıları Babil ilahlarının altın heykellerine ulaşabilmek için peşine düşecekler, sen ne yapılması gerektiğini elbette bilirsin."

Namık Kemal Bey kadar ben de şaşırmıştım duyduklarıma. Demek onca yıl kontesin odasında BC adına beklemiştim. Namık Kemal Bey de Jön Türkler adma BC için Paris yolculuğu yapmıştı.

"Hep uzaktan takip ettiğim şu kitabı bir göreyim artık!" diyerek sayfalarımı çevirmeye başladı Reşit Paşa. "Yazısı da ne hoş bir ta'lik imiş!" diye ekledi sonra. Sayfalarım arasında dolaşırken yer yer beyitlerimi okudu, minyatürlerimi hayranlıkla seyretti ve çivi yazısı rakamlarımı inceledi. "Kaç BC üstadının parmak izi ve emeği var bu sayfalarda bilir misiniz Kemal Bey; kaç yüzyıllar insanlığın geleceğini taşıdı bu kitap!" işte senin sahip olduğun hazine:

Ben aşk güzergehinde hâkem El cümle bilir derûnu pâkem

2723. beyit. Toplamı 14 ediyor. Yediye iki defa bölündüğü için artık hanesi sıfır, işte bu sıfır, sana verdiğim hançerin kab-zasındaki son şifre. Babil tapınağının kapısını açacak şifrelerin yedincisi. Diğerleri BC'nin öteki üyelerinde. Yedi kişi bir araya gelince açılabilecek bir kapı. Bu kapı aslında uzaya açılan kapı. Düşünebiliyor musun Kemal Bey, uzay gemilerinin yapacakları yolculukları düşünebiliyor musun? Doğrusu çok heyecan verici! O günleri yaşamak isteyerek gözlerini yuman yüzlerce üstad

372 hm

geldi geçti gökkubbenin altında. Ama bu köhne dünya o kadar yavaş dönüyor ve bilim adamları o kadar tembel ki, o günleri ben de, belki sen de göremeyeceğiz. Yalnız dünyanın sonu geldiğinde uzaydaki bir başka gezegene gidebilmek için elbette uzayın kapılarını açacak bir bilim adamı bulunacaktır. Belki de dünya insanoğluna yetmez olunca uzaya giderek kendimize yer arayacağız. Tabii uzaylılar bizden evvel gelip dünyamızı istila etmezlerse."

Reşit Paşa hep anlatıyordu...

Ve sevgili Leylâ'm! Nerelerde, kimlerle birlikte olduğunu bilmediğim şu anda...

Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal

Bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

Bakî

Sesini bu âleme Davut gibi sal. Çünkü bu kubbede bakî kalan ancak bir güzel hatıra imiş.

XXIX

Bu, Sırlarımın Ortalığa Saçıldığı ve Babil'de İştar Kapısının Açıldığıdır

Blankenburglu Robert Koldewey, Berlin Kraliyet Müzesi yetkililerine gönderdiği 1 Nisan 1896 tarihli raporunda "Burada bulacaklarımın çoğu Nabukadnazar'ın eserleri olacaktır, iki haftadan beri kazıyorum; her şey yolunda gitti ve yedi metre uzunluğunda kerpiçten bir suru ortaya çıkardım." diyordu. Koldewey'in görünürde aradığı Asurbanipal kitaplığı idi, ama bulmayı umduğu şey, şu pişmiş çamurdan örülü, 360 kuleli, dörder at koşulmuş iki arabanın yarışabilecekleri genişlikteki surun iç duvarlarının altındaki yedi tablet ile Babil tanrılarının altın heykelleriydi. Tabletleri BC adına, altınları da kendi hesabına istiyordu. Bir gezgin kılığında Almanya'dan yola çıkıp iki-yüz bedevi işçiyle kazmaya başladığı dağın yerini tarihçi Here-dot ile hekim Ktesias'ın kitaplarından okuduğunu söyleyip duruyor. Ama gerçekte çantasında ben olmasaydım ve Efendim

3 74 um

Fuzulî'nin beyitlerini görmemiş olsaydı, bilge Akeldan'ın eski ülkesine hiç yolu düşmeyecek, bu durumda Fırat'ın sarı sularının yalayıp geçtiği bu duvarların arkasında ne olduğunu kimsecikler bilmeyecekti.

Koldewey, Magosa'da Namık Kemal'in kitapları arasından çalınmamı sağlayıp kendi kitapları arasına kattığı günden beri beni çok iyi saklıyor ve çok sabırlı hareket ediyordu. Hançeri Paris'te bulup günlerce üzerinde çalıştıktan sonra üyelerin ellerindeki şifreleri hep ayrı bir zamanda ve daima gözleri bağlı olarak denemiş ve Akeldan'ın kölesi tarafından Iştar tapınağının girişine yerleştirilen kartuşun şifrelerini aşağı yukarı çözmüştü. Kimseyi şüphelendirmeyecek kadar sakin davranmayı biliyor, BC'nin dünyanın değişik ülkelerindeki üyelerinin sıkıştırmalarına aldırmadan işine devam ediyordu. Kazılara başladığının yedinci yılında artık Arap, Keldani, Sümer ve Kopt dillerini biliyordu ve Bağdat'ta, BC üyelerine kent duvarında bulduğu bir kitabede yazılı olanları Keldani dilinden Al-manca'ya ve İngilizce'ye çevirerek okudu: "Ben krallar kralı, altın başlı Nabukadnazar; Babil'i doğudan dev bir surla çevreledim. Hendeğini kazdım ve şevlerini yer katranı ve tuğlalarla yaptım. Kıyısında dağ gibi yüksek büyük bir duvar yaptım. Buna geniş kapılar açtım ve bunlara seM ağacından üstü bakır kaplı kanatları taktım. Kötü niyetli düşmanların yanlardan Babil'i sıkıştırmamaları için, deniz nasıl karaları dalgalarıyla sararsa, öylece dev surlarla çevreledim. Bunlardan geçiş, tıpkı denizin, tuzlu suyun geçildiği gibiydi. Duvarları delemesinler diye önlerine toprak yığdırdım ve tuğladan rıhtım duvarlarıy-la çevirttim. Dış kaleyi sanatla sağlamlaştırdım ve Babil kentini kale haline getirdim."

O gün gördüğüm BC üyelerinin üçü Yahudi, dördü de Hıristiyan idi. Osmanlı devletinin iyiden iyiye zayıflayan gücünden yararlanmak ve en azından tabletleri bu sınırların dışına taşımak için kararlıydılar. Bu bana acı vermişti. Kendime ve eski efendilerime ihanet ediyormuşum gibi hissettim.

b a b i I ' d e ölüm istanbul'da a ş k I 3 7 5

"Evrenin şövalyeleri, değerli üstadlar!" demişti sonra Mar-duk Koldewey, "İnsan elinden çıkmış kentlerin en büyüğü ile karşı karşıyayız. Arşiya Akeldan'ın kemikleriyle birlikte bulacağımız Babil Kulesi'nin kalıntıları için daha yedi sene kazmam gerekecek. Bunun için Hille kentinden gelen işçilerimin gündelikleri dahil her yıl ellibin Osmanlı altınına ihtiyacım var. Ve tabii bedevilerin dikkatlerini başka yere çekecek birtakım karışıklıklara da. Yedi yıl sonra yeniden toplandığımızda umarım size îştar tapmağının kapı röleveleriyle birlikte geleceğim ve her birinizin sahip olduğu şifreleri üzerine yerleştirerek dünyamızın uzaya açılan kapısını birlikte açacağız.

Koldewey sekiz katır, dört at ve altı muhafız ile birlikte günahkâr kent Babil'e döndüğünde, heybelerinde Strabo ile Di-odor'un gezi kitapları, ellibin altın, Tevrat ve ben vardık. Fırat köprüsünün kalıntılarından antik kentin dış surlarına ulaştığımızda kendimi daima buraya ait gibi hissettim ve gurbetten yurduma dönmüşüm gibi sevinç duydum. Hayır bu, Efendim Fuzulî'nin hemen şuracıkta, kuş ucumu on dakikalık yerde yaşamış olmasından ve her gün tapınağı kazmaya gelenler arasında belki de ı« torunlarından birinin bulunmasından kaynaklanmıyordu; bilakis burada Tufan'a uzanan bir tarihin zengin hatıralarını hissetmiş olmamdan yansıyordu, istenirse şu duvarın üzerinde Nuh'un oğlu Şam'ı çağıran şefkatli sesi yahut Gılgamış'ın haykırışı duyulabilir, devasa sütunların sıralandığı şu caddede Dan-yal peygamberin ayak izleri

3 76 l-m

yahut Hammurabi'nin yasaları görülebilir, biraz ötede ibrahim peygamberin kırdığı putların parçacıklarına yahut gizemli melike Semiramis'in asma bahçelerinde dolaşan kelebeklere rastlanabilir, Yunus peygamberin sabırla imtihanına yahut Asurba-nipal'ın aslanları terbiye edişine şahit olunabilirdi. Binlerce ve binlerce yıl... İnsanlar ve insanlar... Tapınaklar, kurbanlar, şölenler, zaferler... Koldewey'in ortaya çıkardığı bu kerpiç ve pişmiş tuğla kompleksi arasında insanlık tarihi elenip durmada. Kim bilir kaç milyon esirin alın terinin damladığı şu duvarlar dile gelse, acaba insanlara neler anlatır?!.. BabilL insanlığın başkaldırısı. Kutsal kitap anlatıyor: "Ve birbirine, geliniz kerpiç keselim ve onları ateşte pişirdim, dediler. Ve kerpiç onlara taş yerine ve taş katranı dahi kireç yerine oldu ve sonra geliniz, bütün yeryüzüne dağılmamak için kendimize bir şehir ile tepesi semaya kadar bir kule bina edip kendimize nam kazanalım, dediler."

BC Koldewey'in işini kolaylaştırmak için Osmanlı'nın Me-zopotamya'daki etkinliğini azaltmayı istiyordu. Bunun için Arap yarımadası başta olmak üzere büjün güney eyaletlerinde etnik ayrımcılığı kışkırtmayı amaçlarına uygun buldular. Babil surları arasında geçen yıllar boyunca duyduğum silah sesleri bunun içindi. Ve iki isimdi sık sık duyduğum: Arabistanlı Law-rens ve Vahhabilik.

Nabukadnazar'ın tanrı Marduk'a adanan kurbanların kesilmesi için yaptırdığı geniş tören caddesini bulduğunda, Kolde-wey, işçilerine bir hafta tatil ve çift yevmiye de ikramiye vermişti. Burayı yalnız başına incelemek istiyordu. Yaşlı dizlerinin ağrılarına aldırmadan günde bazen yirmi saat çalışıyor ve gizemler arasında kendi mutlu hayatını yaşıyordu. Aradan geçen yaklaşık on yıl boyunca buralara o kadar alışmıştı ki, aslında tabletlerin yahut altınların bulunması o kadar da umurunda değildi. O tarihin kucağında eski insanlarla dost olarak yaşıyor, bazen onlarla konuşuyor, dostluklar ve kinler güdüyor, seviniyor, üzülüyordu. Yeni bulduğu cadde söz gelimi... Kaç bin yıl

b ab i I ' d e ölün

tanbui'da a ş k I 3 7 7

önce, kaç bin insanın aynı anda fener alayları ve sevinç gösterileriyle çınlamıştı kim bilir?!. Bunu yüzyıllar sonra yeniden yaşayan bir insan olmanın hazzını BUAM'ın bilimsel gerçekleri de, altın ilah heykellerinin ışıltısı da yansıtamazdı yüreğine. Neredeyse Bilge Akeldan'ın da ayak izlerini bile keşfedecek durumdaydı artık ve eski kültürlerin sırlarına ulaşmak kadar heyecan verici başka bir şey düşünemiyordu. Nitekim "Bu caddeyi bulduğuma göre..." diyordu, "Her yıl bahar başında Zagmut (yeniden doğuş, nevruz) bayramında en görkemli günlerini yaşayan Babil tapınağı çok uzaklarda olamaz."

Koldewey, caddede yer alan tuğla damgalarındaki yazıları çözebilmek için gündüzler yetmeyince eline meşaleler alıp geceleri de okumaya devam etti. Onu izlerken, "Bu adam kadar azimli başka bir insan tanımadım." diye düşündüğümü hatırlıyorum. Nihayet işçilere verilen tatilin altıncı gününde okumalarını şu cümleyle sürdürdü: "Babil'in caddesi Aibur-Şabu'yu büyük efendimiz Marduk'un alayları için toprakla doldurtarak yükselttim ve Ulu kapısından ta Iştar-sakipat'a dek Turmina-banda taşları ve Saba taşlarıyla döşeterek tanrının alaylarına yaraşır biçime getirdim. Ben, E-sagile ve Ediga'nın bakımcısı Nabupolassar'ın oğlu Nabukadnazar, Babil kralı." Aynen böyle yazıyordu, emin olmak için iki kez, üç kez okudu. Sonra "Evet!" dedi yüzlerce kez "Evet!.. Evet!..." îçi içine sığmıyordu. Onbin-lerce yıllık taşlardan, duvarlardan, abidelerden sahraya yayılan ilk ses Koldewey'in bu haykırışı oldu ve ağzına ellerini iki yandan perdeleyerek yaptı bunu: "Eveeett! Eveeeett! Eveeeeeet!"... Tarih onun sesini, Fırat'ın sularında Büyük iskender'in ordularının nal seslerinden bu yana kim bilir kaç bininci zafer çığlığı olarak kaydetti bilinmez. Bu "EveetL" içinde büyük bir zafer gizliydi. Çünkü tştar demek, Akeldan'ın gizemli mabedi demekti. Iştar'ın kapısı da Efendim Fuzulî'nin sayfalarıma serpiştirdiği şifrelerin bulunduğu kapı.

Koldewey, o gece hiç uyumadı ve caddenin bütün tuğlalarını tek tek inceledi. Turminabanda ve Şaba'dan getirilen taşlar hâlâ

378 um

yakut kırmızılığında idiler ve caddenin güney yönüne doğru iki çizgi halinde ta işçilerin kazma ve küreklerinin olduğu yere kadar uzanıyorlardı. Saba taşlarının üzerinde fırtına tanrısının kutsal aslanının, Turminabanda taşları üzerinde de bereket tanrısının memelerinin, onun üzerinde de pul pul işlenmiş uzun boynu ve çifte dili ile bir yılan rölyefi yer alıyor ve gitgide bu iki figür birbirlerinden motifler alarak birleşiyorlardı. Cadde boyunca her on metrede bir, bu iki figürün süslemeleri birbirine geçiyor ve gerek aslan, gerekse yılan dönüşüm geçiriyorlardı. Güneşin ilk ışıkları Fırat'ın sularında yangınlar çıkarırken Kolde-wey, "Bir motif sonra aslan ile yılan Babil ejderi Siruş olacak ve on metre sonra îştar tapınağının kapısına elimi dokundurabile-ceğim." dedi. Bu sevinç ile hiç olmazsa yarım saatliğine uykuya dalmadan önce avucundan iki güvercin havalandı. Her ikisinin de ayaklarında "Aşk gecesi için gelinimiz damadı bekliyor!" yazılı birer kâğıt parçası vardı.

Hilleli işçilerin tekrar işbaşı yapmalarından sonra benim de sabrım tükenmiş gibiydi. Üçyüzelli yıldır sakladığım sırların onbinlerce yıllık hazinesini görmeyUçok istiyordum. Kolde-wey'in izinli gönderdiği işçilerden bazılarının değiştiğini ve iri yapılı adamlar yerine cılız birkaç kişinin geldiğini ben fark ettiğim halde o hiç fark etmedi. Sanırım bunlar beş kişiydiler ve çalışıyormuş gibi davranıp molalarda veya Koldewey'in yemek ve diğer ihtiyaçları için uzaklaştığı zamanlarda ikisi üçü bir araya gelerek fısıldaşıp kaş göz işaretiyle mabedin değişik bölgelerini gösteriyorlar, sonra da güya çalışmaya devam ediyorlardı. Bunlar o civarda yaşayan bedevilere pek benzemiyorlar-dı. Belki de Hille'nin Efendim Fuzulî zamanındaki Türkmen ahalisinden idiler. Çünkü ben bu kasabada doğup, büyüyüp sonra yolculuklarıma başladığımda buralar daha bayındır, ahalisi daha bilgili idiler. Benim kadar Koldewey de bu adamların kalıpsızlıklarını fark etmiş olmalıydı ki onların işi savsakladıkları zamanlarda "Tanrım!" diyordu, "Acaba bu adamlar şu gözümün önündeki tapınakları yapan yüksek medeniyetin

babil'de ölüm istanbul'd

a aSk|

379

torunları mı?" Adam haklıydı, Efendim Fuzulî'den bu yana şimdiki torunları arasında kalite ve bilgelik ruhunun nasıl tüketilmiş olduğuna ben şahit idim.

Koldewey, bütün işçilerini bir araya toplamış, ünlü Babil Kulesi'ni ortaya çıkarmak üzere Iştar'dan hemen elli metre uzaktaki yığma tepeyi kazdırıyordu. Soranlara, Babil Kulesi'nin eski bir gözlemevi oluşunu, gezegenler kozmografyası ile yıldızların hareketlerini, Tevrat'ta ve tarih kitaplarında geçen zig-gurat efsanelerini anlatarak oyalıyor, burayı ortaya çıkarmanın hem peygamberler tarihi, hem de bilim tarihi açısından çok önemli olduğunu, tam bu bölge üstünden geçen meridyenin karaları ve denizleri eşit iki parçaya böldüğünü, bu mabedin taban çevresini yüksekliğinin iki katına bölünce "pi sayısı" diye bir sayının bulunabileceğini, tapınağın içinde bir yerde dünyanın toplam ağırlığının yazılı olduğunu, toplam ikibuçuk milyon taşın üst üste konarak yapıldığını ve onbin işçinin her gün olağanüstü bir çabayla onar taşı üst üste koymuş olmaları halinde ikiyüz ellibin günde, yani 664 yılda tamamlanabileceğini, oysa kulenin yalnızca yirmi yılda tamamlandığını söylüyordu. Bunca bilgi ile işçilerin azıcık akıllarını hayrete düşürüp onların gözünde kendisini bir bilge kral konumuna yükselten Koldewey, nihayet herkesin ilgisini bu yeni tepeciğe çevirmiş olmanın huzuruyla işi yavaşlatmış, günde iki vakit çubuğunu tüttürüyor, çalışan işçilerini seyrediyordu, içinden de yüce üs-tadların gecikmeden gelmeleri için dualar okuyordu. Sonraki günlerde Îştar kapısıyla hayat arasında kalan üç metre kalınlığındaki toprak tabakası önünde hiçbir işçi görmedim.

işçiler kazdıkça Babil Kulesi'nin yedi kat terası andıran görkeminden geriye kalan parlak tuğlaları, çatlamış duvarları, hayvan ve insan kabartmalı kapıları ve Semiramis'in kemerlerle bitiştirilmiş asma bahçeleri yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Ziggurat ve kemerleri gördükçe onların Babil devleti zamanındaki ihtişamını hayal edebiliyordum. Efendim Fuzulî burada yaşasa bu kemerler ve kule için de şiirler yazardı şüphesiz diye düşündüm bir an.

3801 l

babil'de ölüm istanbul'da ask]38l

Güneş, belki bazıları Efendim Fuzulî'nin torunlarından olan Hilleli işçilerin terlemiş çıplak omuzlarında ve göğüslerinde ışıklarını kırarken Koldewey kazmaların darbeleriyle kırılan silindir biçimindeki mühürleri birleştirmeye, sikke olarak kullanılan pişmiş çamurların damgalarını incelemeye, çanak çömlek parçalarındaki nakışlardan Babil'i anlamaya çalışıyor, bir yandan sağlam arkeolojik eserleri ayırmak, diğer yandan bunları depoladığı odanın muhafızlarını her gün birkaç kez kontrol etmekle günlerini geçiriyor, bazen muhafızları değiştiriyor yahut sayılarını arttırıyor, kendisini ziyarete gelen çevredeki bedevi reislerine bulduğu eserleri göstererek övünüyor, onların hayretlerini kabartmaktan, ortaya çıkardığı kentin sokaklarında dolaştırmaktan zevk alıyordu. En çok da Tanrı'nın Babil Kulesi'nin yapımı sırasında burada çalışanların dillerini nasıl ayırdığının ve insanların yeryüzüne dağılmamak için kendilerine bir şehir ile tepesi semaya kadar uzanan bir kule yaparak nasıl nam kazanmak istediklerinin öykülerini anlatarak küçük dillerini yutacak raddelere getiriyor, sonra da burada yaşayan çöl hayvanları, yaban köpekleri ve devekuşu yavrularının bu kentte Babilli sihirbazlardan, uzay bilginlerinden, takvim yapıp zamanı ölçen rahiplerden daha uzun saltanat sürdüklerini söyleyerek hayatın geçiciliğinden bahsediyor, gündelik işlerden konuşarak onlarla dostluklar kuruyor, zaman zaman Osmanlı devleti hakkındaki görüşlerini alıyor, Lawrens'in haberlerini takip ediyor ve arada sırada da reislerine altın dolu keseler sunuyordu.

Koldewey'in seyyah Strabo ve Diodor'un kitaplarını tekrar tekrar okuyup Babil hakkında yeni yeni bilgiler aradığı yahut bulduğu eşyalar ve duvarlar ile bu bilgileri örtüştürdüğü gecelerden birinde çadırına altı konuk birden geldi. Bunlar iki yıl evvel Bağdat'ta tanıdığım BC üyeleriydi. Hepsini kendim kadar sabırsız ve heyecanlı gördüm. Paris'te, Londra'da, Roma'da üniversite adları söylüyorlar, tabletleri oradan gelecek yedi ayrı bilim adamına ve arkeologa inceletmekten, üzerindeki çizimleri

¦?

ayrı ayrı çözdürdükten sonra Brüksel veya Cenevre'de kurulacak BUAM'da çalışmalara başlayacaklarından bahsediyorlardı. Ama bir problem vardı; işçilere sezdirmeden tabletleri nasıl çıkaracak ve nasıl sınır dışına götüreceklerdi?

"Tabletler için bunu dert edinmeyiniz saygı değer şövalyeler!" dedi Koldewey, "Bu adamların altından başka düşündükleri yahut tamah ettikleri hiçbir şey yok. Hele tabletler onların umurunda değil!" "O halde altın heykelleri nasıl götüreceğiz?" sorusunu da "Altınlardan hiç haberleri olmayacak ki saygı değer üstad! Üç gün sonra Müslümanların kutsal kurbanlar kesecekleri bayramları gelecek. O zaman bütün işçileri Hille'ye göndereceğiz. Onlar Fuzulî'nin Muhammed peygambere ithaf ettiği şiirlerini okurken, biz de onun L&M'ini okuyor, hazineleri okutuyor olacağız." diye yanıtladı. Çadırın ortasına koyduğu eski bir Babil sunağının üzerine, tulumlara bastırılmış peynirlerden, pastırmalardan, hurma ve yer fıstıklarından avuç avuç koyarken de "Yeter ki siz, üç gün sonra kazma ve kürekleri kuvvetle sallamaya hazırlıklı olun!" diye devam etti gülümseyerek. Çadırın kapısında bekleyen hizmetkârına da soğuşun diye sabahtan Fırat'ın sularında bitmiş palmiye kökleri arasına koy-durttuğu şarap testisini getirmesini söyledi.

O gece önce Babil tanrılarına kurban sunan bilge rahipler gibi dinsel bir ayin yaptılar, ardından da sefil ayyaşlar gibi içip sızdılar.

Çevre köylerin camilerinden kurban bayramı için okunan salalar ve temcitler uzaktan uzağa duyulurken BC üyeleri de çevrede kimse olmadığından emin, îştar tapmağının kapısına ulaşmak üzere kazmalarını vurmaya başladılar, iki gün boyunca lirik mavallar ile kazma sesleri birbirine eşlik etti. Ben hep yanlarındaydım ve daldıkları işten başlarını kaldırıp şu surların dendanlan arasından kendilerini gözetleyen beş kişiyi fark etmelerini istiyordum. Nihayet üçüncü gün Iştar'ın dama

382 I um

taşlarım andıran süslemeli kapısı meydana çıktı. Üstteki mermer kemerde tıpkı Efendim Fuzulî'nin Bağdat ilimler Akademisi kütüphanesini yöneten âmâ Süryani'den alıp medresedeki dut ağacının altına gömdüğü hançerin başlığındaki Siruş kabartması yer alıyordu. Kazma ve kürekleri bırakıp süpürgeler, bez parçaları, demir keskiler ve metal çubuklarla kapıyı tamamen temizlediler. Kapının üzerine kare biçiminde bir şebeke işlenmişti. Şebekenin içinde avuç ayası ölçüsünde birbirinden ayrılmış 7x7 kartuş bulunuyordu ve ilk satırdan itibaren "Akeldan: - lştar ve - Marduk'a - inanmış - efendim. - Si-ruş'un - aşkıyla" diye yazılıydı.

A K E L D A N

1 Ş T A R V E

M A R D U K A

1 N A N M I Ş

E F E N D î M

S I R U ş U N

A ş K I Y L A

Akeldan'in ölürken sırrını emanet ettiği kölesi tarafından mabedin kapısına kazıldığını anladığım bu yazıların, sayfalarım arasına değişik zamanlarda ve farklı mürekkeplerle yazılan rakamların ve harflerin benzerleri olduklarını gördüğümde artık yolun sonuna gelindiğinden iyice emin olarak "Sevgili Leylâ!" dedim içimden, "Yalnızca senin aşkınla yaşayacağım yeni bir hayat başlayacak az sonra! Aç kucağını bana ve derin bir barbarlık içine gömülmekte olan dünyada beni teselli et!"

Koldewey, dördüncü günün sabahında BC üyelerinden sahip oldukları şifreleri istedi ve her birinden aldığı kâğıtları kapı girişindeki sunak taşının üzerine sıra ile koydu. Bunlar, Efendim Fuzulî'nin sayfalarım arasına serpiştirdiği aşk ve gizlilik üzerine yazılmış beyitlerin sıra numaralarını gösteren çivi yazısı rakamlardan yedi ve katları çıkarılarak elde edilmiş yeni

babil'de ölüm istanbul'da a ş k 1 3 8 3

rakamlardı. Koldewey onları birer birer okuyup rakamlarını yeniden hesaplarken ben Leylâ'mın aşkını yeniden bir kere daha yaşamaya başlayacağım umuduyla bahtiyar idim. Hatta eski günler gözlerimin önünde canlanmaya başlamıştı bile. Okuldaki günlerimiz, aşkımızın ortaya çıkışı ve annesinin Leylâ'yı azarlaması, aşk ile çöllere düşmem ve aklımı yitirmem, babam ile Kabe'ye gidişimiz, çevremde ceylanların, aslanların toplanması ve insanlardan uzak hayatımız, Leylâ'nın beni sahralarda ziyarete gelişi, annesinden vasiyetini öğrenmem ve mezarına kapanıp ağlayışım, hepsi daha dün gibi taptaze hatıralar idi. Koldewey sunak taşı üzerinde sayfalarımı çevirirken birden kendimi Nabukadnazar'ın Marduk'a kurban sunma ayinlerinden birinde görüverdim. Kays'ın kaç bin göbek önceki bir atası gibi hissettim kendimi ve Babil Zigguratı gözümün önünde bütün haşmetiyle kendini sergileyiverdi. Çırılçıplak binlerce insan meydanı ve zigguratın teraslarını doldurmuş ellerini gökyüzüne doğru açarak çığlıklar atıyorlardı. Yedinci terasta Nabu-kadnazar, mücevherlerle donatılmış bir kartal başlığıyla göründüğünde, sevinç çığlıklarından duvarlar yıkılacak zannettim. Yanında yedi bilge rahip vardı ve hemen sağ yanında Arşi-ya Akeldan'ı gördüm. Bana ğülümsüyordu ve bütün ömürlerini adayarak ürettikleri bilgilerin kaç bin yıl sonra yeniden dünyayı kuşatmasını seyretmek üzere toplanmış gibiydiler. Birden o yedi bilge rahibi yanımda hissettim. Ne Koldewey ne de öteki BC üyeleri vardı artık. Şimdi lştar tapınağının kapısında sırma nakışlı cübbeleri, değerli taşlar hakkedilmiş keçe başlıkları ile birbirlerini selamlayan yedi bilge rahip duruyordu ve sanki aradan hiç zaman akmamış, dün gece kapattıkları kapıyı yeniden açmak üzere sabah olup toplanmış gibiydiler. Kapının üzerine uzanan elin Koldewey'e ait olduğunu düşünmek bile istemedim; sanki kapının dama şebekelerine benzeyen, el ayası genişliğindeki tuşları üzerine Akeldan bizzat kendisi parmağını bastırıyor ve bunu ezbere bildiği bir iş gibi yaparak kendisini bize göstermek istiyordu. Dokunulan her tuş birkaç saniye

3 84

içinde biraz içeriye giriyor ve kapı eşiğine bir avuç ince kum akmaya başlıyordu. Akeldan'ın parmakları, kartuştaki rakamlar ve harflere, tıpkı Siruş başlıklı hançerin kabzasına Efendim Fuzulî'nin matara kayışını sarar gibi sıra ile dokunuyordu. Harflerin olduğu kartuşlara dokunuldukça sırasıyla yedi notanın tınıları kaplıyordu loş koridorları. BC üyelerenin şifre sistemindeki kriptoyu çözmüş olduklarını ve Koldewey'in onları doğru tuş-ladığını o yedi notanın sırasıyla duyulmasından anladım. Akeldan'ın aynı zamanda bir müzisyen olduğunu hiç umut etmezdim ve adı sonradan konulsa bile notaların o zamanlarda bilindiğini de düşünemezdim. Koldewey, AKELDAN adını yatay tuşlarken, Efendim Fuzulî'nin beyitlerime yerleştirdiği rakamlar adedince de dikey tuşlara basıyordu. Böylece oniki kartuşu (Efendim Fuzulî iki rakamı sıfırla şifrelemişti) tuşladığmda bütün BC üyelerini ürperten bir arganon sesine, ortalığı toza dumana boğan bir gürültü karıştı ve kaç bin yıllık mermer kapı büyük bir gürültü ile aralanıverdi. BC üyelerinin heyecandan dilleri tutulmuş gibiydi. Kolay değildi, onbinlerce yıllık bir dünyanın kapısıydı aralanan. ,

Kapının gürültülü sesinden surların üzerinde bekleyen beş kişinin de heyecanlandıklarını hissettim. Koldewey, merakla birbirlerine bakan arkadaşlarına, "Düğün gecesi!" diye sevincini gösterdi ve tozların dağılmasını beklemeye başladılar. Şu dünyada böyle bir heyecanı kaç fani yaşamıştır acaba diye düşündüm önce ve "Hiçbir sürpriz, binlerce yılın gizemine açılan bu mermer kapı kadar heyecan verici olamaz!" diye geçirdim içimden.

Tarihin bütün hasarını özümseyen kapının bir insan geçebilecek kadar aralanması için yedi kişinin tam üç saat uğraşması gerekti. Binlerce yılın gizemi kadar yıkıntı ve harabeleri de olacaktı elbette, içerisi karanlıktı ve soğuktu. Beraberlerinde getirdikleri meşaleleri yakıp da korkak adımlarla narteksi geçtiklerinde geniş bir hol ve bu hole açılan yedi kapı gördüler. Burası Iştar tapınağının ayin salonu idi ve kapılar da sırasıyla yedi

babü'de ölüm istanbul'da a ş k I 3 8 5

rahibin odalarına açılmaktaydı. Yazık ki kapılardan hiçbirisi yerinden oynamıyordu. Ellerindeki kazma küreklerle kapıları açmanın mümkün olmadığına inandıklarında gece iyiden iyiye ilerlemiş, hepsi yorgunluktan yere yığılmak üzereydiler. Zamanlarının azaldığını, ertesi gün Hilleli işçilerin bayramı bitirip çalışmaya geleceklerini düşündükçe dinlenmeye vakitlerinin olmadığını anlıyorlar, telaşlan bir kat daha artıyordu. Arkeolog olan Koldewey idi ve herkes onun bir çözüm getirmesini bekliyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde meşalelerine yağ ve katran ilave edip yeniden çalışmaya başladılar. Bu sefer kapıların üzerinde herhangi bir işaret olup olmadığını aramaya, boşluk olup olmadığını çekiçlerle vurarak anlamaya çalıştılar. Sevinçleri gittikçe moral bozucu bir sinir harbine dönmüştü. Hepsi burnundan solumaktaydılar. Artık birbirlerine karşı ses tonlarını da yükseltmeye başlamışlardı ki çekiçlerden birinin darbesi üçüncü kapının üzerindeki sıvayı döktü. Ortaya çıkan boşlukta bir yuva vardı. Siruş başlıklı hançerin girebileceği bir yatak idi bu. Ellerindeki bezlerle yatağı temizleyip hançeri haznesine koyduklarında kapı kendiliğinden açılıverdi.

BC üyeleri yüzyıllarca suren çalışmalarının, çağlar boyu elden ele devredilen mistik malzemenin ve zihinden zihine aktarılan ideallerin meyvelerini devşirmek üzere olduklarını düşünüp önce tanrıya şükrettiler. Bilimin ve dünyanın geleceğini bu kapının arkasındaki tabletler şekillendirecekti. Ve acaba önceki BC üyelerinden tevatür yoluyla öğrendikleri bu tabletler neye benziyorlardı; ağırlıkları, hacimleri, biçimleri nasıldı?

"Yüce üstad! Gelinimizin yüz görümlüğü şerefi sizin olmalı, buyurunuz!" diye yol gösterdi Koldewey. Eline meşaleyi alan bu Yahudi, sinirlerine hakim olmaya çalışan yedi kişi arasındaki en az konuşup en çok düşünen adamdı. Cin gibi biri olduğu gözlerinden belliydi.

Kapısı açılan Arşiya Akeldan'ın odasında her şey yerli yerinde duruyordu. Yüzyıllar bu tapınağı önce yıkmış, sonra üzerini

386

I L*M

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 3 8 7

tabaka tabaka toprakla örtmüş ama içini hiç değiştirmemişti. Ayin sırasında kullandığı başlık ve cübbe, beline kuşandığı sırma zünnar, duvarlarda ejder, aslan, kartal, karakuş ve kanatlı bebekler biçiminde çizilmiş tanrı tasvirleri, gümüş topuzlu bir asa ve daha pek çok eşya oradakilere bu odanın sanki daha dün terk edildiği hissini veriyordu. Gördükleri her eşyaya hayretle bakmakla birlikte bu yedi adamın gözleri elbette başka şeyler arıyordu: Çivi yazılı tabletler. Odanın görünen kısmında tablete benzer bir eşyaya rastlayamadılar. Yan duvarlardaki iki dolaptan birini açtıklarında bunun bir gizli geçit olduğunu keşfettiler. Burası Akeldan'm ayin için giyindiği özel odası olmalıydı. 3x3 ebatındaki odanın zemini, dolapları ve rafları sıra sıra dizilmiş irili ufaklı yüzlerce heykelle doluydu.. Bunca yıl saraylarda, kralların harem dairelerinde ve özel hazinelerinde bulundum, ama ben hiç bu küçük odadaki heykeller kadar kıymetli hazineyi bir arada görmemiştim. BC üyelerinden defalarca dinlediğim ilah heykelleriydi bunlar. BUAM'ın yeniden kurulması için kullanılacak olan muhteşem hazine idi. Yarım metre boyundaki heykeller içinde şu som altından olan aslan, tanrı Şamas'ın tasviri olmalıydı. Gümüş bir külçeden ibaret olan şu büyük ayna Sin, mavi firuzeden yontulma ejder Nebo, pembe yakut külçeleriyle temsil edilen kartal Nergul, erguvanî taşlar kakılmış altın heykel Marduk ve kapkara bir elmastan yekpare yontulmuş yılan başı da Ninip'in temsilleri olmalıydı. Süt rengi gövdesine kehribarların hakke-dildiği insan başlı at da tanrı Iştar'ın yeryüzündeki temsilcisiydi mutlaka.

BC üyeleri bunca hazine karşısında bayılacak derecelere geldiler. Birini bırakıp diğerini seviyorlar, hepsini ayrı ayrı ok-şuyorlar, seviniyorlar, şakalar yapıyorlar, kendilerini kaybediyorlardı. Üstad "Değerli dostlarım. Gün ışımadan bunları taşımamız gerek. Yoksa yarın yalnızca bunları değil canlarımızı ve BUAM hayallerimizi de kaybedeceğiz. Tabletleri aramayı sonraya bırakalım, nasıl olsa tabletler bedevilerin işlerine

•i

yaramaz." dediğinde gerçekten dona kaldım. Üstelik bu yedi asil adamdan hiçbiri ona itiraz etmemişler, tabletleri altınlardan önce düşüneceklerine dair ettikleri BC yeminine sadakat göstermemişlerdi.

* * *

Tapınaktan ilk çıkan üyenin alacakaranlıkta gözlerine yansıyan son görüntü, yüzü mumya gibi sarılı bir adamın hırs dolu bakışlarıydı. Babil ilahlarını binlerce yıl sonra gün ışığıyla birlikte hiç tanımadıkları kurşunlar da karşılamıştı. Ve ertesi gün Hille'den gelen işçiler, Koldewey'in iki misafirini neden öldürdüğünü, geldiklerini duydukları diğer dördünün nerede olduklarını ve kendisinin de neden yaralandığını merak ettilerse de bunu sormaya cesaret edemediler. Yalnızca bu iki cesetten bölge valisinin haberinin olmaması gerektiğine, aksi takdirde buraya kolluk güçleri gelirse kazıyı durduracakları için işsiz kalacaklarına dair bir vaaz dinlediler.

Ben Kays, Efendim Fuzulî'nin kölesi, her şeyi gördüm. Yalnızca, Babil ilahlarının heykellerini çalan gizli servis örgütünün kimler olduğunu ve heykellerin hangi ülkeye gittiğini bilemedim, o kadar. Eğer Leylâ'mın aşk yolculuğu sona ermez, sırrını taşıdığım hazine gibi bir yerlerde darmadağın edilmezsem ve yine yolum kralların saraylanna yahut müzelere uğrarsa, bu gece Iştar tapınağında gördüğüm heykelleri elbet bir gün tanıyıp sizi meraktan kurtarırım.

Osmanlı hükümetinin valisi gelip de her şeye el koyduğu günlerdeydi, Koldewey'in tedavisi sürerken îştar tapınağına ilk giren kişi, tapınağa kimseyi sokmamak için tayin edilen muhafız oldu. Sonra dostları, ardından rüşvet veren yerliler ve nihayet işçilerin birkaç gün içinde kurdukları bir çıkar çetesi. Koldewey cinayetler gecesinde Siruş başlı hançeri de hazineye ait altm heykeller gibi gizli servis ajanlarına kaptırdığı

388

babil'de ölür

istanbul'da a s. k I 3 8 9

için iyileşince diğer kapıları nasıl açabileceğinin çarelerini düşünüyordu. Siruş başlı hançerin yuvası boş olduğu müddetçe diğer altı kapının hiçbiri açılamayacaktı çünkü. "Tabletler hazineden daha önemli!" diyordu kendi kendine. BC'nin uzun kolları nasıl olsa hırsızlara cezalarını verir, heykelleri geri alırdı. Hem hazineyi almasa bile BC için paranın o kadar da önemi yoktu. Dünyanın yirminci yüzyılının ipleri nasıl olsa onların elinde olacaktı. Bunun için siyasi güçleri ve gizli bilgileri yönlendirmek yeterdi. Şimdi ona düşen görev, gelinleri uygun damatlarla evlendirmekti.

Bir hafta sonra ayağa kalkabilir duruma geldiğinde zihninde karabasanlar gibi dolaşan bütün düşüncelerinin boşuna olduğunu gördü. îştar tapınağının bütün odalarının kapıları balyozlarla kırılmış, bütün eşyalar boşaltılmıştı. Aradığı tabletleri ortadaki odanın döşemesinde un ufak edilmiş olarak buldu, öyle küçük parçalar halindeydiler ki, bir daha birleştirilmeleri mümkün görülmüyordu. Eline aldığı her parçanın üzerinde bir yıldız konumu, bir çizim, bir işaret, bir harf, bir rakam vardı ama hangisi hangisinin parçasıydı ve hangisi diğerinin devamıydı anlayamadı. BC'nin gözyaşlarını ilk o zaman gördüm. Dünyanın her yerinde hükmü geçen bir adamın da dayak altında kalmış çocuklar gibi yere kapaklanarak çığlık çığlığa ağlaması bana çok dokundu. Konuşabiliyor olsaydım, ona önce güvendiği muhafızın kendisine ihanet ettiğini, ertesi akşamlarda altın hırsının insanlara neler yaptırdığını, içerden eşyalarla çıkan hırsızları başka hırsız çetelerinin yollarda soyduklarını, açtıkları küçücük deliklerden karanlık odalara girerken tehlikelere aldırış etmeyen bu açgözlü fellahların birbirleriyle daha odada kavgaya tutuştuklarını, Babil bilgelerine ait eşyaların ve bu arada Arşiya Akeldan'ın giysilerinin hırsızlar arasında nasıl ucuz fiyatlara alınıp satıldığını, bazen binlerce yıl öncesine ait bir aşkın, bir hatıranın, bir tarihin nasıl ucuzlayabileceğini, adeta sonraki nesillere kafa yoracak bilmeceler bırakmak üzere yarışan bu cahil adamların asla Efendim Fuzulî'nin torunlarından

olamayacaklarını ve nihayet tabletleri ilk bulan adamın bunların içinde mücevherler, pırlantalar, yakutlar saklıdır diyerek onları nasıl duvarlara vurarak, çekiçlerle döverek parçaladığını, BUAM'ın binyıllara uzanan emeklerinin birkaç altın parçası için nasıl feda edildiğini ve daha pek çok şeyi anlatarak teselli etmek isterdim. Benim için Leylâ ne ise bu adam için tabletlerin o olduğunu biliyordum. Aradaki tek fark, benim aşkımın gönlümden, onun aşkının aklından fışkırıyor olmasıydı. Benim aşkım insanı, onun aşkı dünyayı kurtarmak üzere büyümüştü içimizde. Benim için en gerçek şey Leylâ, onun için BUAM idi. Yazık ki ne ben Leylâ'yı bulabiliyorum... Leylâaa!..

390

babil'de ölüm istanbul'da a. ş k I 3 9 1

İlim kesbiylepâye-i rif'at Bir hayâl-i muhal imiş ancak Aşk imiş her ne var âlemde tlim bir kıyl ü kâl imiş ancak

Fuzulî

Bilimsel çalışmalar yaparak yüce makamlara erişmek, asla olmayacak bir hayal imiş... Dünyada her şey aşktan ibaret-/niş; bilim ise yalnızca kuru bir dedikodu...

XXX

Bu, Gözümde Nem, Gönlümde "L&M"dir

• Kays adını kim verdi bana, bilmiyorum; peki ya kim bana

öğretti aşkı, bilmiyorum. Efendim Fuzulî'nin kölesiyim ben ve dörtyüz ellinci yaş günümden bu yana hep aynı yerde ayağı bağlı olarak bekliyorum. Zahirde beni yıpranmaktan, pörsü-mekten, yok olmaktan kurtarmak için ta doğduğum zamanların içine, Kanun Koyucu hükümdarın ve Rukâl'in hatıralarının arasına koydular, ama gerçekte ciğerlerini kurtlar kemiren, yaraları su toplamış bir mahkum gibi ışıksız ve havasız hücrelere attılar. Ben, sisli soğukların İskandinavya'sından, buz tutmuş ırmakların Rusya'sından, loş ve rutubetli şatoların Fransa ve italya'sından, parlak yıldızlı gecelerin Bağdat çöllerinden ta kutsal toprakların ötesindeki kulübelere kadar her yerde, altın parıltısıyla gözler kamaştıran istanbul'u özlemle hayal ederken acaba şimdiki hapisliğimi mi özlüyordum, bilmiyorum. Sokaklarında son kez gezdiğimde, bu kentin, hatıralarımı taşıyan eski

r

J

zarafetinden bir iz kalmadığını görmüştüm. Gerçi ne Kievli Rus prensleri, ne Venedikli doçlar, ne Notre Dam'in rahipleri, ne Sicilya Norman kralları, ne ispanyol denizcileri ve ne de Portekiz tüccarları bu kenti benim özlediğim gibi özlemiyordur ama elimde değil, çıkıp havasını teneffüs edemiyorum ki!... Vatanın tam bağ-rındayım ama gurbet içimde durmadan büyüyen bir acı. Bir şehrin içindeyken ona hasret çekmenin ne olduğunu belki de bilmezsiniz siz. Ben bu şehre işte böyle hasretim. Bu şehir benim için biraz Rukâl demektir çünkü, biraz Huri demektir... Ama mutlaka Leylâ demektir... Bin kere Leylâ demektir...

Bu şehrin benim Leylâ'm olduğunu, bulunduğum hücredeki soğuk rafa konulunca anladım. Onca acıya, onca eziyete rağmen kendimi buraya ait hissedişim bundan. Hille uzak hatıralarımın kasabası, ama istanbul aşklarımı büyüttüğüm kent.

istanbul benim ezelden yârim idi; hâlâ da öyledir. Ne ki şimdi onun yedi tepesinden birinde, Süleymaniye Kütüpha-nesi'nde, sayfa kenarlarımda felaketlerin, yangınların, sahip-lerimce önemli görülen tarihlerin, doğum ve ölümlerin anıları kadar karın ağrısına, cinsel gücü arttıracak macun formüllerine, erkek çocuk doğurmak isteyen taze gelinlerin egzersizlerine varasiyaxkadar bir yığın lüzumsuz ve boş notlar taşıyarak; halk hikâyeleri, Kesikbaş destanları, Binbir Gece Masalları, alegorik aşk mesnevileri, tasavvuf ve bilim risaleleri, medrese ders kitapları, tefsirler, fıkıh ve hadis külliyatları ve daha pek çok konuda onbinlerce mahkum gibi alnıma rakamla yazdıkları demirbaş numarasını ad olarak taşıyarak, soğuk, rutubetli ve yalnız günlerimde beni ziyaret edecek bir dost bekliyorum. Ama hiç kimse gelmiyor ziyaretime. Efendim Fuzulî'yi de, Babil Uzay Araştırmaları Merkezi'ni veya Ar-şiya Akeldan'ı da hatırlayan yok artık. Hatta arka kapağımın iç yüzünde yazılı bulunan "Bu kitabı Şengül Hamamı yakınında oturan Takkeci Hüseyin Çelebi 1055 yılı Ramazan'mda, onbeş

39 2U.M

günlüğüne üç altına kiralayıp okumuştur. Bundan sonra okuyan canlar duadan unutmaya." notunu da kimse okuyamıyor. Acaba ben mi bir hata yaptım, yoksa Efendim'in torunları mı çok vefasız oldular, anlayamıyorum.

Ben Kays. Leylâ'nın ezeli âşıkı. Bütün âşıkların özendiği Mecnûn yani. Efendim Fuzulî'nin kölesi Mecnûn...

Leylâ'mı bulamadım. Burada kaldığım müddetçe ne aşkımdan, ne de Leylâ'dan kimseciklerin haberi olmayacak üs- J telik. Şimdiki insanlar Leylâ'mın adını biliyorlar, hatta beni , de tanıyorlar, ama öykümü merak etmiyorlar hiç. Arada sırada bir delikanlı benim kılığıma, bir genç kız da Leylâ'nın kimliğine bürünüp aşkımızı taklit ediyorlarmış, adına sahne oyunu diyerâk.

Ben Kays, Efendim Fuzulî'nin kölesi. Arada sırada öykümü yazan birkaç kişi de olmasa....

\Jökkubbenin altında insanın ruhunu soyan kötülükler ve giyindiren aşklar adına...

Doğu ak ejder yılında başladı yirmi üç bin yıllık gizem...

Uzayın sonsuzluğuna açılan kapıyı keşfe çıkmış bilge rahipler, uğruna topluca can verdikleri bir sırrın, binlerce yıl sonra, bir şair tarafından aşkın derin katmanlarına saklanarak korunacağını bilselerdi...

Siruş başlıklı murassa hançerin kabzasına parmak izlerini bırakanlar, daha avuçlarının sıcaklığı gitmeden hançer kınında kan biriktiğini bilselerdi...

Bağdat, İstanbul, Roma, Paris ve diğerleri; kıyılarına vuran yeni aşkın, bütün eski tarihlerini dolduracak yoğunlukta olduğunu bilselerdi...

Bilgeler, katiller, asiller ve sevgililer; ellerinde tuttukları kitabın alev almaya hazır bir aşk külçesine dönüşmek üzere olduğunu bilselerdi...

Şair, ipeksi dizeleri arasına hayaller gibi sakladığı şifrelerin hoyrat ellerde ihtirasla parçalandığını, sonsuzluk şarabına kadeh yaptığı gelincik yapraklarının kinle dağıtıldığını bilseydi...

Ve şimdi kim bilebilir neler olacağını, Babil uyandığı zaman?!..