11 Ocak 2012 Çarşamba

İstanbulda Aşk Babilde Ölüm-İskender Pala

Bu, İğneyle Kuyu Kazdığım ve L&M'i Niçin Yazdığımdır

Bize kalırsa aşkı tanımayan bir okuyucu bu kitabı hiç okumamalıdır. Çünkü bir yazıcı, aşk konusunda istediği kadar deneyimli olsun ve inandırıcı şeyler söylesin, kitabının konusu herkesin can sıkıcı bulduğu acılar, hasretler ve ayrılıklar ise, hele de adını Elem koymuşsa, söylediklerinin aşka dair merak edilen şeyler olduğuna ve ilginç şeyler söyleyeceğine kolay kolay kimseyi inandıramaz, bunu bilirim. İşte o yüzden, batı odasının nakışlı tavanı altında Leylâ ile Mecnûn'un öyküsünü anlattığım o uzun gecede, bana böyle bir kitap yazmam konusunda ısrar eden dostlarıma çok kereler "Böyle bir öykü yalnızca elemi anlatacağı için şimdiki insanlara çok da çekici gelmeyecektir." diye söyledim. Çünkü elem, kadim zamanlardan bu yana yaşanmış ve yaşanacak bir düşünce ile eylemin karışımıydı -siz buna hayal ile gerçeğin, yahut edebiyat ile tarihin de diyebilirsiniz -ve bundan heyecanlı bir serüven çıkartabilmek, günümüz için zor görünüyordu.

6 UM

Ertesi akşam bir rüya gördüm. Iştar tapınağının Babil zig-guratına bakan penceresi önünde bilge rahip Akeldan, bana kendi zamanında olup biten her şeyi, ama her şeyi anlattı ve çıldırtıcı güzellikteki altın ilah heykelleri arasında çivi yazısıyla kazınmış yedi tablet gösterip "Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır." dedi. "Bu sırları bana öğretmekle cevheri madene çevirseniz, damlaya deniz yükleseniz!" dedim. "Bilmek, yanmaktır!" karşılığını verdi ve "Eğer aşkı öğrenmek istersen önce elemi yaşamalısın. Fuzulî'nin aşk kitabını incelersen eğer, onun yolunu yordamını da keşfedebilirsin!" demeyi de ihmal etmedi. Sonraki günlerde Fuzulî'nin eleme dair dizelerinin bulunduğu kitabını Akeldan'in anlattıklarıyla yorumlayarak yeniden okudum. Olup biteni iyi anlayabilmek için tarih yazmalarını karıştırdım uzun zaman ve eski aşkları hayallerle giyindirdim. Aşkın derinliklerinde uzaya açılan yüksek kapının sırlarını gördüğümde de tarihin koridorlarında tanık olduğum serüvenleri okuyucuyla paylaşmak geldi içimden.

Bir kitapta yazarın ilk yazdığı değil, okuyanın son söylediği cümle önemlidir muhakkak. Kitapların ve* yazarların değişmez kaderidir bu. Bunca didinmelerim ve iğneyle kuyu kazmalarım, o son sözü doğru söylemek içindir.

Doğu, ak, erkek ejder yılıydı. Güz rüzgârlarında, divitimi yakut hokkaya bandırıp bu öyküyü yazmaya başladım. Ve Fuzulî'nin dizelerinde bir aşk oluverdi yirmiüç bin yıllık gizem...

I

Ne içindeyim zamanın Ne de büsbütün dışında Yekpare, geniş bir ânın Parçalanmaz akışında

A. H. Tanpınar

Bu, Öykümüzün Başlangıcıdır Sevinç İçinde Büyüyen İlk Acıdır

ilimler Akademisi'nin antik çağ bazilikalarından bozma kütüphanesinin kalın duvarlarından sızan ışıklara Dicle'nin serin rüzgârlarıyla birlikte top sesleri de karışmaya başladığında kalbi duracak gibi olmuştu. Onca dil dökmeleri ve övgü dolu şiirleri karşılığında âmâ ve kambur kütüphane memurunun mahzenden çıkarıp getirdiği yasak ciltleri kendisine vermeden, dışarıdaki def sesleri ve sevinç çığlıklarının cazibesine kapılıp halkın akın ettiği surlara gitmesinden değil, kentin üzerine sinmeye başlayan değişiklikten ürkerek kendisini dışarı çıkarıp kütüphane kapılarını kilitlemesinden korkuyordu. Neyse ki Keldani ve Asur tarihi uzmanı bu yetmişlik Süryanî memur, Osmanlı hakanı Kanun Koyucu Süleyman'ın Bağdat'a giriyor oluşundan pek heyecanlanmamış ve kesik kesik öksürerek yalnızca "Olacak olan olur; beklenen gelir. Bugün doğan yarın elbet ölür." diye mırıldanarak sormuştu:

3k*M

"Ciltleri istiyor musunuz, yoksa gidip siz de Basralı hurma tüccarları gibi sultanın at koşumlarını mı seyredeceksiniz?"

Elli yaşlarındaki Hilleli Mehmed Efendi için gerçekten zor bir soru oldu bu. Acaba o da pek çokları gibi sultanın kente girişini seyretmeli miydi? Kütüphaneci sormasa böyle bir istek doğmayacaktı belki içinde. Şimdi gönlü, duyduğu top seslerinin Bağdat'a kazandıracağı yeni çehrenin seyretmeye değer bir manzara olacağını hissediyor, öte yandan zihni, harabeleri arasında çocukluk aşkını yitirdiği Babil tapınağı ve asma bahçelerinde yazılmış satırların gizemli dünyasında düşsel gezintilerin ihtirasıyla yanıyordu. Bir an, kütüphanecinin hızlanan kalp atışlarını duyacağını ve zihni ile gönlü arasındaki ikilemin alnına çizdiği kırışıklıkları göreceğini zannetti.

"Ciltler!" deyiverdi.

Sanki görüyormuş gibi elindeki ciltbentleri ocağın yanındaki şilteye bırakıp kapıyı içerden kilitlemek üzere emin adımlarla uzaklaşırken kütüphaneci, "O halde!" dedi, "Güneş şu pencereden içeriye giresiye kadar çalış, sultanın askerleri buraya el koymak için ancak o zaman gelebilirler." Bunları söylerken eliyle kubbenin altındaki vitraylı pencerelerden birini işaret ediyor ve başını, sanki bastığı yerlere bakıyormuş gibi önünden ayırmıyordu.

Mehmed Efendi'nin heyecan ve aceleyle kaytanlarını çözdüğü ilk deri ciltbent, at cambazlarının taşıdıkları çantalara benziyordu ve içinden bazı parşömenler çıkmıştı. Bunlar MjS. 70 yılında Kudüs yağmalanırken şehri terk etmek zorunda kalan ilk dönem Hıristiyan rahiplerinin büyük küpler içine koydukları tomarlara benziyorlardı ve Mehmed Efendi'nin bilmediği bir alfabe ile yazılmışlardı. "Herhalde" dedi içinden, "Bu kör kütüphaneci yanlış sandıktaki ciltleri alıp getirdi. Yahut sırayı bir eksik saydı." Tomarların hepsi aynı türdendi ve üzerlerinde İsa'yı çarmıhta ve Meryem'in kucağında gösteren tasvirler vardı. Mehmed Efendi tomarları cilde koyup ağzını bağlarken elinde tuttuğu deri parçalarında çölün tam orta yerinde yaşayan

babil'de ölüm istanbul'da aşk[9

keşişlerin ibranî ve Aramî harflerle yazdıkları 100 kadar logia olduğunu bilseydi, büyük olasılıkla hayatının geri kalanında tıp veya şiirle değil de teolojiyle uğraşır, kutsal iki ırmak arasındaki antikiteleri çözmeyi denerdi. Hele Aziz Augustin'in Ostia'da satın aldığı balığın sarıldığı parşömeni elinde tuttuğunu ve üzerindeki cümlelerin de Aziz Thomas îndli'nden alınan gizemli ayetler olduğunu bilseydi...

İkinci ciltbent istiflenmiş meşin kartuşlarla doluydu. Her kartuşun içinde çuvaldızla dikilmiş 20-24 sayfalık risaleler ve bazı sayfalarında toprak boya ile çizilmiş çıplak kadın ve erkek tas-virleriyle insan anatomisine ilişkin çizimler, ilaç yapımında kullanılan ilkel damıtıcılar, taslar, sürahi ve potalar, dizi dizi ilaç tüpleri, çeşitli bitkilerin yapraklarından kesitler, kök lifleri, değişik kuş ve böcek çizimleri yer alıyordu. Evet, aradığı bilgilerden bazıları bunlardı; kütüphaneci bunları olsun yanlış getirmemişti. Üzerindeki ecnebi alfabelerin altına birileri tarafından Arap diliyle yazılan küçük açıklamaları okumaya başlayınca elindeki hazine daha da dikkatini çekmeye başlamıştı: "Potelamaus So-ter'in iskenderiye Kütüphanesi bilginlerine çizdirdiği maraz-ı humma risalesi", "tbn Sina'nın ana rahminde ceninin nasıl yaşadığına dair eş-Şifa risalesi", "Serapium'da bitki köklerinden elde edilen şuruplar ve tedavi usulleri risalesi", "Eflatûn-ı Uahî'nin ruh ve ölüm risalesi"... Bunlar tam bin yıl önce Roma başpiskoposu ile papaz ve rahiplerin, "Burada Tanrı'nin işine ortak olunuyor!" diyerek yaktırdıkları iskenderiye Kütüphanesi'nden kaçırılan kitaplar ile daha sonra islam bilimcilerinin hazırladıkları tıp ve felsefe yazmalarının fasikülleriydi.

Son ciltbentte yalnızca iki kitap vardı. Bunlardan biri at ehlileştirme ve yetiştirmekten, çöl hayvanları ile develerin hastalıkları ve tedavilerinden bahsediyor; diğeri de Bağdat'ın tarihçesi ile Kırk Haramilerin ve ünlü kervan soygunlarının öykülerini anlatıyordu. Bunun sonunda Binbir Gece Masalları'ndan bir bölüm de yer almaktaydı ve hepsi o bölgelerde sıklıkla kullanılan Mısır çıkışlı firavun kâğıdına yazılmışlardı.

1 O I um

Hilleli Mehmed Efendi isim isim hangi rafın kaçıncı bölmesinde ne tür kitapların bulunduğunu ezbere bilen bu âmâ kütüphaneciye aradığı kitaplardan bazılarının bunlar olmadığını, büyük olasılıkla yanlış rafa baktığını söyleyecekti ki, onun bu ciltbentleri sandıklardan binbir güçlükle çıkardığını ve dışarıdan gelen seslere bakılırsa Kanun Koyucu'nun bostancı ağalarının kapıyı çalmalarının an meselesi olduğunu düşünerek fikrinden vazgeçti, ikinci ciltbendin tomarını yeniden açıp ileride yazmayı planladığı Sağlık ve Hastalık adlı Farsça eser için eski hekimlerin tedavi yöntemlerini araştırmaya, sayfalardaki anatomik insan tasvirlerini tek tek inceleyip kopya etmeye başladı. Her hareketinin kör kütüphaneci tarafından dinlenildiğini ve sayfayı biraz sert çevirecek olsa adamın kasden öksürdüğünü, bu tavırlarıyla görevini, gözlerini okuyucudan ayırmayan bir bekçiden daha fazla yaptığını düşünerek risalelerden birini koynuna koyup götürme düşüncesinden utandı. Çünkü elindeki kitap iskenderiye Kütüphanesi'nin en eski damgasını taşıyordu. Silindir biçimli seramiklere kazılıp kâğıt üzerinde yuvarlanarak basılan bu damgayı dikkatlice incelediğinde Roma devletini imparatorluğa dönüştüren Ceasar'ın, Yombe'yi takip ve mağlup ederek iskenderiye'ye vardığı sırada çıkan ayaklanmada Kleopatra'nın umarsız tavırları yüzünden yanan o ilk kütüphaneye ait olduğunu gördü. "Tisegor ve Tales nâm filozofların tartışmaları risalesi' ha!.. Keşke bu alfabeyi okuyabiliyor olsaydım!.." Kitabın sayfalarını çevirirken "iyi de..." dedi kendi kendisine "...bu kitap, bilim tarihini yeniden başlamak zorunda bırakan o yangından nasıl kurtulmuş acaba?" ve cevabı bulmakta gecikmedi "Yangından sonra Marcus Antonius'un Bergama'dan getirttiği ikiyüz bin kitaptan biri olmalı!" Fuzulî Mehmed Bey elindeki kitabı nazenin bir sevgili gibi sevmeye başladı ve tarihi eskiten o uzun ve muhteşem zamanın tozlarını avuçlarının içinde yavaş yavaş, haz duyarak okşadı, kokladı, seyretti...

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 1

r

Şehrin bütün minarelerinden okunmaya başlayan fetih kasideleri, sultanın, topraklarına kattığı yeni kente girmek üzere olduğunu gösteriyordu. Bu sevince ortak olmak için Süryani ve Rum kiliselerinin zangoçları da, çan seslerini yarıştırırcası-na var güçleriyle asılıyorlardı zincirlere. Doğu yakasının Yahudileri de dahil olmak üzere herkes Dicle kenarlarına, Mansur mabedi, Tak-ı Kisra, Zübeyde Türbesi, Mustansıriye derslikleri meydanlarına toplanmış, uzunca süredir Şah Tahmasb ve

1 2 um

babil'de ölüm istanbul'da aşk[13

Safevîler'in devam eden adaletsiz yönetimine son verilmiş olmasının abartılı coşkusunu yaşıyordu. Her zaman böyle olurdu; yeni bir hakimiyet, eski hâkimlerin öncelikle kendi hükümlerindeki insanlar tarafından dışlanmasını ve acımasızca eleştirileri beraberinde getirirdi. Şehrin dün yerlisi olanlar, bugün yeni ele geçirilmiş bir kente girmiş gibi davranıyorlar ve akın akın sokaklara, meydanlara yığılarak Tahmasb'a lanetler okuyan küfürler, Osmanlı sultanına da, kırk yıldır tanıyorlarmışça-sına övgüler yağdıran korolar oluşturuyorlardı. Asıl kalabalıklar ise Şii Bağdat'ta Sünniliğin merkezi konumundaki Imam-ı Azam türbesi çevresinde birikmişti. Buradan Dicle'nin doğu yakasına, Tebriz Kapısı girişine doğru, sultanın bağışlayacağı altınlardan pay alabilmek hevesiyle sıra sıra dizilen dilenciler de dahil her düzeyden insan yer alıyor ve sultana dua ediyormuş gibi birtakım kalıp sloganları bağırışıyorlardı. Vali Tekelü Han'ın, İbrahim Paşa'ya kenti tesliminden sonra bu kalabalıklar gittikçe artmış ve geceyi de orada coşkulu eğlenceler düzenleyerek geçirmeye başlamışlardı. Geceleri meydanlarda sa-bahlayanların çoğu yağma için koyun tuza, kurt koyuna seğir-dir gibi şehre gelmiş bedeviler, suçlular ve kaçaklar idiler. Ne var ki yeniçeri ağası bir müfreze asker ile surların dört kapısını da tutmuş ve "Sözümden dışarı taş koparanın başını koparırım!" diye dellallar çığırtmış, bunların da elleri böğürlerinde kalakalmıştı. Şimdiki homurtuları ve Kanun Koyucu hakkında düzdükleri övgülerin gitgide azalmasının nedeni buydu.

Dicle vadisini dolduran hurma fidanları onbir pare top sesiyle sarsıldığında, kentin uğultulu kalabalıkları bir kez daha dalgalandı. Kanun Koyucu şehre giriyordu. Bu, seven ile sevilenin kavuşması gibi bir şeydi. Sultan, aşk efsanesindeki Şirin için mimar Ferhad'ın yaptığı Kasr-ı Şirin'den yola çıkmış ibrahim Paşa'nın bayraktan Cafer Bey'den kale anahtarlarını teslim alarak kendisine 500 altın ile bir kürk bağışladıktan sonra, bir insana saldıran iki canavar rölyefiyle bir kat daha heybet kazanan

-f

tılsımlı Halep Kapısı önüne doğru ilerliyordu. Şu anda onun merasim çavuşları, beyleri, solakları, peykleri ve kumandanlan arasında rahvan yürütülen küheylanı üzerindeki güven verici asaletini görenler ona neden Muhteşem Süleyman denildiğini kolayca anlayabilirlerdi. Bu adam eski Roma ilahlarıyla savaşmak için yaratılmış gibiydi. Girdiği kapının iki yanındaki tunç topların üç kantarlık taş gülleleri onun elinde bir topuz olabilirdi ancak.

Sevinç çığlıkları Akademi Kütüphanesi'nin dış avlusuna ulaştığında, kulaklarıyla görmek istercesine dışarıyı dinleyen Süryani memur, Hilleli Mehmed'in önündeki kitapları alıp sandıklarına kilitlemek üzere götürdü. Geri döndüğünde elinde murassa bir hançer vardı. Kabzası çift boynuzlu ve çatal dilli bir yılan başı biçiminde dökülmüş bir hançerdi bu. Zümrüt ve yeşim taşlar hakkedilmiş kınından sıyırıp sanki yalın yüzü üzerinde yazılı bir cümleyi Hilleli Mehmed Efendi'ye okur gibi "Ölmesini bilenler için hançer hayat demektir; ve aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır, ona sahip olan dünyaya hakim olur." dedi sözcükleri ayrı ayrı vurgulayarak. "Bu hançer sana Tanrı'nın bir emaneti ve bir sırrı olsun, sakla bunu!" Hilleli Mehmed şaşkın bakışlarla, "Bir hediye almanın neresinde sır olabilir ki?" diye geçirdi önce içinden, sonra da bu bölgelerde, ayrılırken hediyeleşmenin tarihin en eski geleneği olduğunu düşünüp "Galiba ihtiyar benim bir daha gelmemi istemiyor!" diye yorumladı olanları.

ihtiyar adam, kamburunu çıkarır gibi eğilip dışarıdan yaklaşmakta olan ayak seslerine kulak kabarttı. "Zaman azalıyor, senden emaneti istediklerinde uygunsuz kişilere teslim etme. Sen onları tanırsın elbet." dedi fısıldayarak. Adam birden değişmiş, başka birisi oluvermişti sanki. Sesi kısılmış gibiydi. Hareketleri dünkü kütüphaneciye benzemiyordu. Alnından terler boşanıyor, elleri titriyordu. Yüzüğünü parmağından zorlukla

14İUM

çıkarıp iç kısmındaki gizli kapakçığını açtı, Hilleli Mehmed'in şaşkın bakışları arasında ağzına götürerek yutkundu. Hilleli Mehmed "Adam esrar üryakisiymiş bre!" dedi şaşkınlıkla ve demlenme vaktinin geldiğine ve o şaşkınlık ile az evvel saçmaladığına hükmetti. Aksi takdirde olanlara bir anlam vermek çok zordu. Sesler, Kanun Koyucu'nun askerlerinin iç avluya girdiklerini gösteriyordu. Kütüphaneci iyice başkalaşmış, garip tavırlarla çevresindeki eşyaları elleriyle yoklamaya başlamıştı. Bir şey arıyor, yahut gözlerinin görmediği şeyleri tanımaya çalışıyor gibiydi. Bir ara Mehmed Efendi'nin yanına sokuldu ve elleriyle birlikte avucundaki hançeri de yeniden okşayarak "Asla unutma!" dedi, "Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır. Ona sahip olan dünyaya hakim olur." Hilleli Mehmed Efendi esrar tiryakilerinin sayıklama nöbetlerini biliyordu ama ihtiyar adam tıpkı vasiyet eder gibi yumuşak bir sesle ikinci defa aynı cümleyi aynı biçimde tekrar etmişti. "Sen iyi birisin!" demişti sonra da, görmeyen gözleriyle tam da gözlerinin içine bakar gibi ve devam etmişti:

"Sırrı koruyacağına söz ver bana ve emaneti uygunsuz adamlara teslim etme!"

Kütüphanenin iç kapısı açıldığında içeriye sırma işlemeli kaftanı içinde, çevresindekilere emirler verişinden yüksek rütbeli olduğu anlaşılan karayağız çehreli, kısa kesilmiş kırçıl sakallı bir zabit girdi. "Adım Celalzâde Mustafa!" dedi kapı önünde kendisini karşılayan kütüphaneciye "Ve sultanın nişancısı olurum. Kitaplar ve kütüphaneyi teslim almaya geldim ihtiyar!." Kütüphaneci bir yandan anahtarları kendisine uzatırken diğer yandan kitap koleksiyonları hakkında bilgiler veriyor, değerlerinden bahsediyordu. Koca Nişancı, hemen oracıkta, yeniçeri odabaşılarından birisi eşliğinde dört neferi kitapların

babil'de ölüm istanbul'da

sayımıyla görevlendirdi. Kütüphane anahtarlarını kethüdasına verip "Koruna!" dedi. Sonra kitap mahzenlerini ve binanın yapısını inceledi. Kapıdan çıkacağı sırada gözü, aldığı notları toparlamakta olan Mehmed Efendi'ye ilişip sordu: "Efendi, kim olursunuz?"

"Hilleli şair Fuzulî bendenizim efendim."

Koca Nişancı aldığı cevaptan büyük bir şaşkınlık duymuş, adeta ürkmüştü, inanmak istemez bir tavır ile,

Canı kim cananı için sevse cananın sever Canı için kim ki cananın sever canın sever

dizelerini yüksek sesle okuyup "Ya bunca şeker sözleri sen mi dersin peki?" diye sordu. Sesinde inanmazlığının alay eder tavrı gizliydi.

"Evet efendimiz, kulunuz derim."

"Yani ki gazeller der, aşkı terennüm edersin he mi?"

"Gayret ederim efendim!"

Celalzâde bir yandan onu konuşturuyor, diğer yandan inanmaya çalışıyordu. Gerçekten de karşısındaki adam o lirik aşk şiirlerini söyleyen adam mıydı? iki yıl evvel bir tomar şiirini istanbul'a getiren kervan bir daha gelmemiş ama o şiirler her mecliste okunur olmuştu. Bu mütevazı ama temiz giyinişli adam o şair miydi gerçekten ve kendisi bu kadar şanslı olabilir, daha Bağdat'a girdiği günün sonlarına doğru, ne pahasına olursa olsun aramayı ve bulmayı düşündüğü şair ile karşılaşabilir miydi? Kader ona bu kadar cömert davranabilir miydi? Konuşurken bütün bunlar zihninden geçiyor ve her soru cevaptan sonra, karşılıklı okunan her beyitten sonra çocuklaşmış gibi bir sevinç ile ona daha yakın olmak istiyor, emredici konuşma üslubu saygılı bir lisana dönüşüyordu. Nihayet,

"Gel o vakit koca şair!" dedi, "Seni bağrımıza basalım bir. Doğduğunuz gün talihin eli beşiğinizin üstüne bir yıldız asmış

sizin. Eğer Allah'ın size cömertçe verdiği yeteneğinize sırt çevirmezseniz, emin olunuz, bugün hünkarımızın eşiğine, İstanbul'a ulaşan şöhretiniz bir gün gelecek Türk'ün olduğu her yerde bilinecektir."

Kırk yıl birbiriyle yakın yaşayan hiç kimse, kütüphanenin yüksek kubbesi altında kucaklaşan bu iki insan kadar derinden dost olamazdı. Karşılıklı beyitler ve gazeller söyleşerek çeyrek saat kadar sohbet eden bu iki insan birbirlerini sanki çocukluklarından tanıyormuş kadar seviştiler, birincisi saygıda, ikincisi sevgide asla kusur göstermedi. Osmanlı devletinin maliyesinden sorumlu duygusal bir devletlu ile ruhunu Mezopotamya'nın sıcak rüzgârında eritmiş bir gönül eri ancak böyle dost olurdu. Ayrılırlarken Koca Nişancı, "Üstadım!" dedi, "Lütfen üç akşam sonra gelip beni bulunuz. Bulunuz ki Hüseyin Bayka-ra'nm ruhunu şad edelim." Bu davet, siyaseti ve diğer konuları bir yana bırakıp yalnızca şiirden ve sanattan konuşalım demekti ve "Ferman efendimizindir!" diye cevap verdi Hilleli şair Mehmed Fuzulî.

Kütüphaneden ayrıldığında gür» batalı bir saat kadar olmuştu. Bağdat'ın akşam rüzgârlarına açık meydanlarındaki toz serpintilerinden korunmak için gözlerini kısarak yürürken, hayatının en ilginç günlerinden birini yaşadığını düşünüyordu. Bu ilginçlik Bağdat'ın fetih sevinciyle çılgınlaşarak sokaklara dökülen insanlardan değil, kütüphanecinin garip tavırlarından ve günün sonunda tanıştığı adamdan ve aldığı davetten ileri geliyordu. Sevinmesi mi, üzülmesi mi gerektiğini bilemiyordu. Üzülüyordu; kütüphaneciyi odasında terk ettiğinde ateşi vardı ve başında beklemeyi teklif ettiği halde, "Hayır!" demişti, "Gitmelisin!" Seviniyordu; Osmanlı maliyesinin en üstündeki adamla tanışmıştı. Bu, başına hüma kuşu konmak gibi bir şeydi. Maliyeci Celalzâde'yi düşünürken çektiği maddi yıkıntılar aklına gelmedi değildi. Yaptığı harcamalar ve satın aldığı kitaplar yüzünden çektiği parasızlık son raddelere varmıştı. Ama olsundu, Anadolulu şairlerle tanışacak olmanın heyecanı yanında

babil'de ölüm istanbul'da aşk I 1 7

parasızlık da neydi ki?!.. O sırada kütüphanecinin kendisine verdiği hançeri yokladı; koltuğunun alünda duruyordu. En kötü durumda bu hançeri satar, belki birkaç hafta daha Bağdat'ta kalabilir, araştırmalarını tamamlayabilirdi. "Ne garip bir adammış şu âmâ kütüphaneci!" diye geçirdi içinden, "Bilge birisine benziyordu, meğer esrar söyletiyormuş adamı."

Sonra yeniden Celalzâde'nin davetine takıldı zihni. Bağdat'ı teslim alan sultanın ordusunda, adını bilip ününü duyduğu İstanbullu şairler vardı. Onlarla tanışmak ve şiir söyleşmek elbette çok heyecan verici olacaktı. İleride sancakbeyi atanacak olan Taşhcalı Yahya, divan kâtibi Hayalî, Üsküdarlı yeniçeri Aşkî ve daha başkaları. Sırf onlarla şiir sohbetleri yapabilmek için şehrin ucuz hanlarından birinde birkaç gece daha geçirmeyi göze almak gerektiğim, yol boyunca tekrarlayıp durdu kendisine.

Ne kadar talihli insanlardı şu Anadolu şairleri. Sanatı ve sanatçıyı koruyup kollayan bir hükümdarın elinden yemlenen şahinler gibiydiler. Baykara toplantılarında kim bilir ne mutlu, neşeli ve eğlenceli saatler geçiriyorlar, ne güzellikte şiirler okuyorlardı. Edebiyat bu insanlar için bir yaşam biçimi olsa gerekti. İstanbul'da bir Baykara meclisinde Ali Şir Nevai makamında oturmak ne erişilmez bir hayaldi kendisi için.

Bağdat, ilk günkü zafer şenliklerini geride bırakmış, surları ele geçiren askerlerin taşkınlıklarından veya kolluk güçleri tarafından sorgulanmaktan, hatta evlerinin yağmalanacağından korkan insanların sinmişliğiyle dolu bir geceye başlıyordu. Hilleli Mehmed, iki gün önce kaldığı handan eşyasını alıp imareti olan bir medrese hücresine taşınmıştı. Burada ücretsiz kalabilir, yiyip içebilirdi. Bir de, gece yatağına uzandığında koynun-daki murassa hançerin ağırlığım kalbinde hissetmese... Öyle ya, koynunda bir servet taşıyordu ve böyle bir günde ve böyle bir medrese hücresinde bu hançerin üzerinde bulunması başına

pek çok iş açabilir, bir sürü sorgu sual ile karşılaşabilirdi. Ama çok da güzel bir hançer idi şüphesiz. Yağız bir serdengeçtiye benzeyen güzelliğini seyretmek ve üzerinde taşıdığı mücevherleri incelemek hoşuna gidiyordu. Bir hediyeyi satacak olmanın vicdan azabıyla parasızlık nedeniyle alamadığı kitapların hüznü söyleşiyor ve çarpışıyordu yüreğinde devamlı. Tükenmeye yüz tutmuş mumun titrek aydınlığında hançeri seyrediyor, seyrederken kakma mücevherlerinin güzelliğiyle hayallere dalıyor, kâh gidip arastada hançeri tümden satıyor, kâh bir sarrafa üç-beş altm verip gizlice üzerindeki mücevherleri söktürüyor, bazen en iri yakutu Hille'de yolunu gözleyen kadınına yüzük yap-tırtıyor, bazen bilimsel araştırmalar yapmak üzere kitaplar satın alıyor, çocuklarının giysilerine nakış diye işletiyordu. Her defasında hançerin güzelliğine bir kez daha hayran oluyor ve bu güzellikten ürküyordu.

Hele şu kabzasındaki çifte boynuzlu yılan başlığı ne garip bir sembol idi. Bir de bunun simetrisinde, parmaklar birbirine yapışık duran bir el rölyefi yer alıyordu. Bu, sanki o güne kadar gördüğü madenlerden dökülmemiş gibiydi. Çeliğe hiç benzemiyordu. Tunç veya pirinçten de değildi. Böyle güzel bir hançerin demir olması da düşünülemezdi. Altın yahut gümüş dese, rengi de onlara benzemiyordu. Çakısıyla üzerini çizmek istedi, sonra bir eğe taşına sürttü ama bir türlü anlayamadı, çok sert bir maden idi.

Üzerinde yazıya benzer işaretler vardı. Süryani alfabesini bilirdi, ama Süryanice değildi bunlar. Çift taraflı yalın yüzünü incelerken parmağını keseyazdı ve hemen kınına sokup kabzasındaki işaretleri gözden geçirmeye başladı. İki parmak kalınlığında bu silindir kabzaya spiral şeklinde telkârî bölmeler işlenmişti. Her bir bölme verev geçmelerle kartuşlar gibi birbirine bindirilmiş, her kartuşun içine harfler yerleştirilmiş, bunların arasına da yedi adet irili ufaklı teşbih tanelerini andıran yakutlar hakkedilmişti. Sallandıkça şıkır şıkır sesler çıkaran parlak

babit'de ölüm istanbul'da aşk[19

yakutlardı bunlar. Kabzada yedi harf ile yedi yakut olduğu dikkatini çekince Süryani kütüphanecinin sözlerini hatırladı: "Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır. Ona sahip olan dünyaya hakim olur."

Kafası karışmıştı. Gecenin geri kalan kısmını hep bu sözleri düşünerek ve gözünün önündeki hançere bakarak geçirdi. Hançerin kabzası üzerinde yedi dilim, yedi dilimin üst noktalarında yedi yakut, onların altlarına gelişigüzel serpiştirilmiş yedi harf vardı. Bunlar arasında bir bağlantı olmalıydı, ama neydi? Kütüphaneci "Aşkı bilen..." demişti. Demek ki bunun aşk ile bir ilgisi vardı. Aşk üzerine herkesten ziyade bilgi sahibi olan kendisiydi. Ona aşk nedir diye sorsalar, tek bir cevap veremeyecek kadar aşk içindeydi. Yıllarca aşkın ayak seslerini bestelemiş, aşkın acısıyla beslenmişti. Hasreti ve hicranı nerede görse tanırdı. Aşkın yedi kademesini yaşamış, mistiklerin aşk ile anlattıkları yedi hikmeti öğrenmişti. Bütün gece aşk, yedi, hançer, yakut deyip durdu. Bu kelimeler onun sayıklama nöbeti gibi bir gece geçirmesine yetmişti. Ertesi sabah ilk işi kütüphaneye gitmek olacaktı. Uyuduğunda zihninin içinde yedi rakamlı bütün bir medeniyet birikimi çarpışmaktaydı, ama bu, yedi sırrın ne olduğunu bilmesine yetmedi.

Fuzulî, Koca Nişancı'nın Dicle'ye sırtını dayamış konağının kapısına varıp kâhyasına kendisini tanıtırken yüreğinin duracağını sandı. Yiyeceklerle donatılmış gümüş tepsilerin sıra sıra sedirleri donattığı salona girdiğinde yüzüne çarpan sıcaklığın ortadaki büyük pirinç mangaldan mı, içini kaplayan heyecandan mı, yoksa kendisine gülümseyen dost yüzlerden mi kaynaklandığını anlayamadı. Çeng ve santur nağmelerinin doldurduğu salonda bulunanların yarısı o içeri girince ayağa kalkmış, diğer yarısı da onun şiirlerinden dizeler okuyarak ayrı ayrı hoş geldin demişlerdi. Nişancı Bey'in sağ yanındaki şilteye oturduğunda kendini ilk defa bir sınav heyeti huzurundaymış gibi hissetti.

20 I L«,M

Bütün gözler üzerindeydi. Servi boylu sakiler sofraları donatmaya başladıklarında aradaki resmiyet kalkıp senli benli bir şiir sohbeti ve müzik ziyafeti başladı. Kimi gazel okuyor, kimi muamma soruyor, kimi mesnevi anlatıyordu. Perde arkasından gelen müzik yer yer Meragî bestelerini, bazı bazı Mevlanâ güftelerini dillendiriyor, atışmalar, iğnelemeler, şakalar, öyküler, kahkahalar derken söz Leylâ ile Mecnûn'un ölümsüz aşklarında düğümlendi ve karşılıklı anlatımlardan sonra Hayalî Bey Fuzulî'ye dönüp "Bağdat'ın nadide gülü, sözün seçkin sultanı!" dedi, "Çöl kızı Leylâ ile çılgın âşıkı Kays'ın öyküsü iranlı şairler tarafından defalarca yazılmış. Ne ki Türkçe söyleyen pek az ve sözleri pek cılız. Bu gizli hazinenin sandığını açsanız, bir kitap yazsanız ve bu eski bahçeye bir taze güzellik verseniz!.."

Hilleli Mehmed Fuzulî şafak sökümünde konaktan yarı mahmur ayrılırken, o geceden zihnine kazınmış bu sözler kulaklarında çınlamaya başlamıştı bile...

İşte Keldanilerin diyarı, o kavim artık yok. Afur, onu çölün vahşi hayvanlarına bıraktı, onlar kulelerini diktiler, onun saraylarını yaktılar, onu viraneye çevirdiler. Tevrat, Işaya, XX11II13

Bu, Rahip Akeldan'ın Bilgelik Süsüdür ve Uzay Sırlarının Gizemli öyküsüdür

Bağdat ilimler Akademisi'nin yılışık ve açgözlü kapıcısının, "Yüce efendim! Saygı değer kütüphanecimiz, -ki Tanrı'ya yakın olduğuna şahitlik ederim- Kanun Koyucu'nun askerleri kütüphaneye geldikleri günün akşamında zehirlenerek ölmüş bulunalı ancak yedi gün oldu ve şimdiye kadar onu soran altıncı kişi sizsiniz." diye hayrete düşerek anlattığı sabah, eğer Hilleli Mehmed Fuzulî, istanbul'dan gelen şairlerle yeniden buluşma arzusunun önüne geçebilseydi, derhal Hille'ye dönecek ve hayatının geri kalan kısmında bu yaşadıklarını unutmaya çalışacaktı. Ama olmadı, içinden gelen karşı konulmaz arzulara yenik düştü ve Süryani kütüphanecinin temiz yüzünü, görmeyen gözlerini ve bilgeliğini anımsadı bir an. Onunla güzel günler yaşamışlar, daha doğrusu o kendisine devamlı yardımsever davranmış, gurbet hissini tattırmayacak kadar

22

babil'de Ölüm İstanbul'da a ş k I 2 3

da yakın davranmış, aşını paylaşmış, kahvesinden ikramda bulunmuş, Hille'den, çoluk çocuğundan bahsettikleri zamanlarda içindeki yalnızlık hasretini dile getirerek güvenini kazanmıştı. Çok şey biliyordu ve kendine özgü aristokrat bir dünyada yaşıyordu. Rafine zevkleri vardı ve ikram etmeyi çok seviyordu. Kütüphaneden kazandığı maaşa göre çok da cömert idi.

Fuzulî, ihtiyarın zehirlenerek öldürüldüğünü duyunca kaldığı medrese hücresine gidip hançeri tekrar incelemeye karar vermeden önce bütün bunları düşünüyordu. Bir defa, kapıcının dediği gibi kütüphaneci zehirlenmemişti, yüzüğündeki ze-hiri içmişti. "Adamı esrar çekiyor sanmakla ne kadar safça davranmışım meğer!" diye hayıflandı o yüzden. Peki ama neden intihar etsindi? Eğer Bağdad'a gelen yeni Osmanlı kimliği ile bir alıp veremediği yok ise ölümü esrar perdesi taşıyor demekti. Bu durumda "Onu kapıcıdan soranlar, mutlaka hançerin peşinde olmalılar." diye düşünmekten kendini alamadı, içini bir korku kaplamıştı. Belki de bu yüzden o hançeri yeniden incelemesi gerekiyordu. Öyle düşünmüştü.

iki avucu içinde tuttuğu bu hançer, Kerbela ahalisinin yöresel kıyafetlerini tamamlamak üzere göbekleri üzerindeki kuşağa taktıkları türden koç boynuzu basit bir hançere benzemiyordu. Bu hançerin antik değer taşıdığı, artık bu yörelerdeki kılıç ustalarının böyle hançerler yapmadıkları, belki eski Iran şahlarına armağan edilen nadide ve murassa hançerleri yapan eski ustaların eserlerinden biri olduğu belliydi, işlemesi, işçiliği, süsleme taşları hep özel idi. Kını üzerindeki rölyefe dikkatle bakıldığında, serçe parmak ile yüzük parmağı yumulu, orta parmaklar birbirine yapışık duran bir sağ el olduğu fark ediliyordu. Buna daha önce hiç dikkat etmemişti. Acaba neyin ne-siydi bu işaret? Bedevi Araplar arasında yaygın olarak kullanılan bir kabile işareti olabilir miydi? Yahut bunun bir anlamı var mıydı? O güne kadar böyle bir arma yahut sancak işareti de görmemişti. Üstelik bütün bu sorular, kabzanın diğer rölyefi olan çifte boynuzlu yılan başlığı için de geçerliydi.

Kapısının çalınma ihtimaliyle korku içinde geçecek bir gün başlıyordu şimdi. Kader kendisini nelerle karşılaştırıyordu? Eğer ihtiyar kütüphaneci kendisine iyilikler yapmış olmasaydı "Canı cehenneme!" deyip yoluna gidecekti. Hille'de kendisini bekleyen bir ailesi ve yapması gereken araştırmalar, yazması gereken kitaplar vardı. "Hançerden kurtulmanın bir yolunu bulmalı!" diyordu durmadan, sonra kütüphanecinin son sözlerini düşünü-J yordu: "Emaneti koru, lâyık olmayanlara teslim etme!" demişti

* o. Şimdi hatırlıyordu, bunu söylerken elini onun omzuna koy-

muş ve hançerin üzerinde gördüğü kabartma el işaretindeki gibi iki parmağını yummuştu. Bunun bir dostluk ve güven işareti olduğuna karar verdi ve bu vasiyetini yerine getirmesi gerektiğini düşündü.. Peki ama yedi gerçek sır neydi?

"Hançerin kabzasındaki yarım daire kesimli taşlan alsam ve sonra onu bilinmeyen bir yere gömüp kurtulsam, böylece emanetin hiç olmazsa lâyık olmayanların eline geçmesini en-gellesem!.." diye geçirdi içinden. Evet, taşlar yerine yapışık değildi, ama sökülecek gibi de değildi. Her birini sıra ile yokladı, gruplar halinde zorladı; olmuyordu. Evde kâğıt keserken kullandığı söğüt yaprağı bıçağıyla yuvalarını açmaya çalıştı. Tek tek bütün taşların çerçevelerini genişletmeye gayret etti... Mümkün değildi, bütün taşlar yerinde şıkır şıkır etmesine rağmen hiçbirisi sökülemiyordu. "Hançerin çeliği çok sert dökülmüş, suyu iyi verilmiş!" diye geçirdi içinden Fuzulî Mehmed Efendi. Avucuna alıp var gücüyle taşlan sıktırmayı ve yuvalarının sertlik derecesini hissetmeyi düşündü. Nihayet, iki avucu-nun arasında bütün taşlara aynı anda baskı yapınca hançerin kabzası keskin ucundan ayrılıp çelikleşmiş bir ses çıkartarak ok gibi karşı duvara çarptı. Hilleli, biraz korku biraz da heyecan ile tuttuğu her şeyi elinden fırlatıp, içinden koruyucu dualar mırıldandı. Kalbinin hiç bu kadar ürküntü ile çarptığını hatırlamıyordu. Elinde tuttuğu hançerin masum bir aksesuar veya o yörelerin giysilerini tamamlayan bir süs değil bir suikast silahı

24İLM

olduğunu düşünüp dehşete kapılmıştı. Bu hançer başına bela olacağa benziyordu. "Evet evet, bundan bir an evvel kurtulmalıyım!" diye tekrarladı içinden. Ne yapacağını bilemiyordu. Neden sonra gözleri yerdeki kabzaya takıldı. İçinden bir sahtiyan şerit sarkıyordu. Yarım arşın boyunda tabaklanarak inceltilmiş ve tomar biçiminde sarılmış bir deri idi bu. Uzunca bir baklava dilimi gibi verev kesilmişti ve üzerine, hançer kabza-sındaki ile aynı olan işaretlerden rastgele serpiştirilmişti Korka korka eline alıp iyiden iyiye incelemeye başladı "bu şeridi. "Sır, işte bu deride yazılı olan şey olmalı!" diye düşündü içinden. Kalbinin ritmi artmış, elleri titremeye başlamıştı. Bunların ne olduğunu anlamak ve çözebilmek için belki de yeniden kütüphanelere gitmesi gerekecekti, Şimdilik bunları resim yapar gibi kopyalamayı akıl ettiğine sevindi. Araştırma sonuçlarını yazdığı tomarları arasından en ince tabaklanmış bir parşömen çıkarıp üzerine koyarak harfleri resim yapar gibi kopyalamaya başladığında içinden hâlâ "Bir şifre^ olmalı!" diye mırıldanıp duruyordu. İyi ama neyin şifresiy-di? Hem üzerindeki bu rakamlar veya harfler de ne anlama geliyordu? Aklının yorulmaya başladığını hissedesiye kadar kendini bu sorular içinde bocalamaktan alamadı.

babil'de ölüm istanbul'da a j k I 2 5

Hilleli Mehmed Fuzulî eğer o gün korkusunu biraz daha yenip kafa yorsaydı belki verev şeridi hançerin spiral çizgileri üzerine saracak ve bilge rahip Arşiya Akeldan ile Babil Cemiyeti'nin büyük sırrına ait şifreyi bulacaktı. Yazık ki o, bu hançerin ileride başına bela olacağını düşünerek gecenin bir yarısında, eski hâline gelecek şekilde bütünleyip kabzasını kınına taktıktan sonra, medresenin avlusundaki dut ağacının altına gömmeyi tercih etti. Hançerin içinden çıkan şeridi ise matarasının eskiyen kayışının iç yüzüne bir astar gibi yapıştırarak saklamayı tercih etti. Kopyaladığı kâğıdı, Bağdat'ta geçireceği son günde, kütüphanecinin sur dışındaki maşatlığa defnedilen cesedinin yanına gömmeyi ve böylece emaneti sahibine iade edip bu konuyu sonsuza kadar zihninden söküp atmayı planladı.

Saatler geçiyor ve o merakını yenemiyordu bir türlü. Bu harfler neyin nesiydi? Bunları gömerek kurtulmak belki ömrünün sonuna kadar merak etmek olacaktı. Birkaç gün daha ilimler Akademisi Kütüphanesi'nde araştırma yapmak o kadar da kötü olmasa gerekti.

ilk araştırdığı kitaba göre bunlar Keldanilere ait çivi yazısının harfleri idiler. Hançerin üzerindeki çift boynuzlu, çift diLi yılana benzeyen hayvan motifi boğa ile ejderin, yılan ile grifo nun başlarından izler taşıyordu. Babil'in baş tanrısı Marduk'u temsil eden pençeleri kuş tırnaklı, gövdesi pul pul, uzun boyunlu ve iri başlı Babil ejderi Siruş idi. Birkaç gün süren araştırmalarının sonuçlarını topluca değerlendirdiğinde kayıp bir medeniyetin kapılarını aralamaya başladığını hissetti ve yaptığı işin dehşetinden ürktü.. Yedinci günün sonunda çivi yazısının harflerini çözmüş, Kanun Koyucu'nun Dizçöken Ağa-sı'ndan aldığı özel izin ile de kütüphanede kilitli iki sandığı açtırmış, Keldani dilini bilen Mısırlı yarı sağır yetmişlik bir kıptiye bütün parasını verip sandıkların içindeki papirüslerde yazılı satırları hayretten hayrete düşerek dinlemek üzere loş bir odanın mum ışığında uykusuzluğa hazırlanıyordu.

26 I um

"Keldaniler şimdi ayağını bastığı Mezopotamya topraklarında yüzyıllar önce yaşamışlardı. Arbeles, Ninova, Cutha, Si-para ve Ur gibi şehirlerde çağlarının en ileri medeniyetini kurmuşlar, felsefeyi, ölçü birimlerini, geometriyi ve takvimi ilk onlar icad etmişlerdi. Bir çemberi 360 dereceye ayıran onlardı. Sesleri belirli işaretlerle tanıtan gerçek alfabeyi yine onlar icad etmiş ve yeryüzünde ilk yazılı kültürü meydana koymuşlardı. Bilim alanında insanı hayrete düşüren çağlar üstü bir ilerleme gösterdiklerini herkes bilir. Krallıklarını hukuk ye edebiyat kuramlarıyla yönetiyor, sözü kelam derecesinde söylüyorlardı. Ama en önemlisi, uzay araştırmalarındaki ilerlemeleri idi."

Mısırlı ihtiyar anlatırken Hilleli şairin ilgisini en çok bu konu çekmişti, ihtiyarın papirüslerden okuduklarına göre Kelda-ni bilgeleri kendilerinin ayaltı âlemde yaşadıklarını ve ayüstü âlemdeki yedi gezegenin tabiatı idare ettiğini düşünüyorlardı. Tanrıtanımaz eski krallıkların pek çoğunda olduğu gibi Kelda-nilerin de yıldızlara tapıyor oluşlarını yaşlı adama "Elbette!" diye yorumladı, "Açık gökyüzünde, diğer ülkelerde görülmemiş bir ışıkla parlayan yıldızlardan etkilenmeleri doğaldı ve bazılarının diğerlerinden daha parlak ve hareketli oluşuna bağlandılar. Bu düzen ve ihtişam, ancak bir Tanrı düşüncesiyle açıklanabilirdi. Öyle de yaptılar. Tesbit ettikleri gezegenlerin her birine bir ad koyup onlara ilah dediler, hepsini ayrı bir renk ile gördüler ve gösterdiler." Yaşlı Mısırlı, çoktandır kimseye anlatamadığı eski bilgilerini anlatırken kendini önemli birisi gibi hissediyor ve heyecanını sesine yansıtıyordu: "Şamas (Güneş) altın rengindedir. Sin (Ay) gümüş gibi. Nebo (Utarit) mavi, Iştar (Zühre, star) beyaz, Nergul (Merih) kırmızı, Marduk (Müşteri) erguvanî ve Ninip (Zühal) siyahtır." Hilleli şair zekâsının bütün antenleriyle onu dinliyor ve adamın elindeki satırlar yukarıdan aşağıya eridikçe, papirüs ruloları tersine sarılıyor ve bilgiler kütüphanenin ışıksız duvarlarında yankılanıyordu. Keldani bilgelerine göre hayvan figürlerine benzeyen bu ilahlar gökyüzünü

•S

babil'de ölüm istanbul'da aşk|27

dolaşırken tanrısal burçlarda konaklıyorlar ve ayaltı âlemdeki-lerle konuşmak ve onlara birtakım meramlarını ifade etmek için farklı günlerde farklı biçimlerde geziniyorlardı. Böylece yıldız bilimciler dünyada olacak şeyleri önceden keşif ve tahmin yoluna gidiyor, çoğunlukla da isabet kaydediyorlardı. Rahipler bu yüzden hem kahin hem bilim adamı idiler. Şeytanı kovarken, Dicle ve Fırat'tan balık yakalarken, aslan avlarken, tarlaları biçerken, sevişirken ve savaşırken hep bu tanrılar adına hareket ediyor ve mabetlerinde onları temsil eden som altın figürler ve heykelleri aracı yaparak tanrılanndan yardım isteme ayinleri düzenliyorlardı. Yortu günlerinde bunlara kıymetli taşlardan kolyeler takıp ipek kumaşlardan elbiseler giydirmek ise en büyük ibadetleri sayılıyordu.

Mısırlı ihtiyarın okuyup tercüme ettiklerinde Hilleli Meh-med Fuzulî'nin dikkatini çeken başka bir özellik daha vardı; her şeyi yedi rakamıyla açıklamak. Keldanilerin yaşadığı ayaltı âlemdeki her şey ayüstü âlemdeki tanrılar gibi hep yedi rakamıyla ilintiliydi. Göklerin sayısının yedi olduğunu ve evrenin yedi kozmik yapıya sahip bulunduğunu söylüyorlardı. Vaazlarında da daha çok, tanrılara ait feleklerin ve burçların onar bin yıllık adımları olan yedi devre yaşanacağını ve bu yedi devrede yedişer önemli kehanet meydana geleceğini anlatıyorlardı.

Mehmed Fuzulî papirüslerden birinde Babil zigguratının yedi katlı bir planını görmüştü. O anda, kendisine emanet edilen hançerin bu ziggurata ait olduğunu bilseydi belki de olacakların hiçbiri olmazdı. "Belli ki bunu tanrılarına adadıkları için yedi katlı yaptılar." diye mırıldandı yalnızca. Ziggurat bilgeliğin yedi sütunu ile desteklenmişti. Alt katında birbirinden geçilen yedi gizli bölme vardı. Bunların en sonuncusunda bir çocuğun kurban ediliş töreni tasvir edilmişti. Çocuk yedi yaşlarında görünüyordu ve yedi kollu şamdanlar taşıyan yedi rahibin ortasında bıçak altında bekliyordu. Yedi tabakta yedi benekli mantarlar ve yanlarında da yedi dilimli yedi kadeh bulunuyordu. "İçlerindeki

28 I um

babil'de ölüm istanbul'da askl29

şarabın da yedi yıllık olduğuna yemin edebilirim!" dedi Fuzulî kendini tutamayarak ve ihtiyarı kahkaha ile güldürdü. Başka bir sayfada Fırat'ın yedi kolu tarafından sulanan Babil ülkesinin haritası vardı. Yedi tarh halinde ayrılan tarlaların üzerine bereket tanrısı En-lil'in yedi kolu uzanıyordu. Haritanın devamındaki sayfalarda her sonbaharda yedi gün şükran orucu tutulduğu ve bu orucun yedi hububattan yapılmış bir çorba ile açılması gerektiği yazılıydı. Krallarının saraylarının ve tapmaklarının yedişer kapılı yapıldığı da oradan öğrendiği bilgilerdendi. Bir başka resimde ekmek-şarap ayini temsil ediliyordu. Baş rahip ellerini birleştirerek uzatmış, onu selamlayan kral ailesi ile halk da ellerini rahibin elleri üzerine koyarak onu selamlamaktaydılar. Hil-leli şairin dikkatini çeken şey, ortadaki rahibin elinin, tıpta hançerin üzerindeki kabartma gibi iki küçük parmak yumulu resmedilmiş olmasıydı. Ayine katılanların üzerinde litürjik kıyafetler de çok dikkat çekiciydi ve detaylardan, ayin ritüellerinin çokluğu anlaşılıyordu.

Üç gün boyunca iki sandık papirüsü teker teker incelediler. Ne şair, ihtiyara ne aradığını söylüyor, rje de ihtiyar ona bir şey soruyordu. Nihayet son papirüse sıra geldiğinde Fuzulî bir an, yüreğinin atışını ihtiyarın duyacağını sandı; bereket versin adam işitme özürlüydü. Burada yazılı olanların kendisindeki hançer ve şifreler ile bir ilgisi olduğunu hissetmişti. Evet, bu papirüste Babil Cemiyeti'ne ait bilgiler vardı.

ihtiyar kıbtinin okuduklarına göre Babil Cemiyeti (BC), uzay araştırmaları yapan yedi bilge rahipten oluşuyordu. Kurdukları Babil Uzay Araştırmaları Merkezi'nde (BUAM) yaptıkları gözlemler ve hesaplamalara göre dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneş çevresinde döndüğünü keşfetmişler, ama bunu \ kimseye açıklayamıyorlardı. Nabukadnazar'ın üçüncü nesil torunu Nippin zalim bir kral idi ve bilgeler elde ettikleri bu gerçeğin onu ürküteceğinden korkuyorlar, bu korkunun da hayatlarına mâl olacağını biliyorlardı. Göklerin hareketiyle ilgili bu bilgi onlara yeni teoriler üretme fırsatı vermiş ve yaptıkları

¦-I

uzay gözlemleri sonucunda evrenin galaksilerden oluştuğunu, eğer uygun hız ve ortam oluşturulabilirse kara delikten geçildiğinde galaksiler arası yolculuk yapılabileceğini, bu galaksiler-deki diğer dünyalar ile iletişim sağlanabileceğini, nitekim uzaylı yaratıkların da bir zaman gelip aynı sistemi kullanarak dünyaya yolculuk yapabileceklerini, bu yolculukları ilk defa yapacak olan gezegen sakinlerinin galaksiler arası dünyalarda hakimiyet sağlayabileceğini ve eğer bu yolculuklar kötü niyetli olursa onlardan korunma yöntemlerini vs. pek çok konuyu araştırmışlar ve bulgularını şifreleyerek fırında pişirip korudukları tabletlere yazmışlardı. Buna ait yedi tablet ve çizimleri Iştar tapınağının gizli mahzenine saklamayı planladıklarında, içlerinden birisinin, küçük menfaatler karşılığında diğer bilge rahiplerin yaptığı araştırma sonuçlarını krala gammazlayacağını nereden bilebilirlerdi ki!.. Bilim ahlâkına aykırı olarak meslektaşlarının yaptıklarını birer günah diye anlatırken, bu zavallı âdâm aslında bilgelik sıfatını üzerinden sıyırıp attığını bilmiyordu. Meslektaşlarının, Babil kralı Nabukadnazar'ın yasalarına karşı çıkarak kâfirce keşiflerde bulunduklarını, bunların halkı azdıracak ve isyana sürükleyecek bilgiler olduğunu general Nippin'e gizlice anlattığı gecenin seherinde BUAM'ın gözlemevi olarak kullandıkları kuyularda beş bilge adamın kelleleri toprağa düşürülmüş olarak bulundu. Öğleye doğru da bu azgın dinsizlerin gözlem araçları dahil hiçbir teknik donanıma dokunulmadan, bütün kuyular cesetlerin üzerine kapatılmıştı. O gece bu yedi rahipten bir tek bilge, Arşiya Akeldan, hasta annesini ziyarete gittiği için şehir dışındaydı. Yolda kendisini karşılayan kölesinin soluk soluğa anlattıklarını dehşetle dinlemiş ve arkadaşlarının başına gelenlerden ürkmüştü. Şehre dönmek yerine bir hafta gizlenerek planlar yapmayı, BUAM'ın onca emek ve keşif sonucu bulunan gerçeklerini kurtarmayı kurdu kafasında. Gerçekten de general onu suçlu ilan ettirmiş, kralın hazinelerinden altın heykelleri çaldığını söyleyerek halkın öfkesini üzerine yönlendirmeyi başarmıştı. Saklandığı bağ

3 0 LlM

kulübesinde yalnızca yemişlerle karnını doyurmaya çalışarak bütün planlarım hazırladı. Sonunda bir gece kılık değiştirip gizlice kente girerek Babil Zigguratı'ndaki Iştar tapınağının mahzenine, BUAM'ın bütün hazinesi ve tapınağın bütün altın ilah hey-kelleriyle birlikte, araştırma sonuçlarının tamamını, yıldızların ve gezegenlerin yerleriyle uzay keşiflerinin çizimlerini de gösteren yedi tableti taşıyarak mermer kapıyı içerden kapayıp BC'nin sırlarıyla birlikte kendini de gelecek kuşakların bulması için saklamayı uygun buldu. Tapınaktaki son duası, kölesine verdiği Si-ruş başlıklı hançerin bilimsel zekâya sahip iyi kişiler eline geçmesi, ileriki zamanlarda bu bilgileri anlayacak ilim adamları ve onlara zarar vermeyecek yöneticiler ortaya çıktığında birilerinin bu heykellerle dolu kutsal hazinenin parasıyla, uzay yolculuklarına ilişkin araştırmaların sonuçlarını gösteren tabletler üzerindeki bilimsel gelişmeyi devam ettirebilmeleri ve kara deliği aşarak uzayda varolduğunu bildikleri diğer dünyalılar ile sağlıklı iletişim kurabilmeleri, yahut dünyayı kötü niyetli uzaylıların istilasından kurtarabilmeleri üzerineydi.

Mısırlı ihtiyar yazıların burada bittiğini, ama papirüse derkenar olarak Arap alfabesiyle cümleler yazıldığını söylediğinde, Fu-zulî'nin heyecanı bir kat daha artmıştı. Büyük olasılıkla ölen âmâ kütüphanecinin yazısıydı bunlar ve Pehlevice yazılmışlardı, ihtiyar Kıbtî bu dili bilmiyordu ve Fuzulî bunun için kütüphaneciye "Dinince dinlensin!" diye dua etti. Çünkü burada Iştar mabedi ile kapısındaki şifrelerden bahsediliyordu. Ayrıca üzerindeki işaretler, Siruş başlıklı hançerin kabzasmdaki işaretler ve iki parmağı yumulu duran el motifi idi. Belli ki Akeldan'dan sonra birileri hançer üzerinde araştırma yapıp bulgularını bu papirüslere geçirmişlerdi. Bu kilit sistemine göre satranç tablası gibi mermer bir kartuşa yerleştirilmiş olan tuşlara bir harf-bir rakam sırasıyla basıldığında mabedin mahzen kapısı kendiliğinden aralanacaktı.

Son satırda bildirildiğine göre bilge rahip Akeldan, bütün uğraşının sonunda olup biteni henüz onüç yaşında olan iki yıllık

babil'de ölüm istanbul'da aşk|31

kölesine anlatmış, sonra da şifreyi harflere ve rakamlara bölerek hançerin sapına harfleri, şeride de rakamları işlemiş, hançeri kölesine emanet ederek Iştar tapmağında ebedî uykusuna dalmıştı. Adını ölümsüzleştirmek için de şifre harflerini A-K-E-L-D-A-N diye yazmış, aralarına da 6-0-0-3-3-2-0 rakamlarını koymuştu.

Hilleli Mehmed Fuzulî, Bağdat medresesindeki dut ağacının dibine gömdüğü hançerin ve kabzasından çıkan sahtiyan şeridin üzerindeki harf ve rakamları bu satırlarda okuyabiliyordu. Ama bunun, nerede olduğunu bilmediği Iştar mabedi kapısında nasıl kullanılacağını kestiremiyordu.

Onun bilmediği ve hiç bilemeyeceği şifre aslında çok kolay düzenlenmişti. Eğer denizcilerin hayatını bilseydi bunu çözebilirdi. Eski gemiciler gizli haberleşmeleri için bir fıçının üzerine sardıkları sahtiyanlara yazı yazar, sonra bu sahtiyanı kuşak diye bir tayfaya verirler, gemi vardığı yerde mektubu okumak isteyen kişi aynı çapta bir fıçı bularak sahtiyanı ona sardığında şifre kendiliğinden çözülüverirdi. Şerit üzerine düzensizce serpiştirilen harflerin farklı çapta bir silindire sarılması durumunda ise şeritten hiçbir şey anlamak mümkün olamazdı. Arşiya Akeldan'in burada yaptığı, fıçı yerine hançerin Siruş başlıklı kabzasını kullanmak olmuştu. Hançer kabzasına belli aralıklarla harfleri kazımış, her iki harf arasında spiral şeklinde devam eden boşluklar bırakmış, bu boşluklarda yer almasını istediği rakamları da şeride yazmıştı. Eğer deri şerit hançer kabzasına uygun biçimde sarılırsa A-6-K-0-E-0-L-3-D-3-A-2-N-0 dizgesi elde edilmiş olacaktı. Bu dizge, Iştar tapınağının kapısındaki kartuş üzerinde tuşlanması gereken şifre idi ve yalnızca hançerin sapında anlam kazanıyordu. Hançer olmadan şerit, şerit olmadan da hançer işe yaramayacak, kopyalanmaları halinde hançer kabzasının yarıçapı, yahut şerit boyu değişirse şifre bozulacaktı. Üstelik Akeldan, şifrenin tek aşamalı basit bir şifre olarak kalmasını tehlikeli gördüğü için her harf arasına bir rakam koyarak onu kripto sistemine dönüştürmüş,

3 2 um

böylece ikinci kademe bir şifre daha oluşturmuştu. Rakamlar, Akeldan ismini oıuşturan Babil alfabesindeki çivi yazı harflerden kaç basamak sonraki harfin tuşlanması gerektiğini bildiriyordu. Bu da harf ve rakam sırasına göre, söz gerimi A'dan sonraki altıncı harf, sonra K, ardından E, sonra L'yi takip eden üçüncü harf diye devam edecekti.

Belli ki Akeldan'm sadık kölesi efendisinin sırrını saklamakla kalmamış, üstadlarının yürüdüğü bilim yolunda onların hatırasına hürmeten yeniden yedi kişilik gizli bir BC oluşturmuştu. Belki de kendisi bu araştırmaları devam ettiren bir bilge olarak yaşamış veya kralın adamları arasında hayat sürmüştü. Metinlerde ona ait bilgiler bulunmuyordu, ama üyeler hakkında bir şart yer alıyordu. Buna göre Cemiyet'in sırrını bilen kişiler hiçbir çağda yedi kişiden fazla olmamalıydılar. Aradan geçen yüzyıllarca zamanda bunların içinde şüphesiz çok çeşitli insanlar yaşayacaktı. Belki bilimselliğe önem veren büyük bilginler kadar adaletli devlet adamları, dünyayı ele geçirmek isteyen ihtiras kurbanları kadar Babilli bilginlerin uzay keşiflerini açıklayarak şöhrete kavuşmak isteyerî hayalciler, hazinelere konmak isteyen açgözlüler kadar devletlerarası entrikaları yönlendirmek isteyen gizli servis elemanları, kazara bu cemiyetin sırlarını öğrenen dilenciler kadar insanların uzayda seyahat edebilmelerine ilişkin çizimler yapan amatörler de olacaktı. Ama her ne olursa olsun, Cemiyet'e üye yedi kişiden yalnızca büyük üstad Marduk hançere sahip olacak, ama asla onu açma yahut başkasına gösterme yetkisi bulunmayacaktı. Çünkü Cemiyet inancına göre hançeri tek başına açan ve şeridi kabzaya saran kişi hemen oracıkta tanrıların lanetine uğrar ve ağzından köpükler saçarak kuduz köpekler gibi ölürdü.

Fuzulî papirüsün arkasında Cemiyet'in gizlilik içerisinde yedi yılda bir defa toplanacağını ve bilimsellik açısından dünyanın geldiği noktayı değerlendirip Keldani araştırmacılarının sırlarını açıklayıp açıklamamak konusunda tartışacaklarını

babil'de ölüm istanbul'da aşk[33

okudu. Ayrıca üstad Marduk, her yıl dolunayın yedinci defa doğuşunda yedi güvercin ile üyelerine iyi dileklerini bildiren bir mesaj gönderip onların hayat çizgilerini kontrol edecek, ölen birisi var ise onun yerini alan yeni üyeden haberdar olacaktı. "Belli ki" diye düşündü Fuzulî, "Süryani kütüphaneci son toplantıda cemiyet üyelerinin kişiliklerini tahlil etmiş ve onların bilimsellikten ziyade hazine peşinde oldukları kanaatine varmış. Yoksa neden intihar etsin ki!" Bu görüşünü kuvvetlendirici satırları bulmakta da gecikmedi zaten. Çünkü yazıların devamında Berberi bir bilgin ile Avusturyalı bir tüccarın toplantı boyunca uzay bilgilerinden çok bilimsel çalışmaların finansmanından bahsettikleri ve parayı gerçeklerden daha önce konuşmaya başladıkları yazılıydı. "Bu yüzden..." dedi Fuzulî, "Âmâ kütüphaneci hançeri onlara teslim etmek yerine Kanun Koyucu'nun Bağdat'a girdiği gün bana verip intihar etmeyi yeğledi."

imaretteki hücresine döndüğünde zihnindeki düşünceler daha da aydınlanmaya başlayan Fuzulî, Uykusuz geçen bir gecenin sonunda anladı ki, BC'nin ilk üyeleri hançerin keskin yüzü içine sakladıkları deri şeride dair hiçbir ipucu bırakmamışlardı. Düşünmüşlerdi ki nasıl olsa çubuğu açan kişi bu şeridi de görecek. Eğer hançeri açan yalnızca hazinenin peşinde ise hiç olmazsa bu deri şerit ile ilgilenmez ve kendileri için altın külçelerinden ve zümrütlerden daha kıymetli olan bilimsel çalışmalarına zarar vermezdi. Eğer hançeri açan kişi bilimsel çalışmaların peşinde ise o vakit zaten hançerin kabzasmdaki harfleri tamamlayan bir şifre anahtarına ihtiyaç duyacak ve bu şeridi arayıp bulacaktı. Yine de gelecek meslektaşlarına bir oyun oynamak yahut bir şaka yapmak ister gibi, bu deri üzerindeki şifreleri çözenlerden para peşinde olanlar tabletlere; tabletlerin peşinde olanlar da önceden mükafatlandırılmak üzere hazineye kavuşsunlar diye ikinci kademe bir kripto sistemi bulunmuştu.

Bütün tarihi yapanlar, hiçbir çağda BC üyesi yedi akıllı adamdan çok olmadılar; olmalarına da gerek yoktu. Dünya yedi kişi için küçük bile sayılırdı çünkü.

Kârbân-ı râh-ı tecridiz hatar havfin çekip Gâh Mecnûn gâh ben devr ile nevbet bekleriz

Fuzuli

Mecnûn ile ben, soyullanmışlık yolunun kervanıyız. Yolkesiciler kervanımıza saldırıp da tekilliğimizi bozmasınlar diye bazen o, bazen de ben, sıra ile şu dünyanın aşk nöbetini tutuyoruz.

Ill

Dicle'de Bir Küçük Çilek İdim Ben Mecnûn Olup Hayat Buldum Yeniden

Dicle'nin serin yamaçlarında bir çilek idim ben. Son taşkında bedevilerin bağlar ve bahçeleri harab olunca geç yeşermiş, şiddetli güneş ile erken kızarmıştım. Bir gün kara kaşlı, kara gözlü bir Arap kızı, nazik elleriyle koparıp koydu sepetine beni. Dalım ve yaprağım benimle idi. Umuyordum ki al dudaklarına dokunacaktım. Hatta tam da dudaklarına yaklaştırmışken... Olmadı... Olamadı... Olamadım. Eksik kaldım, yarım kaldım.

Adı Leylâ idi, dudaklarından koparıp bir kazana attı beni sonra hiç acımadan. Hurma lifleri, çöl dikenleriyle beraber kaynadıkça kaynadı suyum; dağıldım, ezildim. Yanıyordum ve henüz olgunlaşmamış bir hurma ile kol kanat olduk bu yangında birbirimize, ama nafile!.. Gül dudaklar umarken dikenler battı yüreğime. Yanışım ateşten miydi, aşktan mı, anlayamadım. Bir tekneye döktü güzeller güzeli sevgi dolu varlığımı, çiğnetti

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 3 5

çocuklara. Suyla yeşermiş, mehtapla rengimi bulmuştum; güneşte kurutulup candan ayrıldım. Mermer ile merdane arasında lif lif karıştım kaderini paylaştığım hurmayla ve birbirimize sıkı sıkı sarılmayı öğrendik dikenlerle. Rengim solarken, canıma batan liflerin ve dikenlerin hesabını soramadım kimselerden.

Birkaç gün sonraydı, yaralarım iyileşmeye, kaynayan kabarcıklarım kurumaya yüz tutmuştu. Leylâ'nın ellerine değen mühreler, melankoli hastalarının başını okşayan merhametli hekimler gibi okşamaya başladı bağrımı bir bahar ikindisinde. O gün, Dicle'ye yansıyan gün ışıklarının tutuşturduğu kızıl renklere bakarken sevdim Leylâ'yı ve nazik elleri üzerimde gezinirken tattım hazzını sevginin. Dudaklarından ayırmıştı beni ama kınalı parmakları arasında dudaklarının rengiyle sarmaş dolaş idim. Okşadığı bedenimde tarihe ad bırakan âşıkların en muhteşem yüreği çarpıyor gibiydi. Parşömen oluyordum görünüşte; ama içimdeki kıpırdanışlardan haberi yoktu yüzümü okşayan ellerin. Kazanda sarıldığımız o yeşil hurmadan üzerime bir hayat iksiri sinmiş gibiydi. Ölüyor muydum, yoksa diriliyor mu, kestiremiyordum. Varolmanın ayrımındaydım, nefes alıyor gibiydim. Leylâ'nın elleri beni tutsun ve bırakmasın istiyordum, içimde duygular vardı ve onun ellerinin sıcaklığıyla sonsuza kadar yanabilir, götürdüğü yere her gün yeniden gidebilirdim. Var idim, ama ne idim; anlayamıyordum. Gelişimini tamamlayamamış organizmalar, küveze konulmuş bebekler gibiydim; ama çok hızlı büyüyordum. ilk dadım, ilk aşkımın adı oldu. Leylâ!.. Ne büyük mürebbiye idi benim için, ah bir bilseniz, yıldızlı çöl gecelerinde Leylâ'nın türkülerini dinlemek... Onun nefesinden özümsediğim kavurucu rüzgârın sesi kulaklarımdan kalbime bir bengisu gibi akıyordu. Kavurucu günleri takip eden nemli akşamlarda, Dicle'nin yamaçlarında kaç derin hazzm sarhoşluğuy-la tanıştım, şimdi hatırlamıyorum, ama artık başkaları bana kâğıt diyorlar ve bir tomar diye alıp satmaktan bahsediyorlar. Bir de Leylâ bana dokununca hissettiğim şeyin adını söyleseler!..

3 6 L&M

Keşfetmeye başladığım şeyin yüreğimi kaçıncı kez buğulandırdığını ve kendimi tanımanın niceliğini bilmeden akan bu mutlu günlerde sanki gitgide kendimi tamamlıyordum. Üç odadan ibaret kerpiç kulübenin Leylâ'ya ait penceresinden içeriye dolan ılık geceler boyu çölün ıssızlığına ve derinliklerine fısıldanan şarkılarda bunu daha iyi hissediyordum. Uzak deve kervanlarının çıngıraklarını her duyuşunda gözünden yaşlar akan Leylâ'nın, koyu çöl sessizliğine karışan lirik şarkılarına mugay-lan dikenlerinde ötüşen cırcır böcekleri eşlik etmeye başlayınca, ben de ağlamaklı oluyordum. Gündüzler boyu gözlerini diktiği ufuklardan bir ses duymak için seherlere dek dinlediği

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 3 7

çölün acımasızlığına kin bağlıyordum. Kulübenin raflarına her gün yeni tomarlar istiflendikçe sesindeki hüznün bir kat daha arttığını hissediyor ve söylediği bütün gazellerin ve mahnıların içindeki gizli maceraları anlıyordum. Yazık ki o zamanlar anladığımı anlatamıyordum. Biliyor ama bildiremiyordum. Fark ettiğimin fark edilmesini istiyordum, ama olmuyordu. Leylâ beni fark etmiyordu. Onun gözünde ben bir parşömen idim. Acaba tomarlanmış bütün parşömenler benim gibi hissediyorlar mı, Leylâ'nın acısını anlıyorlar mıydı?!.. O günlerde yaşadığım şeyin "eşyanın ruhu" demek olduğunu ve Doğulu uluslarda bunun için "eşyaya bakma"nın gerçeği görmekle eşdeğer tutulduğunu sonradan öğrenecektim. Buna göre varlığa bürünmüş her şeyin bir ruhu, bir hayatı vardı. Tıpkı insanlar veya hayvanlar gibi bitkiler de, cansız varlıklar da birer hayat sürüyor, yerküre topyekun nefes alıyor, yaşıyor ve yaşatıyordu. Toprakta hayat vardı, suda hayat vardı, ateşte ve havada hayat vardı. Hatta hayat bunlardan ibaretti. Ben ki toprağın ve suyun çocuğu, ateşte nefes almış, serin esintilerden gıdalanmıştım. Varlığım bilgiyle yoğrulmuş gibiydi. Biliyordum, bildiğimi bilmenin bilinciyle biliyordum. Leylâ'yı, çölü, Dicle'yi, kervanların çıngıraklarını, mugaylan dikenlerini, hurma liflerini, aslanların sinsice yarlaş-malarını ve eşeğin anırmasını, pek çok şeyi biliyor, hissediyor, gözlemliyordum.

Kulübedeki rafların dolmaya yüz tuttuğu akşamlardan bi-rindeydi. Leylâ bulunduğum raftan beni tutup dizlerine yatırdı ve ocaktan aldığı ucu kömürlenmiş bir çubuk ile tam göğsüme "Kays" diye yazdı. "Kays!" diye tekrarladı sonra birkaç kez; "Sevgilim!" dedi sonra "Seninle kuzuları otlatıyorduk, ne hoş günler idi, baharlar geldi geçti, sevgililer kavuştu, sen dönmedin. Yağmurlar sekizinci kez yağdı vadilere, ilk yağmurlarda geleceğim demiştin, gelmedin. Keşke hiç büyümeseydik Kays! Kuzularımız hiç büyümeseydi keşke ey vefasız sevgili!.." Sonra kömür karası ile Kays adını yazdığı bağrımı dudaklarına götürüp

38

öptü, öptü, öptü... Yüreğimi o an hissettim. "Senin adın Kays olsun e mi?" dedi ince bedenimi pencereden süzülen güneşe tutarak ve adımı yazdığı yerimden, tam yüreğimden yeniden öptü. Her değişinde dudağının, bir kez daha sarhoş oldum o gecede. Kalbimin ta içine sızdı buseleri. Kays'ın adı değil de kendisi olmak geçti içimden. Beni Kays diye çağırarak tekrar tekrar öpmesini istedim. Yüreğinin sıcaklığını hissettim sabaha kadar. Bana sarılmış, kalbimi kalbinin üzerine örtüp öyle uyumuştu. Muhteşem bir geceydi. Sabah buruk bir tad vardı onun dudaklarında ve tuzu dilimde idi diri sıcaklığının. Eliyle yüreği arasında hiç kıpırdamadan nefes aldığım ilk ve son geceydi. O da beni sevmişti ki rüyalardan arta kalan sabahta tekrar okşadı yufka bedenimi. Gözünden süzülen iki damla yaş ile adımı yıkadı sonra babası görmesin diye. Duman rengi bir lekeye dönmüştü şimdi harfler: Kaf ve ya ve sad. Artık "Kays" diye okunamıyorlardı, ayrılmış, dağılmış, bozulmuşlardı. Ne ki kömürün izi, gizli bir fligran gibi adımı Kays koymuştu ya, ben bu adı sevdim, bu ad benim adım oldu. Öyle ki Kays'ın adıyla birlikte kaderini taşımaya and içtim. Bağrımda Kays adı kadar yüreğime de çılgın bir aşk gelip yerleşti.

babil'de ölüm istanbul'da ajk|39

Gün doğarken, Leylâ ile saadet dolu geceyi paylaştığımız kulübemizin yakınlarından bir deve kervanı geçmekteydi. Hicaz'dan Bağdat'a giden bezirganlar imiş meğer bunlar. Dicle parşömenlerini de toplamak üzere her mevsim buraya uğrar-larmış. Raflardaki tomarlar birer birer balyalanıp denklendi. Sıra bana geldiğinde Leylâ, adımı yazıp gözyaşıyla sildiği bağrımı yeniden öptü ve "Ömrümü adadığım sevgili! Umarım bu kâğıt senin eline ulaşır ye gönül gözünü açtığında kendi adını okur, sevgimin büyüklüğünü anlarsın!" diye mırıldandı. Destelerimin arasına kara saçlarından üç uzun tel, bir tutam çörekotu ve kurutulmuş lotus yaprakları koydu babasından gizli. Kokusunu verdi bana, aşkını emanet etti. Hissettiğimi biliyor gibi kulağıma sevgi sözcükleri fısıldadı, "Seni seviyorum, unutma!" dedi son defa öperken de.

Ben, Leylâ'nın nazik elleriyle koyduğu denkler arasına katışıp giderken, yazık ki o hiç duymadı benim çığlıklarımı, ilk ayrılığı ve ilk acıyı bu yolculukta öğrendim. Yaprak yaprak aşk, tomar tomar hasret taşıyordum içimde.

îlk ayrılık ve ilk acı... Geriye döner miydim, dönebilecek miydim?!.. Leylâ beni neden kazana atmak yerine dudağına götürmemişti sanki!.. Satılma düşüncesini kabullenemiyor-dum. Üstelik kime ve niçin satıldığımı da bilmeyecektim. Belki elden ele dolaşacaktım, belki rengim dört bir yana dağılacaktı kitap sayfalarında; peki ya gecede düşüm, günde Hayalîm olan sevgilinin elini tekrar hissedecek miydim?!.. Acaba hangi parçam, hangi kitapta yaşayacaktı? Deste deste dağılan varlığım acaba hangi yazı ile derlenip toparlanacaktı, bilmiyordum. Bildiğim, keskin bıçaklarla yontulmuş çift dilli kalemlerin bağrımı kanatmasına hazır olduğumdu. Yazıcılar, sözlerini ve sözcüklerini hoyratça serpiştireceklerdi üzerime, canımın ne denli yandığını hissetmeden. Belki açık saçık resimler çizecek, belki efsaneler sıralayacaklardı olur olmaz. Acaba aşka dair satırlar da işlenecek miydi kalbime? Kervancının bir arkadaşıyla söyleşirken

40İL.M

anlattığına göre Bağdat'ta en çok kutsal metinler yazılıyormuş kâğıtlara. Acaba üzüntümü giderecek bir teselli cümlesi var mıydı o kitaplarda?

Hilleli tacire satıldığımda kimse bana sormadı bu alışverişin nedenini. Satılan bendim; satan da, alan da ayrıydı oysa. Felek beni mezada koymuştu bir kez, isteğimi kim sorsun! Deve mahfelerinde, katır terkilerinde Hille'ye doğru giderken yaşamamış olmayı, varlığımın yok olmasını çok istedim bu yüzden. Uzaktan heybesinde gittiğim katıra saldırmayı kollayan.aç aslanlara yal-varasım geldi hatta. Tacirin belindeki kılıç da, kabzasına yapıştığı yay da, hatta bize yoldaşlık eden tasmalı köpek de benim düşmanım gibiydiler. Vahaya geldiğimizde taciri yılanlar yahut akrepler sokar diye de umdum nedense. Leylâ'nın yurdunda kalmak, rüzgârların önünde kumlara karışmak geçiyordu içimden. Kaderim hareketsizlik üzerine yazılmıştı ya; isteyebiliyor ama ya-pamıyordum. Tutkun âşıklar gibi irademin hep başkalarının elinde bulunacağını o zaman anladım. Hiç kimse duymayacaktı çığlıklarımı, kimse sormayacaktı bana ne istediğimi. Varolmanın dayanılmaz bir yük olduğunu benden daha iyi kim bilebilirdi oysa? Bundan böyle herkes hakkımda ileri geri kararlar alacak, bana istediklerini yapabileceklerdi ve ben, edilgen hayatımda her emre itaat için hazır bekleyecektim. Belki pahalı ücretlere satılacak, saygın kişiler elinde, bilge insanlara hizmet edecektim ama saygınlığım, öpülüp baş üzerine konulmam, üzerime yazılacak satırlarla belirlenecekti. Artık bir köle sayılırdım. Yolculuk boyunca bu gerçeği kendime tekrar edip durdum. "Bari" diyordum^'Iyi efendilere hizmet edeyim, güzeller yanında bulunayım."

Ve ben Kays, çöllerin nadide lotusu Leylâ'nın âşıkı, günler ve geceler boyu dua ettim bağrıma Leylâ yazılsın diye.

Bende Mecnûndan flizûn âşıklık isti'dâdı var Âşık-ı sâdık benim Mecnûn'un ancak adı var

Fuzulî

Bende Mecnûn'dan da öte bir âşıklık yeteneği var. Gerçek âşık benim, ama Mecnûn'un adı

çıkmif bir kere!..

IV

İlk Aşkım ve İlk Acım: Adı Leylâ Aşk Derdime İlacım: Adı Leylâ

Fuzulî, Bağdat'tan Hille'ye dönerken Anadolulu şairlerle yaptığı şiir sohbetlerinin lezzetini dimağında; hükümdara sunduğu kasideye karşılık kendisine bağlanan günde dokuz akçelik maaşın hazzını zihninde; üç ay önce bırakıp gittiği ailesinin hasretini kalbinde ve BC hakkında öğrendiklerinin ağırlığını da ruhunda taşıyordu. Matarasının kayışına her el uzattıkça benliğine karabasanlar hücum etmesine artık izin vermeyecekti. Kanun Koyucu'nun lütfettiği dokuz akçelik maaş sayesinde daha rahat bir hayat yaşayacak, bilime ve şiire daha fazla zaman ayıracaktı. Arapça ve Farsça yazdığı kitaplar ve şiirlere Türk diliyle yazılmış yenilerini eklemeyi arzuluyordu.

Bağdat'taki medrese hücresinde kendisini ziyaret edenlerin sayısı artınca dut ağacının dibine gömdüğü hançerin lanetine uğradığını düşünmüş, Süleyman Han'ın adamlarına durumu

42 I um

açmanın bir faydasının olmayacağını, hatta bunlardan birinin de BC üyesi olması halinde hayatının daha fazla tehlikeye girmesi ihtimalini hesap ederek işi bilmezliğe vurup hançeri teslim etmeyi uygun bulmuştu. Şimdi merak ettiği şey, hançerin bilginler elinde mi; yoksa hazine avcılarının elinde mi olduğuydu. Çünkü günler boyu tehditler, göz dağlan ve zorlamalarla kapısını aşındıranların görevi yalnızca bir kargo hizmeti idi ve hiçbiri ne hançerin gizli bölmelerinden, ne de matara kayışının içine astar yaptığı deri şeritten bahis açmıştı.

Fuzulî, Bağdat'taki son gününde Süryani kütüphanecinin mezarını ziyarete gitmeyi bir vasiyet bilmiş ve gördükleri karşısında hayretler içinde kalmıştı. Kütüphanecinin gömülü olduğu yerde mermer bir lahit duruyordu. Belli ki bunu kendisi ölmeden önce hazırlatmış, birileri de vasiyetine uyarak daha mezarının toprağı kuruyup oturmadan getirip üzerine koymuştu. Başında nasıl dua edeceğini bilemedi önce. Sonra lah-idin yan kapakları ile şahide ve ayak ucundaki kabartma figürleri, rölyef ve nakışları inceledi. Aradığını ise bir karış kalınlığındaki mermer kapakta buldu. Siruş başlıklı hançeri görür görmez de "Sırrını saklayacağım ihtiyar, kabrinde rahat uyu, dinince dinlen!" diye dua edip and içti kendi kendine. Hille'ye dönerken matara kayışının arka yüzündeki Keldani harflerinin Osmanlı Türkçesi'ndeki karşılıklarını ezberlemeye çalışması işte bu iyi niyetin eseriydi.

Ailesinin onu hasretle kucakladıklarının üçüncü ayında Bağdat'ta yaşadığı maceralar aklından silinmiş ve ilk olarak Hilleli bezirganlara iki kısır koyun vererek Bağdat abadîlerin-den ve Frenk parşömenlerinden bir tomar kâğıt ısmarlamıştı. Oradayken parasızlık yüzünden alamadığı kâğıtlardı bunlar. Ve üzerine, hani o İstanbullu şairler ile tadına doyamadığı şiir dolu gecede Hayalî Bey'in sözünü ettiği öykü yazılacaktı. Daha şimdiden, kendisini sınav verecek bir öğrenci gibi hissediyordu:

babil'de ölüm istanbul'da «şkİ43

"Çöl kızı Leylâ ile çılgın âşıkı Kays'ın öyküsünü Türk diliyle yazsanız!" demişti Hayalî Bey "Ve bu gizli hazinenin sandığını açıp eski bahçeye bir taze güzellik verseniz!.." diye onun şairliğine olan güvenini belirtmiş, iltifat etmişti. Fuzulî, zor bir işe başlayacak olmanın tedirginliğini duyuyor, âdeta lodos öncesi melankolilerde geziniyordu. Zihni her an yeni bir öykü kurgusuyla meşguldü, iranlı ve Türk şairlerin daha önce yazdıkları bütün Leylâ ile Mecnûn öykülerini arıyor, buluyor, kopyalarını aldırtıp getirtiyor, okuyor, beğeniyor yahut beğenmiyor ama her birini defalarca inceliyordu. Şairlerin her birinde ayrı bir üslup vardı, kimisi olayları özetleyip tasvirleri çok uzatmış, kimi olaydan başka bir şey anlatmamıştı. Bazısının şiirinde yavan bir söyleyiş göze çarpıyor, bazısı zirve güzellikleri anlatıyordu. Üslup denen şeyin önemini bir kez daha anladı ve "Ben..." dedi içinden, "Ne olayları, ne tasvirleri anlatmalıyım! Ben aşkı anlatmalıyım, her şeyiyle aşkı anlatmalıyım."

Kâğıtlar eline ulaştığında, artık öyküsünü yazmak için kendini hazır hissediyordu. Öncelikle yumurta akı ve nişasta ile bir ahar hazırladı. Basık tavanlı kerpiç evinin ortasında kalan pen-ceresiz çalışma odasının serin döşemesine deste deste yaydığı parşömenlerin düzlenmesi için uçlarına mermer parçalarından ağırlıklar bastırarak bir sünger ile muhallebi kıvamındaki aharı yavaş yavaş ve yedire yedire sürüyordu. Arkalı önlü iki defa yaptığı bu işlemin sonunda kâğıtları yaprak yaprak kurutuyor ve yeniden desteleyip gerdiriyor, üstüne ağır taşlar koyuyor, sonra tekrar aharlıyor, tekrar kurutuyordu. Sürdüğü sıvının kalınlığını bir düzeye indirmek ve pürüzsüz sayfalar elde etmek için üzerine cilalanmış silindirik taşları mühre niyetine bastıra bastıra sürterken, elinin altında tuttuğu her bir sayfanın vazı ile buluşmak üzere acı çektiğini, acıların da bağrına güzellik olarak yansıdığını bilemezdi elbette.

Fuzulî tomarlardan bir yenisini açtığında yere saçılan çöre-kotları ve lotus yapraklarına bakakaldı. Odasına güzel bir koku

44|L8.m

yayılmıştı. Nil kıyılarında biten lotus esansıyla her gün bedenini ovan En-lil'in kokusu gibiydi bu. Çörekotlannı birer birer toplarken parmaklarının ucuna dolanan bir şeyi fark etti. Bu, Hıta ülkesinin miskleri kadar kara üç tel saç idi ve dimağını sarhoş eden bir koku yayıyordu. Birdenbire çöl kızı Leylâ'nın silueti belirdi gözlerinin önünde. Yüreğinin derinlerinde bir yerlerde buruk bir sancı hissetti. Kaç gündür öyküsünü yazdığı Leylâ'yı düşünerek onu gözlerinin önünde canlandırmayı deniyor, ona kişilikler biçiyor, kimlikler çıkarıyor, giydiriyor, yürütüyor, konuşturuyor ve sonra bunları zihnine kazıyıp öyküsünü anlatacağı insanı tanımaya çalışıyordu. İşte şimdi hayalinde gerçekten de bir güzel kız canlanmıştı. Günlerdir aradığı güzelin bu olduğuna o anda karar verdi. Ne var ki hayaline gelen Leylâ'nın biraz efsaneler güzeli Leylâ'yı, biraz da Dicle yamaçlarında çilek toplayan Leylâ'yı anımsattığını hiçbir zaman bilmedi. Ne öyküsünü yazarken, ne de daha sonra Leylâ'dan bahsederken... O, öyküsünün kahramanı olan Leylâ'yı kendi zihninde şekillendirdiğini sandı hep. Oysa Dicle'nin serin yamaçlarındaki lotus kokulu kız idi bu.

Neden sonra elindeki üç tel saçı yeniden iki parmağı arasında ovuşturdu, yakından baktı ve şairane hayallerle bu saçların kime ait olduğunu kestirmeye çalıştı. Bir yandan da lotus yapraklarındaki kokudan, bu saçların sahibine ait asil ıtır zevkini damıtmaya çalıştı.

Fuzulî, kendisi için bir sır olan bu saçların öyküsünü, elinde tuttuğu bir kâğıdın bildiğini hiç düşünmedi elbette. Bense bunu düşünsün ve beni keşfetsin, benimle muhatap olsun diye umutla bekledim hep. Yalnızca bağrımdaki kömür lekesiyle avucundaki çörek otları arasında bir aşk büyüsünün bağını hissetmesi bana yetmiyordu. Biraz sonra, elindeki saçları saklayan kâğıdı yakından görmek isteyerek beni yerden kaldırdı, bir müddet ışığa doğru tutup damarlarımı gözden geçirdi ve sonunda adımın yazılı olduğu yeri, Leylâ'mın dudak izini sağ elinin iki parmağı arasında hassasiyetle yokladı.' "Burada bir

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 4 5

hatıra gizli olmalı, acaba kime aittir ki?" diye kendini meraka kaptırırken, yazacağı kitabın başlığını koyacağı ilk sayfada kullanılmak üzere beni bir ayırdı ve köşedeki sergenin üst gözüne itina ile yerleştirdi. Şimdi olup bitenleri ben de rahatça seyredebilirdim artık.

Ahar sürme işlemi sona erdiği zaman derin bir nefes aldı Hilleli Fuzulî. Bugün ilk dizeleri dizmeyi düşünüyordu. Yazaca- ğı öykünün planlarını yeniden gözden geçirirken birdenbire âmâ kütüphanecinin hayali belirdi karşısında:

"Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır. Onlara hakim olan dünyaya sahip olur."

Karar verdiği andı bu; kütüphanecinin sırrına ait çözemediği şifreleri, yazacağı kitabın içine gizleyecekti. Kütüphaneci "Aşkı bilen..." demişti. O halde şifreleri yerleştireceği beyitler aşkı anlatmalıydı. "Yedi gerçek sır..." demişti, o halde bunlar sır kadar gizli olmalıydı. Aşk ve sır... Kütüphaneci için bu ikisini yan yana getirmek boşa gitmezdi. Zaten aşk ile gizliliğin yan yana bulunması dikkat çekmezdi. "Çünkü gerçek aşk, gizli olandır!" dedi içinden. Bunları düşündüğü için de kendisine "Aferin!" demeyi ihmal etmedi. Şimdi Siruş başlıklı hançerin kabzasındaki AKELDAN adındaki harfleri matara kayışına işlediği rakamlar ile birleştirmesi gerekiyordu. Önünde yedi harf ile yedi rakam bulunuyordu. Öyleyse bunları L&M öyküsünü anlatacağı beyitlerden yedi tanesine yaymalıydı, iyi de bu yedi beyit hangileri olacaktı?

Saatlerce düşünüp kararını verdiğinde, bundan hiç kimseciklere söz etmemeye and içerek çöl kızı Leylâ ile çılgın âşıkı Kays'ın öyküsünü yazmak üzere divitini mürekkebe bandırdı.

Leylâ'nın aşkını taşıyan âşıkın ben olduğumu kimseciklere anlatamamanın huzursuzluğuyla tedirginim şimdi. Hilleli Meh-med Fuzulî'nin elinde katlanıp aynı boyda yapraklar biçiminde

4 6 um

kesilirken, göklere ulaşan çığlıklarımı hiç kimselere duyurama-mış olmamdan da şikayetçi değilim ayrıca. Çünkü Fuzulî' nin yanında iken aşkın acı demek olduğunu çok iyi öğrendim. Kölenin aşkındaki acının elbette bir kat fazla olması gerektiğini de biliyorum. Olgunlaşmak acılarla oluyordu çoğunlukla. Kaldı ki Leylâ'dan ayrılırken bağrıma aşk yazılsın diyen ben idim ve dualarım kabul olmuş, bir şair eline düşmüştüm. Hem de Türk'ün olduğu her yerde dalga dalga sesi yayılan bir şair eline. Onun üzerime yazacağı yazılardı şimdi beni baş tacı ettirecek. O iğne ile bağrımda delikler açıp ibrişimlerle sayfa sayfa diktiği vakit de canım acımıştı elbette, ama yazıya hazır bir defter olunca, hele Fuzulî gibi bir şair üzerime beyitler yazmaya başlayınca bütün bütün sevinç duymuş, çektiğim onca acıyı unutmuştum. Hem Fuzulî aşkı anlatırken hep acıdan, elemden, ayrılıktan, yanmaktan, parçalanmaktan bahsediyordu. Aşk ayrılığının bir azab olduğunu söylüyor, sonra da azabın "a-z-b" kökünden türediğini, bunun da "lezzet" demek olduğunu söylüyordu. Demek ki aşkın azabında bir lezzet vardı v§ dertleri zevk edinmeyince aşkın tadı çıkmıyordu. Ben ki tarihin tanıyıp tanıyacağı en büyük âşıkın öyküsünü taşıyordum, elbette Kays kadar acı çekecek ve acı çekmekle onun varlığında yaşayabilecektim. Bunu bildiğim içindir ki her acıya katlanmaya, aşktan şikayet etmemeye karar verdim. Ne güzel sözlerdi Efendim Fuzulî'nin sözleri! Üstelik bağrıma yazılan öykü de Kays'ın ağzından dökülüyordu: "Tanrım, aşkın derdiyle içli dışlı eyle beni. Bir an olsun aşktan ayrı bırakma canımı."

Fuzulî bir aşk öyküsü diziyordu sayfalanma ve bana defter diyordu. Dizelerden oluşmuş bir öyküydü bu, bağrımda inci inci halkalanan. Süslenen bir güveyi gibiydim. Çektiğim onca acıya değmişti bu güzel sözler. Hele bir yerde şöyle yazmıştı Fuzulî, benim dileğimi biliyormuş gibi, "Evren baştan başa saçının bir tek teline bağlı, ey cihan güzeli, adı Leylâ!"

babil'de ölüm istanbul'da aşkl47

Leylâ ile Kays'ın, Amiroğulları obasından iki amca çocuğunun öyküsüydü bağrıma yazılan. Divit hokkadan her çıkışta bir kat daha güzelleşerek, biraz daha heyecan ve aşka dolanarak ilerliyordu. Sanki Fuzulî gençlik aşkına, hocasının ay parçası kızına, hani şu "Gözüm canım efendim sevdiğim devletlü sultanım" dediği dilbere yeni rastlamış bir âşık gibiydi. Bu adamın aşk hakkında bildiği her şey bir yağmur damlası berraklığıyla dökülmekteydi kaleminden. Derinlikli, çağrışımlı dizeler, aşkın bin bir hâli, sevginin felsefik çözümü. Bir sarmaşık diyordu o aşk için. Aşk sözcüğü zaten sözlükte sarmaşık demekmiş. Bir sarmaşık çınarları servileri nasıl sarıp sarmalarsa, aşk da öyle sarıp sarmalarmış çınar gibi yiğitleri, servi boylu dilberleri. Ve her sarmaşık, sardığı ağacı kuruturmuş sonunda. Dıştan yemyeşil ve güzel gösterirmiş ama içten içe kurutur, çürütür, çöker -tirmiş. Bütün bunları bahçesindeki en güzel hurmayı kurutan sarmaşığa bakarak anlatıyordu, her dizeyi yazdıkça gelin gibi süslenmiş ama meyvadan kesilip kurumaya başlamış olan hurmaya bir kez daha gözleri dolarak bakıyordu. "Kays!" diyordu için- ^T--den, "işte bu fidan gibi çürü- " ^ - _-

dü sarmaşık kendisini sarınca." Ya Leylâ! O da Kays'tan az değildi ya! Bu öyküyü yazar- "i ken hangisinin aşkı diğe- ^: _ rinden üstün -* olmalıydı, bir türlü karar veremiyordu. Kays, evet aklını yitirmiş, adı Mecnûn'a, Çılgın'a çıkmıştı ama dünyaya

4 8 I LS.M

ün salmıştı. Bir delilik idi ki onunkisi, binlerce akıllılığa bedel. Çıldırmıştı ama çağlar boyu bütün akıllılar bu çılgınlığı kıskandılar. Öte yanda Leylâ vardı, aşkını anlatmasına törenin engel olduğu, sevdiğini söylemeyi ar edinmiş, geleneklerin tutsağı. Mecnûn aşkını söyleyebiliyordu ama onunki tam da yüreğinde gizli kalmıştı. Aşkını gizli tutan âşık elbette açıklayandan üstündür. Acıyı kendisine ayırıp sevgiliye safa sunan âşık elbette daha üstündü. Hem Süryani kütüphaneci de "Aşk ve sır" dememiş miydi?! Demek ki daha Arşiya Akeldan'dan itibaren aşk ile gizlilik birbirine süt ile şeker kadar yakışıyordu. BC'nin bilge rahipleri aşk ile sırrı yan yana koymuşlardı.

Fuzulî'nin aşk ekseninde anlattığı öyküye göre, Kays ile Leylâ henüz çocuk yaştayken aynı okula gidiyorlar ve birbirlerini sevmeye başlıyorlardı. Leylâ'nın memeleri bile belirme-mişmiş o zaman, Fuzulî böyle düşünüyor. Çok geçmeden aşkları duyuluyor ve annesi Leylâ'yı okuldan alıp eve kapatıyor, Kays da ayrılık acısıyla çöllere düşüp aklını yitiriyordu. Halk ona "çılgın, deli" anlamında "Mecnûn" demeye başlıyordu, iki sevgilinin ömür boyu süren muhteşem aşkları, sonunda ölümle son buluyor ve dünyada kavuşamayan Leylâ ile Mecnûn aynı mezarda sarmaş dolaş oluyorlardı.

Günler ilerliyor, öyküde her şey yerli yerine oturuyordu. Olaylar hızla gelişirken, yıllar çabucak geçiveriyordu. Biraz trajik, biraz lirik anlatımıyla gerçekten her okuyanın gözünü doldurup boşaltacak sahneler yazılıyordu bir bir. Olaylar sona yaklaşınca, yani Leylâ mezara girip de Mecnûn onu kucaklamaya giderken, Anadolu zariflerinin teklifini yerine getirmekten ve başarılı bir sınav vermekten dolayı Fuzulî'nin heyecanı iyiden iyiye artmıştı. Ama asıl heyecan, şiirleri kalbime göme göme büyüyen benim bağrımdaydı. öykünün sonunu merak ettiğimden değildi bu heyecan; sık sık Leylâ adının anılmasın-dandı. Her defasında Dicle yamaçlarındaki hayatımı ve son gecede eli göğsüme yaslanmış uyuyan Leylâ'mın saçının kokusunu yeniden duymamdandı. Usta şairdi şu Fuzulî vesselam.

•1 ¦•;

\ ]

11

babil'de Ölüm istanbul'da a ş k I 4 9

Öyküde anlattığı aşkı yaşayan ve Amiroğulları'ndan biri diye adı anılan sevgiliyi, yani Leylâ'yı, benim Dicle yamaçlarında bıraktığım sevgiliye benzeterek anlatıyor, sanki benim gönlümü yapmak istiyordu. Ve yine sanki ben bunu duyuyor, hissediyor, Kays'ın aşkını kendi aşkım gibi yeniden yaşıyor ve hikâyedeki aşk sözlerini söyleyebiliyor, için için konuşabiliyordum. Bazen öyle oluyordu ki, neredeyse sesimi Fuzulî'ye duyurabilecek gibi sessiz çığlıklar atıyordum. Bazı dizeler yanlış yazıldıkça çırpınmaya başlıyor, mürekkebi çevreye dağıtmayı diliyor ve harfin şeklininin bozulmasını arzuluyordum. İstiyordum ki Fuzulî serçe parmağını dudağına götürerek onu silsin, bağrımdan kazısın ve daha güzelini, daha doğrusunu yazsın; böylece Ami-roğlu Kays'ın değil de benim aşkım anlatılsın.

Öykü ilerleyip aşkın gerçekliği meydana çıktıkça benim de duyarlılığım artmaktaydı. Bir köle gibi algılanmayı kabullenir olmuştum. Efendim Fuzulî'nin yüksek sözlerinin kölesi olmak, sözün değerini bilmeyen meclislere efendi olmaktan yeğ idi ve kimse hissetmese de kendimi bir efendi olarak, "sevenlerin efendisi" olarak görmeye başlamıştım. Fuzulî, Leylâ'nın ağzından "Bende Mecnûndan da fazla bir âşıklık yeteneği var; çünkü gerçek âşık benim, Mecnûn'un ise adı çıkmış." diye yazdığında, "Hayır!" demiştim, "Mecnûn'dan ziyade aşkı olan asıl benim, gerçek âşık da benim!"

Adıma parşömen, tomar, kâğıt, defter, her ne denirse densin ben; elem öyküsünün erkek kahramanı idim artık ve Leylâ'nın aşkını içimde hissediyordum. Belki insanlar katında bir köle idim, bu değişmeyecekti, beni yine benim irademin dışında alacaklar, verecekler, satacak, atacak tutacaklardı, koyacak ve kaldıracaklardı, bana ne istediğimi asla sormayacaklardı ama ben yine de Leylâ'nın aşkını içimde hissedecektim, onun acı çeken âşıkı olacaktım. Evet ben bir köle idim, ama muhteşem bir köle idim. Seven ve sevdiğini içinde taşıyan gizemli bir köle. Sayfalarıma dizeler dizildikçe de ihtişamım artıyor, aşkı

5 0 um

b a b i I' d e ölüm istanbul'da a ş k j 5 1

hissettikçe bir başkalaşım, bir tür değişim geçiriyordum sanki. Leylâ'nın çöl kokulu bağrında başlayan aşkım tamamlanıyordu. Zaman zaman öyküdeki Kays'ı kıskanıp onu öyküden kovmak isteyişim bundandı. Bu çağda Mecnûnluk bana yaraşırdı elbet. Leylâ'yı benden daha çok kimsenin sevebileceğini düşünmüyordum ve eğer benden çok seven olursa herhalde bedduam onu kara toprağa karardı. Tıpkı öyküdeki kaderdaşımın rakibi Ibn Selam için ettiği beddua gibi.

Efendim Fuzulî sözcükleri aruza vurdukça sözler ahenk buluyor, anlatım musikîye dönüşüyor, ritim de sürükleyiciliği sağlıyordu. Bütün bunların ardında Leylâ olgunlaşmış, kemâle ermiş ve eşi bulunmaz bir güzeller güzeli olmuştu. Kâh saçlarını örmek geçiyordu içimden, kâh uyurken dudaklarını öpmek. Bu dayanılmaz bir aşk çilesiydi. Leylâ adı geçen her sayfada kalbim hızla çarpıyor, onu yakınımda, yanıbaşımda veya bana sımsıkı sarılmış hissediyordum. Gün oluyor, öyküdeki Kays'ın kavuşamadığı Leylâ benim koynumda uyuyor, gün oluyor içimdeki Leylâ benden uçup gidiyordu. Onun kederini anlatan sayfalarda ağlamak da bana düşüyordu hep.

Fuzulî'nin öyküye başladığının ellisekizinci günüydü. O gün Leylâ, hacca giden kervandan ayrılıp dağlar delisi Mec-nûn'u aramak üzere sahralara yönelecek, devesinin yularını boynuna atıp kulağına "Ey anlayışlı yoldaş!" diyecekti, "Sen muradımı biliyorsun, ama ben yolu bilmiyorum. Şimdi rehberim sensin, git ve Kays'ı buldur bana." Deve gidecek, gidecek ve onu yabanıl hayvanlarla oturur bulacaktı. Efendim Fuzulî sahnenin buradan sonrasını çok canlı anlatmaya, her hecede heyecanımı bir kat daha arttırmaya başlamıştı. Bir müddet iki âşık sitemlerle konuştular, birbirlerinin aşktaki sadakatlerini denediler. Daha doğrusu Leylâ, Mecnûn'un gerçekliğini ve aşkını sınayıp durdu. Yazık ki Mecnûn onun, "Ey vefalı âşık! îşte ben geldim, Leylân geldi, hani yıllardır beklediğin sevgili!" diye

yalvarmasının değerini bilemedi ve, Leylâ'ya değil de bizzat aşka âşık olmuş gibi şöyle deyiverdi:

"Leylâ, eğer ben ben isem, nesin sen; yok sen sen isen, ya neyim ben?!.."

Fuzulî bu beyti, Mecnûn'un sahralarda Leylâ ile bütünleştiğini ve onu her zerresiyle kendinde hissettiğini, yıllar yılı ruhunda onunla birlikte yaşadığını, Leylâ'yı tamamen içselleştir-i diğini ve duygularındaki aşkınlığı anlatmak için söylemişti. O

¦, kadar Leylâ ile doluydu ki, o anda Leylâ'nın "Ben geldim!" de-

mesini ikilik saydı, özünde olanı kaybedip karşısında olana kapılanmayı aşkın alt derecesi gördü ve "Ey sevgili! Hayli zamandır ben senim, sen de ben; biz iki bedende tek ruh, bir kabukta çifte bademiz, öyle iken sen ve ben diyerek arada ikilik çıkarmak aşkımıza yakışmaz!" dedi ve garip bir biçimde onun bu beytinin yansıması bende belirdi ve o andan sonra ben gerçek bir âşık gibi hayat buldum, içimden "Ey Kays! Eğer ben gerçekten ben isem sen kimsin; yok eğer sen Kays isen, ya ben kimim?" diye sayıklayıp durdum. O anda benimle Kays arasında da bir ayrılık ve gayrılık kalmamıştı. Efendim Fuzulî, birkaç gün kulaklarında çınlayıp duran bu beytin, aslında benim durmadan sayıkladığım aşkım, hep haykırmak istediğim feryadım olduğunu hiç bilmedi. O "Eğer ben ben isem, nesin sen ey Leylâ! Ve eğer sen sen isen, ben neyim a güzeller güzeli?!" diyen sesi gaipten duyduğunu sandı, oysa bu beyit, benim her defasında bir kez daha yüksek sesle haykırarak kişilik ve kimliğimi tamamladığım, imanım ve inancım sayılan sözlerimden başka bir şey değildi. Ben, Dicle yamaçlarının mahzun çileği, şimdi artık Kays olmuş, Mecnûn olmuştum ve öykünün sonuna kadar bu kâğıtta yaşayacak, aşkı bütün gam ve kederli yanlarıyla tadacaktım. Öyküdeki Leylâ, benim Dicle kıyılarında bıraktığım ince parmaklı, kara gözlü, kara saçlı sevgilimin ta kendisiydi artık. Bir kâğıt olarak eksik idim, Leylâ'ya dair sözlerle tamamlandım. Ölü idim, dirildim; uyuyordum, uyandırıldım, istesem Efendim Fuzulî ile konuşabilecek kadar kendimi değişmiş

52

hissediyordum. Onun elini, parmaklarını, divitinin ucundan yayılan mürekkebi görüyor, hissediyor, düşüncelerini okuyor, dilini anlayabiliyordum. O uyuduğunda bir köle gibi baş ucunda bekliyor, evden dışarı gittiğinde rafta dönüşünü bekliyor, çocukları yanına geldiğinde babalık şefkatini hissediyor, geceler boyu mum ışığında şiirler yazarken kurduğu hayalleri zihninden okuyabiliyordum. Bana tam olarak ne olmuştu, pek bilmiyordum, ama can gözüyle görüyor, hâl diliyle anlıyordum. Başka bir boyutta, beni anlatan şair ile aynı zamanı yaşıyordum. Leylâ'mın etrafında bir tül gibi dolaşıyor, bir düşünce olup Leylâ'ya sahip çıkmayı görev biliyordum. Zaten bu yüzden kendimi bir köle, Fuzulî'yi de efendim olarak gördüm. Efendim, kölesinin duygularından hep habersiz yaşasa da bu böyleydi. Çünkü köleler sadece tanıklık eder konuşmaya, fikir söylemeye haklan bulunmazdı. Ben de defterin sayfaları arasından bakarak görüyor, hissediyor ve tanıyordum, o kadar. Bütün bunlara Leylâ için sahip olduğumu düşünüp tıpkı öyküdeki Kays gibi Leylâ'yı bulmaya and içmem için günlerce kendimi dinlemem, aşkın yüceliğinin her şeyden üstün olduğunu anlamam, gerekti. Evet, Kays olup Leylâ'yı bulacaktım. Ben bunun için Dicle yamaçlarından koparılmış ve kazanlara atılmıştım. Üstelik bana kimlik ve kişilik veren Efendim'e teşekkür edebilmek için de buna mecburdum, iradem elimde değildi, ama yolların bir gün Leylâ'ya çıkacağını umuyordum ve bunun için daima dua edecektim. Leylâ için yaşamak ve tıpkı Kays gibi Leylâ uğrunda varlığımı yok etmek... Dalımdan koparıldığını gün dudaklarını arzuladığım o çöl güzelini bulmak ve yok olacaksam onda yok olmak... Böylece Efen-dim'in acıklı hikâyesini mutlu sona erdirmek.

Vaktiyle Leylâ'nın yakınında bitmiştim, gelecekte onun elinde yitmeyi istiyordum.

Fuzulî, defterinin ilk sayfasındaki kömür karasının bulunduğu yere, gözyaşıyla yıkanan Kays fligramnın tam üzerine, hani

\

i

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I S 3

1

Leylâ'nın dudak izinin bulunduğu yere, kara mürekkep ile öyküsünün adını yazdığında divitini hokkaya bandırdığı günün üzerine tam yetmiş üç defa güneş doğmuştu. Üç kızdan sonra dördüncü çocuğunun erkek doğduğunu haber almış bir babanın mutluluğuyla kitabını eline aldı, önce okşayıp sever gibi dört köşesini yokladı ve nihayet ta'lik hat ile özenerek yazdığı adını tekrar okudu: Kitâb-ı Leylâ ve Mecnûn.

Bahtı kara, gözü kara, saçı kara çöl kızının aşkı da böylece kara harflere karışmış oldu.

Ben Leylâ'nın aşkı ile sarhoşken BC'nin sırrı da kara harflerin arasına karılmış, orada ebediyyen saklanmak üzere âsûde bir uykuya yatmıştı. Efendim Fuzulî matara kayışının astarın-daki rakamları beyit sıra numaralanna işlemiş, bunu yaparken de "aşk" ve "sır" kelimelerini kullanıp tıpkı Babilliler gibi 7 ve katlarından yararlanmıştı. Böylece kitabının içinde "aşk" ve "sır" sözcüklerinin ortak geçtiği beyitlerin numaraları bulunup her biri yediye bölündüğünde, artık sayılar BC'nin hazineleriy-le BUAM'ın uzay sırlarını insanlığa sunacak kapının şifresini verecekti.

Efendim Fuzulî çok zeki birv adamdı şüphesiz. Bana emanet ettiği bu rakamlar ne zaman keşfedilip uyandınlacaktı, kimler o sırrı bulmak için benim peşime düşeceklerdi, şimdilik bilmiyordum. Hatta bir ara, aşkımın onca güzelliği ve damıtümışlığı içinde birtakım gizemli maceraların katıştırılmış olmasını da biraz yadırgamadım değil. Sanki hayatımı birilerinin eline peşkeş çekilmiş gibi hissettiğim ilk gün idi o. Bekleyecektim, bekleyecek ve görecektim. Bir yandan aşkı rafine coğrafyalarda seçkin şairlerin gönüllerindeki gibi hissedecek, diğer yandan taşıdığım sırrın yükü altında ezilmeden ve kendimi ezdirmeden yaşamaya alışacaktım. Bu benim kaderimdi.

* * *

Efendim Fuzulî, çoluğunu çocuğunu alıp Hille'den Kerbela'ya taşındığının ikinci yılındaydı. Hayatının en bahtiyar günlerini

54 um

ba b i I' d e ölüm istanbul'da aşk

J55

yaşarken benim beyitlerim üzerinde küçük düzeltmeler yapıyor, kopya etmek isteyenlere verirken de sayfalarım arasına koyduğu eklenti kâğıtlar ile beyitlerime ya yeni ilaveler, yahut eksiltmeler yapıyor, böylece kopyalarımdaki sıra numaralarını benimkilerden uzak tutuyordu. Gerçi kopya yapan yazıcılar zaten kendi keyiflerine göre ilaveler veya eksiltmeler yaparak benim beyit sıra numaralarımı değiştiriyorlardı ama Efendim Fuzulî hiçbir ihtimali göz ardı etmiyor, Süryani kütüphaneciye verdiği sözü tutarak BC'nin ve BUAM'ın sırrını koruyordu.

Efendim'in Kerbela'daki hayatı dingin, âsûde ve huzurlu geçiyordu. Aslında bunu çoktan hak etmişti de. Oğlu Fazlî, Kerbela Medresesi'nde okuyor ve tıpkı babası gibi gençliğini şiirler yazarak yaşıyordu.. Kızını, hazret-i Hüseyin torunlanndan bir seyyid ile evlendirmişti. Kanun Koyucu'nun valisi Ayaş Mehmed Paşa, ona sık sık hediyeler göndererek gelip Bağdat'a yerleşmesini teklif ediyordu. Efendim gerçi bu tekliflere övgü dolu kasideler yazarak karşılık veriyor ama nedense Bağdat'a gidip valinin koruması altında asalak yaşamayı onuruna yediremiyordu. Bir de Bağdat valilerinin sık sık ya azledilmeleri, ya ela başka göreve atandırıl-malan vardı. Ayaş Paşa'dan sonra gelecek vali kim veya nasıl bir insan olacaktı, onunla anlaşabilir miydi, şiire ve sanata hoş bakar mıydı?!.. Bağdat'a taşınma konusunda daha bir sürü soru vardı aklında. Ama hepsinden önemlisi, göz önünde olursa BC'nin veya Babil ilahlarının altın heykellerini arayan hazine avcılarının ailesine verebilecekleri zarar idi. Bu yüzden Ayaş Paşa'nın en son teklifine de hayır demek zorunda kalınca ona alışılmış övgü kasidelerinden biri yerine beni göndermeyi uygun gördü. Ne var ki benim o günlerde daha giyecek bir elbisem bile yoktu. Üzerimde "Kitâb-ı Leylâ ve Mecnûn" yazıyordu ama henüz öyle derli toplu bir kitap bile sayılmazdım. Kullanılmadan eskimiş, yaşamadan ihtiyarlamış gibiydim. Yapraklarım hâlâ o ibrişim ve iğne delikleriyle yaralanıyor, acı hissediyordum. Özellikle geçen yıl kopyamı alan yazıcı beni çok hoyrat kullanmış, üzerime kahve bile dökmüştü. Efendim, hem yanık lekelerini tedavi etmek, hem de porsumuş kemerlerimi sıkılaştırmak için beni

yeniden dağıtıp topladı. Yeniden çuvaldızı bedenime batırıp ibrişimlerle bağladı. En son da sığır gönünden bir tabakaya sarıp sarmaladı ve titrek mum ışığında, gecenin geç saatlerine kadar bazı yerlerimi tekrar tekrar okuyup değiştirdi. Bu değişikliklerin bazısı da BC şifrelerini taşıyan beyitlerden üçünün sıralarını yeniden eski düzenine getirmek için yapılmıştı. Gecenin son çeyreğinde yorgunluk ve zayıf ışıktan yorulmuş yaşlı gözleri kapanır-» ken beni göğsüne bastırıp derin bir iç geçirdi. Hayatının en mut-

lu uykusunu uyuduğunu ilk o gece gördüm..

Efendim'in kalp atışlarını doya doya dinleyip dostluğunu hissettiğim ilk ve sori gece oldu bu. O rüyasında Leylâ'yı görüyor muydu bilmem, ama kalbinde Leylâ olduğunu hissediyordum. Efendim ile aynı güzeli mi seviyorduk? Ona ihanet mi ediyordum? Kendimden utanmam gerekir miydi? Yoksa o da yan odada uyuyan karısından utanır mıydı?!.. Sabaha kadar bazen onun kalbini, bazen kendi kalbimi dinleyerek ağladım, ağladım. Belki de Efendim'den ayrılmaktı beni ağlatan. Bu geceden sonra Efen-dim'i bir daha görebilecek miydim?!.. Ve daha da önemlisi, satırlarım arasına BUAM'ın uzay yolculuklarına ilişkin sırlarıyla Babil ilahlarının altın heykellerine açılan kapının şifrelerini serpiştirerek başıma gizemler dünyasının saltanat tacını giydiren bu yufka yürekli koruyucum olmadan nasıl yaşayacaktım?..

* * *

Ben Mecnûn, Efendim Hilleli Mehmed Fuzulî'nin dizelerinde yaşayan köle... Çilek idim kazanlara attılar, kâğıt diye pazarlarda sattılar. Hücrelerim iki tomarı doldurmuştu, Bağdat çarşısında iki koyuna takas edildim ve kendimi Hilleli lirik şairin kulu bildim. Onun evinde aşkı tanıdım, sonra acıya alıştım, aşk mektebinde yıllar yılı Leylâ'yı çalıştım. Yazıldım kitap oldum; dile geldim, söyledim, hitap oldum.

Ben Kays!.. O muhteşem köle!.. Ve sultanım Leylâaaaaaaaa!...

Kadem kadem gece teşrifi NâiK o mehin Cihan cihan elem-i intizâra değmez mi

Ey Nailî! Geceleyin o ay sevgilimin adım adım gelişi, cihan cihan bekleyiş acısına değmez mi?

Bu, Karların Kana Bulandığı ve Ciğerimin İlk Kez Yandığıdır

Kerbela'nm yıllık vergisini toplayan memurun heybesinden çıkıp Ayaş Mehmed Paşa'nın eline geldiğimde o da tıpkı Efendim gibi beni öpüp alnına götürdü ve günün son ışıkları masallar diyarı Bağdat'ın dizi dizi kubbelerinde kırılırken içimdeki öykünün başlangıcını okumaya başladı. Çocukluğunda annesinden bir halk hikâyesi olarak dinlediği L&M'in bu detaylı ve şairane anlatımı karşısında heyecanlandığını, beni elinde tutuşundan anlıyordum. Kays'ın Leylâ ile buluşmak için çareler aradığı bölümü okurken gözlerinden iki damla yaşın süzüldü-ğünü gördüğümde, onun da kalbini vaktiyle gizli bir sevdaya kaptırdığını ve kim bilir kaç geceler hayaller kurarak rüyalara daldığını anladım. O sırada selamlıkta sönmeye yüz tutan mangalı değiştirmeye gelen hizmetkârı bile duymamıştı. Öykümün sonlarına yaklaştığında esen rüzgâr şiddetini arttırmış, A'zamiye minarelerinden çifte müezzinin okudukları sabah

babiTde ölüm istanbul'da aşk[57

ezanları duyulmaya başlamıştı. Zerdeva kürkünü omuzuna alıp konağın harem kısmına geçerken, beni Kanun Koyucu'ya armağan etmeyi planlamaya başlamıştı bile. "Böyle muhteşem bir kitap gönderip kendimi hatırlatırsam belki ilerde nişancılık görevini almak için vesile bulmuş olurum." diye geçiriyordu içinden.

Paşa, birkaç gün sonra Basra hakimi Emir Raşit'in, Osmanlı'ya itaatini bildirmek ve birçok hediyelerle birlikte kentin anahtarlarını hükümdara sunmak üzere gönderdiği kafilenin dizçöken ağasını çağırıp "Bak a ağa!" dedi ve kesin bir emir üslubunda devam etti, "Sana seçkin yeniçerilerimden elli nefer muhafız tayin ettim. Hünkarımıza sunulacak armağanlarla birlikte bu kitabı da istanbul'a götüresin ve bedestende Kara Piri'ye ulaştırasın. Armağanları korumak senin boynunadır, ancak kitabı yerine teslim etmen benim emrimdir, bilesin. Şimdi durmayıp gidesin ve karda kışta ne armağanları, ne askerlerimi telef etmeyesin. Uğurun açık ola!."

Yola çıktığımızda koynumda Efendim'in daha evvel söylediği âşıkane gazeller ile Kara Piri'ye yazılmış bir pusula taşıyordum:

"Selamdan sonra,

Halda haldaşım, yolda yoldaşım, Kara Piri karındaşım,

Fuzulî üstadımın bir kıta L&M mesnevisiyle perakende gazellerini yolluyorum. Gazelleri Balıkesirli Zatî ile Hayalî Mehmed Bey'e teslim edesin. Mesnevi, sultanımız efendimiz içindir. Ancak daha evvel usta ellere uğrayıp boş sayfalarının minyatür ve tezhiple doldurulması, ardından bir ciltçiye sahtiyan üzerine murassa cilt yaptırılması, sonra da usulünce hünkâra takdimi konusunda gayret ve emir senindir.

Çocukluğunu paylaşan Ayaş Mehmed"

Biz ilerlerken soğuklar da şiddetini arttırıyordu. Amid sancak merkezi Diyarbakır'a gelesiye kadar atlarımızın çullarıyla süvarilerin kaftanlarının ıslanması dışında her şey yolunda gitmişti.

5 8 I L8,M

Kale dizdarı konaklamamız için Sincariye Medresesi'ni hazırlatmış. İki gün burada bir sandık içinde dinlendim diyebilirim. Dinlendim, çünkü katır sırtında ve bir torbaya sarılı olarak geçen dağ tepe yolculuğumuzda tombak kaseler, gümüş kakma leğenler, ayaklı şamdanlar, kaşık ve kepçe takımları ve sahanların çıldırtıcı gürültüsünü işitip donuk yüzlerim görmekten yorulmuştum. Gevşeyen ibrişimlerimi belime sarıp uzunca süre hareketsiz beklemeye ihtiyacım vardı. Zaten yol boyunca, Yasa-vul Ağası'nın beni neden kumaşların, ipek oyaların ve atlasların olduğu sandığa koymadığına; en azından terki, kamçılar, koşum takımları, mestler, çizmeler, çarıklar ve peştemallerin olduğu yükler arasına lâyık görmediğine söylendim durdum içimden. Bu coğrafyalarda onca kervanlar saf kehribar ve kırmızı mercan kakmalı abanos, servi ve hatta sindiyandan, kadife astarlı musanna sandıklarda gazeller, kasideler, mesneviler taşımışlarken, o şiirlerden hiçbirisi benim gibi dört köşe ağaç sandığa mahpus bir köle muamelesi görmemiştir herhalde. Zahir, bu adam beni arayan birileri olursa bulamasın diye bu sandığa kapatmıştı. En azından ben öyle düşünüyordum. Her neyse, yolculukların elbette bir meşakkati olduğunu anlamam için sırtımı soğuk metallere dayamam gerekiyormuş işte.

Kocakarı soğuklarının son günlerinde ayrıldık Diyarbakır'dan, ilk konağımız Karacadağ etekleri oldu. Rüzgâr neredeyse yüküyle katırları uçuracak gibiydi. Bu fırtınaya çadır dayanmazdı. Sandıklar indirilip tuğla örgüsü dizilerek bir evlek yer hazırlandı. Son sandıkta ben vardım ve yere indirilirken birden kapak açıldı, içindeki bıçak çanakların gürültüsüyle birlikte ben de karların üzerine serilip kaldım. Yasavul Ağa'nın muhafızları azarlayan sesini işittiğimde kendimi onun ellerinde buldum birden. Bereket versin karlar yalnızca bir sayfama değdiği için yazılarımdan ancak iki satırdaki mürekkebin dağılmasıyla bu feci kazadan kurtulmuştum. Sandık kapatılırken Yasavul Ağa'nın beni tekrar metallerin arasına hapsetmeyip atının terkisine

babil'de ölüm istanbul'da aşk|59

koymasındaki maksadının, yeknesak geçen yolculuğunda beni okumak mı yoksa bir daha kar sularına düşürülme korkusunu duymamak mı olduğunu kestiremedim. O, verilen emirlere tam itaat eden bir askerdi. Bunca yıllık askerliğinde bir şeyleri kendi başına düşünmek yerine hep emirleri uygulamayı tercih ettiği için sorunlara çare bulurken çok kaba oluyor, beynindeki düşünme ve öngörü çeperleri açılmadığı için çok basit şeyler bile ona karmakarışık planlar gibi gelebiliyor-du. Pek çok asker gibi o da kendi başına bir işe kalkıştığında afallayıp şaşırıyor, kuşandığı silahların gücünü aklından önce uygulamaya koyuyordu.

Günün yorgunluğu karları bile karartmaya başladığında, muhafızlar denkleri çözmeye başladılar. Az sonra, hazırlanan evlekteki karlar temizlenip çevresine öbek öbek ateşler yakılmıştı bile. Katırların sırtındaki çadırlar kaputları iki kat gelecek biçimde zemine yayılıp üzerine, bulunabilen kuru ağaç gövdelerinden birkaçı, dalıyla budağıyla yerleştirildi. Muhafızların tilki derisinden yapılmış kalpakları, koyun postu sırtlıkları, ca-muş gönü çarıkları ıslanmış, ağırlaşmış, soğuğu iliklerine geçirir olmuştu. Isınmak için kimisi oturup ayaklarını ovuşturuyor, kimisi parmaklarım katırların kasıklarına dayayıp kuyruklarıyla da topuklarını sarıyorlardı. Bazıları da çareyi, çam ağaçlarının gövdelerini urganlarla çevirmek suretiyle atlar ve katırlar için hazırlanmış basit ahırın içine kapağı atmakta buldular. Burada atlarının gövdelerini kendilerine siper edinip onların vücut ısısından yararlanıyorlar, yıllar yılı birbirlerine iyice alıştıkları atlarıyla koyun koyuna uyuyorlardı.

Karanlık çöktüğü saatlerde kar ve tipi şiddetini arttırmaya başladı. Muhafızların yaktığı ateşler de birer birer sönüyordu. Nöbetçiler şiddetli ayazdan ve aşırı yorgunluktan uyuşmuş, gözleri kapanma ve kanları donma noktasına gelmişti. Herkesin başının çaresine bakmayı yeğlediği saatlerde ise uzaktan uzağa kurt ulumaları, çakal ve sırtlan sesleri duyulmaya başlamış, katır ve atların huzursuzlukları gittikçe artmıştı. Ömrü at sırtında geçen

60 um

b a b i I' d e ölüm İstanbul'da a ş k I 6 I

askerler böylesi dağlarda atsız kalmanın ne demek olduğunu iyi bildiklerinden olacak, kendi sağlıkları kadar onların da hayatını düşünüyorlardı. Nöbetçilerin ikazıyla uyanan birkaç muhafız işte bu yüzden, atları kaçıp gitmesinler diye hepsini ayaklarından birbirine bağladılar. Çengelistana dönmüş uzun ağaçlar ve kar fırtınasından göz gözü görmez olmuştu.

Gece yarısını geçince avuçlarını huhlamakla meşgul devriyelerden biri dikkat kesilip karanlığın sesini dinledi. Sanki havada bir tehlike sezmişti. Kesik kesik sincap ve üveyik sesleri geldi bir an kulağına. "Acaba..." diye söylendi içinden, "Bir şeyden mi ürktüler?" Hayvan seslerini taklit ederek gece haberleşmesi yapmanın yaygın olduğu bir coğrafyada bulunduğunu düşündü sonra. Daha dikkatli dinlemeye başladı ve diğer nöbetçiyi ünledi usulca. Fakat o da ne, arkadaşı yerde yatıyordu. Tam "Basıldık!" diye bağıracaktı ki bir hançerin boğazına dokunan serinliğiyle yıkılıverdi. Dünyadan gözünde kalan son hayal, iki yaşında bırakıp sefere çıktığı oğlu oldu. Karanlığı yırtan "Haaaak!" çığlığı da son sesi.

Ortalık bir anda gırtlak gırtlağa gelen cenkçilerle dolmuştu. Yarım saat kadar süren boğuşmadan sonra iki taraf birbirlerini tanıyıp dost düşman belli olmuş, kılıçlar çekilip çakaralmazlar ele gelmişti. Ortada kalan on kadar cesedin iki yanında, eski dağ adamlarını andıran zebellah herifler birbirlerine saldırmak üzere emir bekliyorlardı. Salavattan ürkmüş şeytanlar gibi bakıyorlardı karşılıklı yüzlerine.

Gelenler, Gürcü Mavrol Han'ın kızı Perihan yüzünden saray ile arası açılan ve Perihan'ın ihanetinden sonra "Avrat hatırı için avrat sözüne uyan avrattan kötü olur!" diye dövüne dövüne Osmanlı'ya isyan edip Celali olan eski Erciş Beyi'nin adamlarıydı. Bastıkları kafilenin kimler olduğundan haberleri yoktu. Diyarbakır'dan çıktıklarını görünce sandıklar neyse de atları ile üzerlerindeki giyeceklere tamah edip peşlerine düşmüşlerdi. Osmanlı başkentine gitmekte olan Basra hazinesiyle

.-t

karşılaşacaklarını bilselerdi şüphesiz daha kalabalık gelirler ve ilerideki sarp kayalıklardan birinde pusu kurarlardı. Yalnızca içlerinden biri neyin peşinde olduğunu biliyor ve savaşmak yerine gözlemlemeyi yeğliyordu.

Sessizliği, konuşmasından Şah ismail bendelerinden olduğu anlaşılan Celali ağası Küçük Acem bozdu. Bu adam, unsuz evin hamurunu bulup ineksiz evin südünü içer takımından zalim bir haydut idi. Erciş Bey'ine bağlı görünür ama baskınlardan elde ettiği her şeyi el altından iran'a gönderir, günlerce çarıklarını ve giysilerini çıkarmadan ordan oraya gezip lokmacılıkla uğraşır, başına topladığı azılı haydutları geçindirmek için kılık değiştirip Osmanlı askeri kıyafetiyle köy basar, böylece Erciş Beyi'nin itibarını arttırmaya çalışır bir şahseven ağası idi. Karacadağ civarında konuşlandığı yıllardan birinde, adamlarıyla birlikte dağlarda zemheri fırtınalarına yakalanıp da onsekiz karış karlar üstünde, soğuktan adamlarının elleri ve ayakları donmaya başlayınca en yakın köye baskın verip herkesi evinden atarak adamlarını yerleştirmiş ve bazılarının kollarını testere ile kesip tedavi etmeye çalışmıştı. Evinden başka gidecek yeri olmayan bir kadıncığı beşikteki bebeğiyle birlikte karlar üzerine fırlatması köy halkının sabrını taşırmca

6 2 um

babil'de ölüm istanbul'da aşk|63

diklenmişler ve o da köyün erkeklerini öldürtüp kadınlarını kendi evbaşlarma peşkeş çekmiş, ondan sonra da dost-düşman arasında kaybettiği bütün itibar ve şerefini göz ardı edip eşkıyalığı raconuna uygun yapmaya başlamıştı. Cinayetler, baskınlar, talan, çalıp çırpma... Her türlü kötülük beklenen birisi olmuştu artık. Allah sanki kalbinden bütün merhamet hissini almış, yerine de şiddeti koymuştu, işkenceden, eziyetten, zulümden onun kadar zevk alan bir başka insan daha düşünülemezdi. Yanındaki adamlarının bile kendisine güveni var sayılmazdı. Hepsi ya korkularından, ya da çıkarları hesabına onun saflarında bulunuyorlardı. En son olarak bastığı köyde sırf bir parça ısınmak için köylünün ahırlarını ve boş ambarlarını yaktığını bilmeyen yoktu. Şimdi yine sahnedeydi ve bastığı kafileyi kolay lokma gördüğünden olsa gerek, kalın ses tonuyla bir mani okudu:

Horozu kapışanda Beygiri tepişende Devesi apışımda Ver mene bir Abbasi

istediği Abbasî o yörelerde tedavülde olan geçer akçenin adıydı. Bunun anlamı da güzellikle sandıkları istemekti. Beri yanda Emir Raşit'in Yasavul Ağası onun bu arzusunu şiirle dile getiren üslubuna yabancı sayılmazdı. Kendine güvenini göstermek ve adamlarına cesaret vermek için diklendi:

Men gazanıp yetirem Apartıp haraç virem Özüne kürem kürem Nah sana eşşek sıpası

Bu olumsuz cevap iki tarafın da çakaralmazları ateşlemesi için yetti. O anda otuz kadar adamın birdenbire yere yıkılışını ben değil kim görse yüreği dayanmazdı. Üstelik hâlâ her ağacın arkasında bir çakaralmaz pusudaydı. Atların ve -katırların vahşi

kişnemeleri arasında kimin kimi vurduğu, yahut kime kılıç salladığı belli değildi. Yalnızca bir kişi, vuruşmaya girmeyen, geride kalarak kalın bir çam gövdesinin arkasından çete vuruşmasını seyreden adam herkesi görebiliyor, kıtalin seyrini saniyesi saniyesine izlemeye çalışıyordu. O, savaşmak ve ganimet toplamak için değil, emir aldığı efendisinin huzuruna görevini yapmış olanların gururuyla çıkmak için buradaydı. Saatler ilerledikçe sesler birer birer azalıp ölüm feryatları arka arkaya çoğaldı. Sabaha doğru kan kokusuna gelen kurtlar etrafımızı sarmış ve ne kadar ceset var ise parçalamışlardı. Zavallı küheylanlar da halatlarla çevresi alınmış ahırlarında, dizginlerinden birbirlerine bağlı oldukları için, sürü sürü kurtların saldırısından kurtulamamışlar, çoğu acı hırıltılarla can vermişti.

Gün ışığı köknarların ve çamların iğne yapraklarından süzülerek beyaz karlar üzerinde yakamozlar vurmaya başladığında, sipahi bölüğü erlerinden Alacaatlı Mustafa düşmek üzere olduğu ağaçtan aşağıya baktı. Gece sesler kesilip de kurt sürülerinin havlamaları yaklaşınca ağaca tırmanmış ve iki çatal arasında beklemişti. Bulunduğu yerden kurtların birer ikişer geldiklerini ve karınları doydukça gittiklerini görüyor, arkadaşlarından yahut atlardan kurulu bu kurt sofrasının boşalır gibi oldukça bu sefer de çakalların geldiklerini izliyor, sesleniyor, bağırıyor, ağacın dallarını sallayarak üzerlerine kar dökmek istiyor ama hiçbirini kaçırtamıyordu. Zaten çok geçmeden dermanı tükenmiş, donma ile bayılma arasında kendinden geçmişti. Şimdi gözlerini açtığında önce olanları hatırlamaya çalıştı ve kendini yokladı. Evet, kurtulmuştu, hayattaydı. Ama neye yarardı, bütün yoldaşları ölmüştü. Çevrede aç kurtlardan ve çakallardan bir eser görünmediğine sevindi. Yavaş yavaş ağaçtan indi ve sırtına giyecek bir şeyler aramak ve yarasını sarmak için parçalanmış giysileri yoklamaya başladı. Bir ara yerdeki bedenlerden birinin kımıldadığını gördü. Kolundan yara alıp kan kaybettiği için bayılan bu adam, yeniçeri üçüncü ortasında aynı sahana kaşık çaldıkları Gökçe Ali idi. Üzerine sandık

64

devrildiği ve açıkta kalan ayaklarını da bir köpek leşi örttüğü için gece kurtlar ona pek ilişmemişlerdi. Derhal yanına vardı ve üzerindeki sandığı kenara itip sırtüstü çevirmeye çalıştı. O Gökçe Ali'nin ağır bedeniyle uğraşırken Küçük Acem'in yoldaşlarından biri zannettiği ejder suratlı bir adamın elinde kılıç karşısında durduğunu görerek ürktü. "Belli ki o da benim gibi ağaçta saklanmış!" diye düşündü önce ve eline geçirdiği bir dal parçası ile karşı koymaya çalıştı. Ne var ki adam güçlü çıkmış, kılıcı boğazına dayayıp üstüne çökmüş, "Bana kitabı ver, yoksa son duanı oku!" diyordu. Alacaatlı'nın şaşkınlığını o anda benden başka kimse anlayamazdı. Zavallının ne benden haberi vardı, ne de benimle ilgili olup bitenden. Anlamsız gözlerle üstündeki zebellah adama baktı. O ısrarla "Kitap!" diyordu, elinde Efendim Fuzulî'nin matara kayışını göstererek, "Bu kayışın sahibinin yazdığı kitap!.. Bana kitabı ver! Şafak sökeli sandıkları ve adamlarınızın üzerini arıyorum, onu nereye sakladığınızı sen biliyorsun mutlak! Kitap!" Alacaatlı adamın elinde salladığı kayışa ve üzerindeki işaretlere şaşkın gözlerle bakarken "Hangi kitap?" diye sorsa bile kendisinin hangi kitap olduğunu bilemeyeceğini biliyordu. Belki birkaç nefes daha kazanıp adamın boğazından çekilmesini sağlayabilirim sanıyor, onu lüzumsuz cevaplar ve boş cümlelerle oyalamaya çalışıyordu. Hayata bağlılık bu demekti zahir. Bir dakika sonra öleceğini bile bile bir dakika daha fazla yaşayabilmek için çırpınmak bu demekti. Ben bir yandan olanları seyrederken diğer yandan Efendim Fuzulî'nin matara kayışına bakıyordum. Gerçekten de kayış o kayış idi. Acaba Efendim'in başına bir şey mi gelmişti?! Acaba bu kayış bu adamın eline nasıl geçmişti. Kimdi bu adam? BC'den mi yoksa hazine avcılarından mı? Neden bu kadar zalimce davranıyor, neden bu kadar acımasız olabiliyordu? Göğsüne çöktüğü adamın da bir hayatı olduğunu düşünmemek bakımından geceki kurtlardan bir farkı olabilir miydi?! Çaresizlik, altta kıvranan adamın sesini iyiden iyiye yalvarışlara itmiş ama onu yumuşatmaya yetmemişti. Ve hiç olmayacak bir şey oldu

babîi'de ölüm istanbul'da a ş k j 6 5

ve tam hançer Alacaatlı'nın boğazını keseceği sırada bir el silah sesi duyuldu. Üzerindeki ağırlığın göğsüne yığılıp kalması, Alacaatlı'ya önce kendi ölümü gibi gelmiş ve damarlarındaki kanın boşaldığı hissini vermişti. Ne ki bilinci yerindeydi ve ölen kendisi değildi. Davranıp üzerindeki ağırlığı yana itti. Meğer bu bağırışına Gökçe Ali'nin iyiden iyiye kendine gelmesini sağlamış ve arkadaşının zor durumda olduğunu görünce son gücünü toplayıp çakaralmazını ateşlemesine kapı aralamıştı. Üstelik arkadaşının bahsedilen kitaptan haberi olmadığından da haberdar idi. Çünkü akşamki çengin en şiddetli yerinde, dizçöken ağası kendisine yaklaşıp, "Bre Gökçe karındaşım, vazifen bu kitabı istanbul'a ulaştırmaktır. Hazinelerden ve hepimizin hayatından önemlidir." demiş, o da beni koynuna sokup öyle vuruşmuştu. O gece yazılarıma zarar gelmemesi, ve tomarımın dağılmamasını, vuruşmanın şiddetiyle karlar üzerinde parçalanmamamı ben işte bu Gökçe Ali'ye, bu Türkmen yiğidine borçluydum. Sabaha kadar o üşüdükçe ben de üşüdüğümü hissetmiş, sandığın altında baygın iken donmaması, yarasından akan kanın durması için dua etmiştim. Olanlar bana değerli olduğumu ve peşimde insanlar dolaştığını hissettirmişti. Efendim Fuzulî, Süryani kütüphanecinin vasiyetini yerine getirerek Siruş başlıklı hançerin kabzasındaki sırrı şifreleyip öykümün içine karıştırmış, esrarengiz hançeri Bağdat'ta dut ağacının altına gömerken de, sonra çıkarıp karanlık yüzlü insanlara verirken de bu dertten sonsuza kadar kurtulduğunu düşünmüştü ama, belli ki matara kayışının astarına koyduğu şerit, benim başıma işler açmaya yetmişti. Kayış şeridi ile hançer bir araya gelmedikçe BC'nin sırrı çözülemezdi, bunu biliyordum. Ama işte şerit kötü niyetlilerin eline geçmişti bile. "Bu kayışı Efen-dim'den alanlar acaba kendisine bir kemlik ettiler mi?" sorusu, işte bu yüzden ciğerimi hep yaka geldi ve şimdi bile bu soruyu kendime her soruşumda üzülürüm..

66 I um

Çakalların ve tilkilerin ürkek bakışları arasında iki arkadaş, Alacaatlı Mustafa ile Gökçe Ali çevreye bakındılar. Her taraf ceset doluydu. Gece devam eden kar, bazı cesetlerin ve Basra hazinesinin üstünü örtmüştü. Çakalların eşelediği cesetler ise tanınmaz haldeydi. Kendi yoldaşlarından hayatta olan başka biri kalmamıştı. Hemen bir ateş yakıp çevrelerine gelmeye başlayan vahşi hayvanları oradan uzaklaştırdılar. Üstelik yiyecek bir şeyler de bulup pişirmişler, sırtlarına üşümeyecek elbiseler giyinmişlerdi.

Öğleye doğru artık biraz daha kendilerini güçlü hissediyorlardı. Gökçe'nin yarasındaki kanama da durmuştu. Hazine sandıklarından birini açtılar. Birer murassa hançer ile üçer zümrüt alıp yeniden kilitlediler ve açıkta kalan hazine sandıklarını, kürüdükleri kar ile örttüler. Ayakta kalan dört attan ikisini eyerlediler. Gece boyunca kurtlara yem olmamak için çırpınıp halsiz düşen yarah atların başlarına birer kurşun sıkmayı da ihmal etmediler. Alacaatlı Diyarbakır'a gidip valiye durumu haber verecek, Gökçe Ali de İstanbul'a yollanıp olup biteni ilgili yerlere anlatacak, sonra da beni Bed»sten'de Kara Piri'ye iletecekti. Cesetleri gömmeye zamanları olmadığı için eski arkadaşlarının ruhlarından af dileyerek vedalaştılar.

Şimdi Gökçe Ali'nin terkisinde istanbul'a gidiyorum. İçimde Leylâ'nın aşkı, koynumda da bir mektup ile Efendim Fuzu-lî'nin gazelleri var. Öykümün arasında BUAM'ın uzay bilimlerinin sırlarıyla dolu tabletleri ile Babil hazinelerine açılan kapının şifresi gizli. Fırsat el verirse bir gün geri dönüp kara gözlümü arayacağım. Kim bilir, belki kader onu da savurur sultanın ülkesine ve bir yerlerde buluşuruz. Tabii ben onu bulmadan, BC beni bulmazsa.

LeylâaaaaaaaaL

Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl U behâdır Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedadır

Nedim

Bu paha biçilmez İstanbul şehri ki dünyada bir benzeri daha yoktur. Oranın bir tek taşına, İran diyarı (veya bütün ecnebi ülkeler) baştanbaşa feda olsunlar.

VI

Bu, Gizli Kimlikle Dağlar Tepeler Geçtiğimiz İstanbul'a Yetmek İçin Akla Karayı Seçtiğimizdir

Gökçe Ali, yol iz bilmeden, karlı dağlardan ve fırtınalı tepelerden, köpek sesleri duydukça belki bir yerleşim yeri vardır diye sığır tezeğinin duman kokusunu ala ala, haramilerin ellerine düşmeden, ormanlarda, sürülmüş tarlalarda, çorak vadilerde günlerce at sürdü. Kâh yollarda kirpi ve tavşan yedi, kâh dağlarda kar suları içti. Gece oldukça koynunda, gündüz giderken terkisinde saklıyordu beni. Okuma bilmiyordu, "Bir süvari için bir kitap yükten başka nedir ki?!.." diye geçirdi bir ara içinden. Ama emanete hıyanet etmeyecek bir adamdı ve dizçöken ağanın vasiyetine uymak zorunda hissediyordu kendini.

Şehir ve kasabalara yakın gidiyor ama asla halk içine karışmıyordu. Nihayet sekizinci günde Sivrihisar civarında, halktan uzak bir bahçe içine kurulmuş Bektaşi tekkesinde ilk defa sıcak bir çorba içti ve yumuşak döşekte yattı. Ertesi gün huzuruna çıktığı baba-dedeye başına gelenleri anlatıp kılık değiştirdi.

68 LM

Koynunda beni sakladığından hiç bahsetmedi ona. ilk defa sıcak çorba ve yumuşak yatak ile biraz kendine geldikten sonra atını tekkeye bağışlayıp yola koyuldu yeniden. Bu sefer yaya giden bir Kalenderi abdalı idi ve yolculuğunu tam onbir günde tamamladı. Üsküdar'da bindiği kayık, iri dalgalar arasından istanbul surlarına doğru yaklaşırken yol boyunca sırt sırta yattığım Basra hazinesinden alınma murassa hançeri ve beni, kayıkçı *

ve diğer yolcuların dikkatini çekmeyecek şekilde torbadan yavaş yavaş çıkardı. Sanki gündelik işlerini yapmaya devam eden bir tacir gibi davranıyordu. Hançeri belindeki kuşağının içine çaprazlama soktu. Birisini serpuşunun içinde, diğerini çarığının ucunda, üçüncüsünü de pazubendinde sakladığı zümrütleri eliyle tek tek yokladı, içi rahattı artık. Bundan ötesi emin belde istanbul idi. Halk buraya Dârulemân, yani ki "emniyet yurdu" diyordu. Burada kanunsuzluk olamazdı.

Denizi ilk o gün gördüm. Vatanım sayılan Dicle'den birkaç kat daha geniş olan Boğaz sularının Marmara'ya aktığı burnun ucundan Halic'e doğru uzanan surların içindeki istanbul'un yeşil korular arasında yer yer görünen bir kuleler, dikili taşlar, anıtlar ve minareler kenti olması dikkatimi çekti. Halic'e bakan yamaçlarda üst üste binmiş gibi ahşap evler var idiyse de

babil'de ölüm istanbul'da a ş k | 6 9

genelde şehrin öbek öbek görünen mahalleleri, bağlar ve bahçeler arasında birbirlerine kol uzatmış, biraz sırt sırta veya omuz omuza vermiş ışıltılı sevgililer gibi görünüyordu. Surların 16 kapısından büyüklükte üçüncü durumdaki Bahçekapı-sı'ndan girdiğimizde tedirgin yüzler ve korkarak yürüyen insanların doldurduğu bir kentle karşılaştım. Bir hafta önce kimi meydanlardaki çığlıklarla, kimi kapılara vurulan yumruklarla uyanan halk sokaklara dökülmüş, dehşet içinde dünyanın sonunu yaşamış. Yakın köyler ve kasabalar dahil saatler boyunca herkes bir kıyamet provası seyretmiş. Gökyüzü tutuşmuş, yıldızlar yere dökülmeye başlamış. "Bahçem yıldız doldu!" diye çığlık atan kadınlar, dolunay büyüklüğünde ateş topları görmüşler çatılara ve yollara düşen. Sabaha kadar ikiyüz ellibin yıldızın yağdığını sayanlar(!) bile olmuş. Ertesi gün herkes bir kıyamet beklentisi içinde tedirgin ve tevbekâr olmuş, iki gece üst üste hiç kimse doğru dürüst uyumamış. "Başımıza gökten taş yağıyor!" diye öne atılan birtakım hocaların halkı dehşete salmaları kentin düzenini allak bullak etmiş. Bir yandan camiler dolarken, diğer yandan sur diplerindeki gizli genelevler taşlanmaya, kahve ve tönbeki dükkanlarıyla koltuk altı meyhaneleri yıkılmaya başlanmış. Daha bir gece evvel aynı yerlerde zevkle sarhoş olanlar, kötü kadınların koynunda yatanlar yapmış bütün bunları üstelik. Dün de iş bir fahişenin sokakta parçalanmasına kadar vardırılmış. Etleri dilim dilim edilip kentin dikili taşlarına, çeşmelerine ve çınar ağaçlarının gövdelerine çivilenmiş ibret alınsın diye zavallı kadının. Halkın dilinde saraya karşı bir öfke olduğu hemen anlaşılıyor. Devleti yönetenlerin işleri kadınların güdümüne bıraktıkları, rüşvetin her yerde yüz göstermeye başladığı, alışverişlerde fiyatından fazlaya malların satılır olduğu, insanların azgınlık ettikleri ve bütün bunlara karşılık Allah'ın gökten taş yağdırdığı, bundan ibret almak gerektiği gibi konular hemen her yerde konuşuluyor. Kimileri de bu dehşet gecesinin etkisinden çabuk kurtulmuş ve sürüp giden gündelik kavgalarına dönmeye başlamıştılar.

7 0 L*M

Sur kapısında yol ikiye ayrıldı. Devlet-i Aliyye'nin kalbi Top-kapı'ya giden yol taş döşeliydi ve bostancı neferlerinin nöbet tuttukları girişinde halk birikmiş, müneccimbaşının saraydan dönüşünü bekliyordu. Seyyar satıcılar, macuncular ve zembiline koyduğu kitapların reklamını yapan tellalın sesi, kalabalığın boğuk gürültüsü içinde kaybolup gidiyordu. Her birinin ağzından türlü laflar çıkıyor, biraz sonra müneccimbaşıya soracakları soruları birbirlerine sorup yorumlar yapıyorlardı. Yazık ki bunca kalabalık, başlarına düşen taşların ne olduğunu değil de neye işaret olduğunu öğrenmek istiyorlardı, istanbul fethedildiği zaman görünen kuyrukluyıldızı şehrin düşüşünden sorumlu tutan kardinaller gibi, müneccimbaşı da şimdi bu yıldız yağmurlarını uğursuzlukla yorumlamayacaktı. "Eğer" diye düşündüm, "Müneccimbaşı Bilge Akeldan'ın bildiklerini biliyor olsaydı, bunun bir göktaşı yağmuru olduğunu ve Tanrı'nm her otuzüç yılda bir böylesi havai fişek gösterilerini bizim için bahşettiğini söyleyip korkmamaları gerektiğini tembih edebilirdi, ama galiba zavallı şimdi kendisi de halk kadar korkuyor olmalıdır."

Gökçe Ali'nin saptığı toprak yol kentin yerleşim merkezine doğru gidiyordu ve biz, iki taraflı tek tük evler, bedesten ve ka-palıçarşı derken Eskisaray önünden geçerek onun yeniçeri ayakdaşlarının bulunduğu Etmeydanı'na vardık. Gökçe Ali'nin kaç zamandır seferlerle, savaşlarla, kan ve şiddetle tanışık geçen zamanların kalıntısı olarak ruhuna sinen tedirgin düşüncelerden kurtulduğunu ve İstanbul'a ait âsûde hayatı özleyen huzurlu kalp atışlarını duyabiliyordum. Adımlarında bile bir tazelik ve şakraklık vardı artık. Üç yıldır görme fırsatı bulamadığı kentin fazla da değişmediğini düşünüyordu. Yalnız kışla yakınlarına gelince, vaktiyle kayıtlı olduğu orta neferleriyle birlikte ara sıra talim için çıktıkları, iki yakada Mesihi Mescidi ile Bizans su kemerine yaslanan çayırda bir şantiyenin kurulduğu ve temel kazıcıların, dülgerlerin, taş yontucuların, demir dökümcülerin, kumcuların ve kireççilerin harıl harıl çalıştıklarını

babil'de ölüm istanbul'da askİ71

görmek onu pek meraklandırdı. "Herhalde" dedi içinden, "Süleyman Han'ın genç ölen sevgili şehzadesi Mehmed için yaptıracağı ilan olunan külliyenin temelleri bunlar olsa gerek." diye düşündü ardından. Gördüklerinin, mimarbaşı Sinan ustanın ilk defa cami, medrese, türbeler, aşevi, kervansaray, sıbyan mektebi, muvakkithane ve sebilleri aynı kompleks içinde toplamayı düşündüğü ve çizimlerini buna göre yaptığı Şehzade Külliyesi olduğunu çok sonra öğrenecekti. "Kolay gele Sinan usta!.." dedi içinden, "Kolay gele!"

Kışlanın kapısına geldiğimizde derviş kıyafetinden dolayı, "Hayrola erenler, tekkenin yolunu mu kaybettin?" diye alay eden nöbetçilere Gökçe Ali yün abasını açıp omuzundaki dövme işaretini gösterdi. Bu işaret, yeniçeri ortalarının' sancak ve flamaların-daki işaretin aynısı olan bir kurt dövmesiydi ve derhal içeriye buyur edilmesini sağlamıştı. Önce biraz eski yoldaşlarıyla görüşüp hasret giderdi, sonra bölük orta reisine çıkıp başından geçenleri bir bir anlattı. Ardından da yeniçeri ağasına hançer ile zümrütleri teslim edip macerayı rapor etmek üzere beraberce sarayın yolunu tuttular. O gün ben kışlada kaldım. Doğrusu bu muhteşem kenti gördükten sonra bir de oranın kalbi sayılan Topkapı Sarayı'nı görmeye dayanabilir miydim, bilmiyorum. Üstelik bu asker kışlasında eğlenceli günler geçireceğe benziyordum; her şey bana o kadar yabancı ve o kadar ilginç geliyordu ki!..

Gökçe Ali beni bedestende Kara Piri'ye teslim ettiğinde günlerden salı idi. Orta boylu, temiz yüzlü bu karayağız adam önce Ayaş Paşa'nın mektubunu okudu. Sonra ayrı sayfalarda yazılı olan gazelleri alıp göz gezdirdikten sonra katlayıp serpuşunun arasına koydu. Akşam evine gitmeden önce de kâhyasını çarşıya gönderip kuruyemişler, mezelikler, mevsim meyvaları almasını tembih etti. Meğer bu hazırlık benim içinmiş. Cumaya kadar Kara Piri'nin Yedikule'deki evinde emektar lala tarafından sayfalarım baştan sona yüksek sesle okundu. Leylâ ile yaşadığımız

7 2 um

babil'de ölüm istanbul'da ajk[73

hazin aşkın öyküsünden en ziyade etkilenenler evin küçük oğlu ile gelinlik kızı, bir de cariye Dilşeker idi. Dilşeker'i görünce Efendim Fuzulî'nin, öyküyü yazarken bu kızı görerek yazdığını zannettim. Sayfalar bir bir açılırken Kara Piri'nin etine buduna enli hanımı sık sık başını kerevite koyup şekerlemeler yapıyordu ama Dilşeker ile evin genç kızı kendilerinden geçiyorlardı. Leylâ ile Kays'ın çölde buluşmaları bölümü okunurken Dilşeker'in yaşmağı arasından, kirpiğine takılı kalan gözyaşında o sahneyi bütün gerçekliği ve ayrıntılarıyla gördüm. Benim aşkım ile Dilşeker'in kalbi arasında belki de ezelden kalan bir sevgi bağı vardı. Belki de ezel bezminde ruhlarımıza nasipleri dağıtılırken aşkı isteyen gönlüm o sırada bu kızın yanında duruyordu. Belki de orada benim nasibim yalnızca aşktan, acıdan ve heyecandan yazılmış, kader defterim bunlarla doldurulmuştu.

Dilşeker'in gözyaşını damıtan sayfamda bir minyatür eskizi yer alıyordu ve bu eskiz Efendim Fuzulî'nin kömür karasına dokundurduğu kirpi oku kaleminin izlerini taşıyordu. O anda kendimi minyatürün silik çizgileri arasında Leylâ ile çölde buluşurken gördüm. Bedenim yarı çıplalc, etrafımda kurt ile kuzu, aslan ile ceylan, kartal ile güvercin aşkın büyüsüne kapılmış öylece oturuyorlardı. Leylâ elini uzatmış, "Ey vahşilere bildik, benimle yabancı olan! Ey derdime derman, gönlüme sultan! Beni tanımadın mı; Leylâ'nı bilmedin mi? Yoksa unuttun mu; hani seninle ben, küçücüktük, okula gitmiştik, sevmiş sevişmiştik. Bir tende iki can, bir kabukta iki badem idik.." diye anlatıyordu bana. Evet evet, burada Efendim Fuzulî beni resmetmeye çalışmıştı ve bu sahnede her şey ne kadar da benim hissettiklerime uygundu, öykünün sonuna doğru, içimde bugüne kadar gizlenen ruhun Kays'a ait olduğu gerçeğini bir kez daha gördüm. Yoksa üçbininci beytim okunurken kendi mezarımın başında bekleyen Leylâ'yı eski tazeliğiyle nasıl görebilirdim ki!?. Üstelik Dicle yamaçlarında beni dudaklarına lâyık görmeyen kızın hayali de yoktu artık gözümün önünde. Karşımda Leylâ vardı. Amiroğulları'ndan Mehdi'nin kara bahtlı kızı Leylâ. Ve ben,

Leylâ için çöllere düşen çılgın, Mülevvah'm oğlu Kays. Ama yine de ben Mecnûn, Efendim Fuzulî'nin kölesi. Bir de BC'nin sırrı; duygu dünyamın hayata yönelik penceresi. Beni iki kat aranılır yapan sır...

Kara Piri'nin evinde öykümün sonuna gelindiği gece Dilşeker fenalık geçirmişti. Evin genç kızı da gizli gizli akıttığı gözyaşlarını aşikâr etmekten çekinmedi. Soranlara Leylâ için üzül-J düğünü söylemesinin yalan olduğunu ben biliyordum. O, iki

ay evvel çarşıda gizlice elini tutan civelek oğlanın aşkıyla ağlıyordu. Onu yakan hasret alevi benim de içimi kavurmuş, bana Leylâ'mı hatırlatmıştı.

"Kaderim güzelleri ağlatmak olmamalı!" diye düşünmeye başladım şimdi de. Leylâ'yı aramak için çıktığım bu yollarda kısmetim hep gözyaşı olsun istemiyordum. Yoksa kendi gözyaşlarını kadar başkalarının gözyaşlarından, kendi hicranım kadar başkalarının hasretlerinden de sorumlu görecektim kendimi.

İşin bir de farklı boyutu vardı. Satırlarıma gözlerini iliştiren-ler, başkalarına hissettirmediklerini sandıkları acılarını benden gizleyemediklerini bilselerdi acaba bana hangi duyguyla yaklaşırlardı?! Daha doğrusu, istemeden onların mahrem hayatlarını izlediğimi bilselerdi... Onlar benim yalnızca cildimi okuyorlar, sayfalarıma bakıyorlar, dış yüzümü görüyorlardı, ama ben onların dışları kadar içlerini de biliyor, yüreklerinden geçeni anlıyordum. Bu bana acı veriyordu. Çünkü onların neşeli anları, kederli zamanlarından, üzüntüleri de sevinçlerinden daha büyüktü. Görünüşte hemen hepsi mutlu idiler, ama derinlerde bir yerlerde daima hüzünlere batmışlardı, "insanlar hep böyle mi?" diye düşünmeye başlamış, "Acaba Dicle yamaçlarında bıraktığım sevgili Leylâ'mın da kederleri var mıydı?" diye merak etmiştim. O zamanlar şimdiki gibi yetilerim gelişmiş değildi, insanların kişiliklerini yalnızca parmak uçlarındaki kan dolaşımından kestirmeye çalışıyordum.

74

Başkalarının mahrem hayatını bilmenin ne ağır bir yük olduğunu ilk kez Kara Piri'nin evinde anladım. Hane halkının ben yokmuşum gibi davranmaları, gözlerimin önünde pervasız tavırları olağanmış gibi yapmaları, hele yalnız kaldıkları zamanki davranış ve düşünceleri kendimi bir namus hırsızı gibi hissetmeme yol açtı. Söz gelimi Kara Piri'nin kızının geceliğini giyerken arkasını bile dönme gereği duymaması beni çıldırttı. Ben hissedilmek, fark edilmek, muhatap alınmak istiyordum oysa. Yazık ki Kara Piri'nin sevgi yüklü kızıyla yalnız kaldığım o gecede ben, Efendim Fuzulî'nin aşkı çoğaltan kölesi gibi davranmak istedim önce ve kirpiklerimi yumdum sıkıca, ama başaramadım bir türlü gözlerimin, karşımda soyunan güzelliğe kaymasını.

istanbul'un Bizans'tan kalan tılsımlı sütunlarını ve kiliseden döndürülen camilerini, Maktul ibrahim Paşa'mn Makbul olduğu zamanlarda Viyana seferinden dönerken askerlerine top arabalarında taşıtıp görkemli sarayının önünde kalan Bizans hipodromunun harabeleri arasına diktirdiği Venüs, Apollon ve diğer üryan Yunan heykellerini birer birer geride bırakarak gidiyorduk. Bunlar, sanki torunları kepazeliklerini seyredip de ibret alsınlar diye donup kalmış beyaz günahların bakir ve bakireleriydiler. Ama kader onları torunlarından uzaklaştırıp seyredenleri terletecek bir utancın ortasına atıvermişti. Ben, Kara Piri'nin kadife astarlı kaftanına yasladığı elinde duruyordum. Yanımızda Hoten'den kâğıt, baharat ve ipek getiren çekik gözlü bir bezirgan vardı, istanbul'a ilk defa geldiğini konuşmalarından anladığım bu adam çok meraklı biriydi. Bir ara onun BC üyelerinden biri olduğu zehabına bile kapıldım. Kenti tanımak istiyor, gördüğü her şeyi soruyordu. Dikkatini en çok da dikili taşların çektiğini biliyordum. Nitekim Kara Piri sorularından bunalmışçasına anlatıyordu: "Bu sütunların hemen hepsi Bizans'tan kalmadır. Halk eskiden hepsinin birer tılsımı olduğuna inanıyordu. Antik çağdan Ortaçağ'a geçen inanışa göre bu sütunlardan kimisi zelzeleye,

babil'de ölüm istanbul'da ask|75

kimisi yangına karşı şehri koruyordu ve bizzat krallar tarafından keşişlere okutturularak diktiriliyorlardı. Artık şehirler kurulur yahut onarılırken, açılış törenlerinde tılsımlı sütunlar dikmek her memlekette yayılmıştır, istanbul'da bunlardan pek çok vardır. Eski saray önüne Konstantin zamanında dikilen şu sütunun bin parça beyaz mermerden yapıldığı, dört tarafına canlı gibi duran asker figürleri yerleştirildiği, üzerine de peri yüzlü bir bâ-4 kire heykeli konulduğu, bu bakirenin yılda bir kez bağırıp bütün

kuşları başına topladığı ve gökte oluşan izdihamdan dolayı bazı kuşların ölüp yere düştükleri, halkın da kuşları kapışıp kutsal yiyecekler gibi şifa diye yedikleri bunların en ünlüsüdür.

Tavukpazarı'ndaki şu sütunun yerinde eskiden kırmızı renkli som mermerden silindirik bir sütun varmış. Kent zelzeleden yıkılınca tamir esnasında tılsım olarak bu sütunu dikmişler. Tepesinde bir sığırcık kuşu rölyefi yer alırmış o zamanlar. Zelzeleden yıkılınca çemberlerle tamir etmişler de adı şimdi Çemberli Taş olarak kalmış."

Kara Piri çenesini dinlendirecek kadar konuşmasına ara verdikten sonra yine sorulara boğuluyor, sonra yine konuşuyor, yine ara verip yine anlatıyordu:

"Surdaki altı mermer direk, altı bilge insan adına dikilmiş. Bunlardan üzerinde tunçtan kara sinek resmi olanın devamlı bir sinek sesi çıkardığına ve bu yüzden sivrisineklerin istanbul'a giremediğine, tepesinde kurt motifi taşıyan sütun sayesinde istanbul civarındaki koyun sürülerinin çayırlarda çoban-sız gezebildiğine, birbirine sarılmış iki sevgili heykeli bulunan sütuna da geçimsizlik çeken karı kocaların sarılmaları hâlinde aralarının düzeleceğine inanılırmış. Hâlâ inananlar bile var." diye başını ve elini salladı Kara Piri, bâtıl inançlara kapılmadığını gösterir bir eda ile. Arastaya doğru yaklaştıklarını görünce de şehir tur rehberliği görevinin bitmekte olduğuna sevinip son bir gayretle bildiklerini yanındaki tacir ile paylaştı:

7 6 L»M

"istanbul'da bunun gibi salgın hastalıklara, yangına, düşman saldırısına, ahlâkın korunmasına, velhasıl akla gelebilecek her şeye bir tılsım bulmak mümkündür. Halk, daha oniki yıl evvel Rum ve Ermeni mahallelerinden bazılarında, bir yeniçeri ağasının, İstanbul'u yılan, çıyan, akrep gibi haşarattan koruyan üç başlı ejderha motifli burma sütundaki yılanlardan birinin başını kılıcıyla vurup kırmasından sonra şehre yılanların dolduğunu söyleyerek ortalığı velveleye verdiklerini ve padişahın askerleri tarafından fitnenin önünün zor alındığını hatırlıyor, ibrahim Paşa'nın sefer dönüşü yüzlerce asker ve ordudaki top mandalarına çektirerek istanbul'a getirttiği heykelleri halkın hoş karşılamamasmın asıl nedeni biraz da bu huzursuzluk idi."

Kara Piri'nin anlattıklarını bezirgan ile birlikte ben de masal gibi dinledim. Nihayet ibrahim Paşa'nın, belki de sultanın sarayına nisbet olsun diye böylesine görkemli yaptırdığı sarayı sağımızda bırakarak arastaya vardık. Önü saçaklı küçük dükkanların çepeçevre kuşattığı bir genişçe avludan ibaret olan arasta, sefere çıkılırken orduya çağrılan zanaatkarlar örnek alınarak kurulmuş bir çarşı idi. Kara Piri'ye göre istanbul'da belli mesleklere ait arastaların en önemlisi içinde hassa bölüğünden mürekkepçiler, kâğıt tüccarları, ciltçiler, ebruzenler, minyatür ve tezhip sanatçıları, divit ve hokka imalatçıları, gümüş işçileri ve simkeşler, ibrişim ve iğnecilerin bulunduğu bu arasta idi. Kırtas eminine bağlı olarak lonca sistemiyle çalışıyordu. Önünde papirüslerin, parşömenlerin, Bağdat, Pekin ve Viyana kâğıtlarının ayrı gözlerde tomarlamp müşteri beklediği bir dükkanı geride bırakarak beraberimizde gelen bezirgan ile buluşacak olan Rüstem Ağa'nın dükkanına girdik.

Müteferrikalardan olan bu yaşlı adam ayaklı, değişik melodiler çalabilen boy boy, çeşit çeşit saatler yapıyordu. Dünyanın pek çok yerinden kendisine müşteri gelir, ya istediği ebatta bir saat siparişi verir, yahut dükkanında sıra sıra duran saatlerden birini hamallara yükleyip alıp götürürdü, imalathanesinde yüz

babll'dc ölüm istanbul'da aş.k{77

kadar kalfa ve çırak çalıştırdığı biliniyordu. Onun saatçilik feir-nindeki başarısı, yaptığı saatlerin kirişini saksağan bağırsağından kendi elleriyle çekmesindeydi. Dükkanının önünde kurutulmaya bırakılmış pis kokulu ipliklerin aslında üzerine koku giderici kimyasallar sürülmüş saksağan bağırsakları olduğunu o zaman anladım.

Saat rakkaslarının baş döndürücü hızını geride bırakıp değirmi şiltelere oturarak eğimli rahleleri üzerine koydukları sayfalara tasvirler çizen nakkaşların bulunduğu dükkana girdiğimde yeni evimin burası olduğunu, en azından birkaç hafta burada kalacağımı anlamıştım. Dükkanın ortasında renk renk boyaların konulduğu çini fincanlarla dolu yuvarlak bir tezgah duruyordu. Tezgahın ortasında tel taraklar, içi kum dolu kaseler, yarısı suyla dolu bardaklarda ince uçlu fırçalar, mühreler, mıstarlar, maktalar ve keskiler vardı. Tezgahın çevresine birbiri ardına yan oturmuş bu temiz yüzlü insanlar, yaptıkları seri tasvirler için günlük hesabıyla üç ayda bir maaş alıyor ve sipariş üzerine kitap nakışlıyorlardı. Arada sırada çok özel resimler de çiziyor ve bunları değerli müşterilerine sunuyorlardı. Ustaları atölyede bulunmadığı zamanlarda bahnameler ve cinsel içerikli kitaplara açık saçık tasvirler yapmaktan da gizli bir zevk duyuyorlardı. Sanatları uğruna birçoğu sonunda gözlerinin görme yetisini kaybeden bu adamlar, ömürlerinin sonlarını genellikle başkalarının desteğine muhtaç yaşıyorlardı. Kendilerini teselli için olsa gerek birbirlerine, nakış yapa yapa gözlerinden olan ustalarının ezbere nasıl güzel öykü sahneleri çizdiklerini imrenerek anlatıyorlardı.

Ben, birçoğunun yüzünde yaptıkları güzel tasvirlerin ruhlarındaki izdüşümü parlayan bu insanların önlerindeki sayfaların tasvirlerini gözden geçirirken, hepsi birden ayağa kalkıp kapıdan giren yaşlıca bir zatı selamladılar. Meğer onların üstadla-rı sayılan Nasuh Efendi imiş bu. Padişahın ordusunda iken güzel matrak talimleri yaptığı ve herkesi acı kuvvetine hayran

7 8 um

ettiği için Matrakçı Nasuh Usta diyorlardı ona. Saray nakkaşha-nesinin baş ressamı idi. Efendim Fuzulî onun ismini sık sık anar, kendisini tanıdığını söylerdi. Sultanın Bağdat'ı aldığı seferde o da varmış meğer, hatta yolculuk sırasında gidilen yerlerin, bu arada Efendim'in kasabası olan Hille'nin de minyatürünü yapmışmış. Kara Piri ile tanışıyorlarmış meğer. İki gün evvel sözleşip bu vakitte Nakkaş Haydar'm dükkanında buluşmaya söz vermişlermiş.

Nasuh Usta beni çok merak ettiğini söyleyip Kara Piri'den kendisine gösterilmemi istedi. Gerçekten de beni eline alır almaz öpüp koklayarak uzun uzun Efendim Fuzulî'den bahsetti. Birkaç sayfadan dizeler okuyup hayranlığını belirtti. Sonra Haydar Usta'ya tembihte bulundu:

"Yiğidim! içimizde şiirin kıymetini en çok sen bilirsin. Fuzulî üstadımın L&M kitabıdır, özenesin ve güzelleştiresin."

Bu sözler karşısında varlığım şiddetli rüzgârlara kapılmış gibi titredi. Bir an, "Evet, işte bu benim ve bu benim hikâyem!" diye bağırmak geçti içimden. Bu çarşının ve bu nakkaşhanenin bana güzel bir yuva olacağını düşünüp sevindim; "Kıyamete kadar huzurla oturabileceğim bir yuva!" diye geçirdim içimden.

Ben, Amiroğulları'ndan Mülevvah'ın, kaderi hazin yazılmış şehzadesi Mecnûn. Efendim Fuzulî'nin kölesi; onun kitabında yaşıyorum. Ve sen, nerdesin Leylâaa?!..

Kâlâ-yı maârif satılır saklarında Bâzâr-ı hüner ma'den-i Um ü ulemâdır

Nedim

Bilgelik kumaşı satılır bu kentin çarşılarında, hünerin pazarı kurulur. Bastan basa bir bilim ve bilginler ocağıdır vesselam...

VII

Bu, Güzellik Salonlarında Uyandığım ve Müstesna Renkler İle Boyandığımdır

Nasuh Usta'nın kalfalarından olan Nakkaş Haydar Ağa, gerçekten de şiirin kıymetini biliyordu. Efendim'in dizelerini okudukça sevincinin artmasını, kalbinin hızla vurmasından anlıyordum. Arada sırada tekrarladığı dizelere benzer kendince dizeler mırıldanırken, sanki Nigarî mahlasıyla yazdığı şiirleri Efendim'in beyitleriyle örtüştürmeye çalışıyor, nakkaş kalfalarına arada sırada beyitler okuyup yorumlar yapıyordu. Öykümün akışı içinde nerelere hangi tür tasvirler çizileceğini, hangi malzemelerin kullanılacağını tek tek anlatıyordu. Bölümlerim arasında boş bırakılmış yerleri ayırabilmek ve bu arada sayfalarımın alt kısımlarındaki delil sözcüklerini kaybetmemek için bazen öykümü ezberlemeye yelteniyor, bazen de içinden bu beyitlerin anlamlan arasında şifreler arıyordu. Anladım ki Haydar Usta'nın BC'den haberi vardı. Resim çizilmek üzere dağıttığı

80

sayfalarımdaki beyitleri alelacele kopya etmesi de bunun içinmiş gibi geldi bana. Eğer sıralama yahut ciltlemede bir değişiklik, yahut kazara bir kayıp sayfa söz konusu olursa zorda kalmamak, BC adına görevinde ihmal göstermemek istiyordu. Parçalanan cildimden nakış için ayrılan sayfalarım kalfaların ustalıklarına göre paylaştırıldığı geceden itibaren Haydar Usta ta ilk beytimden başlayarak beni okumaya koyuldu. Bazen Fuzulî mahlasıyla yazılmış gazellerime hayran kalıp bunların Ni-garî mahlasını taşımadığına üzüldü, bazen içinde Arşiya Akel-dan'a ait bir iz ve bir sembol aradı, bazen öykümün akışından ipuçları yakalamaya çalıştı, öyküme ait sahneleri sayfa boşluklarıma çizen kalfaları her kontrol edişte de Efendim Fuzulî'nin eskizlerini tekrar tekrar gözden geçirdi. Böylece bir yandan çizilen minyatürlerin öyküme uygun olduğunu kontrol ederken, diğer yandan Efendim Fuzulî'nin çizgilerinin ana hatlarıyla korunmasına da özen gösteriyordu. Hatta kalfaları, onun ilk defa bu kadar titizlenerek çalışmasından bunalıp arada bir güvensizlik bunalımının başgöstermesine bile kapı aralamışlar, bugüne kadar meğer ustalarını tanıyamamış olmanın dedikodusunu yapmaya başlamışlardı.

Bir parçam benden koparılmıştı ya, çizilen nakışları en çok ben merak ediyordum. Acaba insanlar beni nasıl.hayal ediyorlar ve bu nakkaşlar beni ne kadar tanıyorlardı? Sayfalarıma, Efendim'in anlatımlarına uygun sahneler çizecekleri kesindi, ama acaba beni bana ne kadar benzetebileceklerdi? Sabırsızlanıyordum.

Kalfalar, daha evvel çize çize usta oldukları sahneleri belirleyip raflarda duran Nizamî Hamsesi'nden ilgili nakışları tekrar gözden geçirdiler. Oralarda çizilen resimlerime baktılar. Ancak Efendim Fuzulî nakışlanmam için öyle yerlerde boşluk bırakmış veya öyle ilginç sayfalarda yer ayırmıştı ki, bunların diğer mesnevilerde örneklerini bulmak, yahut o sahnedeki ruh halimi veya tavrımı belirlemek olası değildi. Örneğin, bütün giysilerimi ve

babil'de ölüm İstanbul'da ajklöl

kıymetli mücevherlerimi verip avcının tuzağına düşmüş ceylan yavrusunu kurtarmam veya kendimi zincire vurdurup Leylâ'nın köyüne gitmem, orada birbirimizi görünce düşüp bayıldığımız sahneler bunlardandı, öte yandan Leylâ'nın doğum sahnesi ve yapılan şenlikler, okulda diğer çocukların arasında yan yana oturup ders dinlediğimiz, Leylâ'nın okuldan alınması üzerine arkadaşlarımın beni kırlara götürmeleri, babamın beni çöllerde bulup eve dönmem için yalvarması, dünürcülerin Leylâ'nın çadırına gidip onu benim için istemeleri ve amcamdan "Bende deliye verilecek kız yok!" yanıtını almaları, aklımın başıma gelmesi için dua etmek üzere Kabe'ye götürülüşüm ve eşiğe başımı koyup "Tanrım, aşkımı arttır!" diye ettiğim dua, geri dönüşte yine çöllere düşüp vahşi hayvanlarla dost olmam ve hepsinin çevremde dolanmaları, îbn Selam'ın Leylâ'yı görüp çarpılması ve düğünleri, yiğit Nevfel'in ordularını toplayıp Leylâ'yı bana almak için amcamın ordusuyla savaşması, îbn Selam ölünce Leylâ'nın yas tutuyormuş gibi yapıp aşk hasretiyle ağlaması, sonra gelip çölde beni vahşilerle otururken bulması, annesine vasiyet etmesi ve ölmesi, benim ölüm haberini alıp mezarın üzerine kapanarak can vermem, hepsi tek tek ve özenle çiziliyordu. Her nakış tamamlandıkça Haydar Usta onu yeniden kontrol ediyor, bir yandan renklerin ve desenlerin kontrastlarını incelerken, diğer yandan Bağdat Bilimler Akade-misi'ndeki Süryani Kütüphaneci'den kendisine ulaşan BC gizemlerini tanımaya, Hilleli şairin Bağdat'taki günlerinden bu kitaba yansıyan hatıraları anlamaya, çözmeye, belki keşfetmeye çalışıyordu. Henüz hakkımda bir şey bilmediğini anladım. Söz gelimi BC şifrelerinden ve bu şifreleri beyitlerim arasında araması gerektiğinden haberi yoktu. Bütün yaptığı, çizimler üzerinde durup belki bir define haritası çözer gibi Iştar tapınağının yerini ve kapısını kendisine açacak bir mucize beklemekti. Onun bu tavırları beni biraz olsun rahatlatmıştı. Demek ki BC henüz benim düzenleniş biçimim hakkında, Bağdat'ta kalan hançer veya Efendim'in matara kayışına astar yaptığı şerit

8 2 L*M

hakkında bilgi sahibi değildi. Eğer bunları biliyor olsalardı Nakkaş Haydar beni ele geçirir geçirmez resimlerime değil de şiirlerime dikkat kesilirdi.

Nakkaş Haydar'ın Osman ve Pervane adlı iki öğrencisi vardı. Maharetli ve yetenekli iki nakkaş olacakları her hallerinden belli idi. Erdebil kedisinin ense tüyünden koparılmış ince kıllardan yaptıkları fırçalarıyla sayfada çizgi çizerken yahut spiral çekerken, o tüyler ellerinde neredeyse bir tek saç teline döner, incelir, incelir, hayale dönerdi. Toprak boyaları, kırmız ve çivit alaşımlarını, alkol ve kimyasal eczaları uygun ölçülerde karıştırarak elde ettikleri renkleri sayfaya geçirirken öyle sanatlar gösteriyorlardı ki, sırf onları çalışırken görmek üzere insanlar bu atölyeye geliyor, bazen saatlerce kalıyorlardı. Iş-te beni en güzel bu ikisinin renkleri anlattı ve hatta bütün öykü boyunca çizilen bütün tasvirlerin içinde bana en çok benzeyen Mecnûn yüzünü, Leylâ'nın mezarı üstüne kapandığım zamanki sahnede kalfa Osman çizdi.

Nakkaş Haydar'ın atölyesinde pek çok ziyaretçim olduğunu söylemeliyim. BC ile alâkaları olmayan, BC diye bir şeyi hiç duymayan, yalnızca sanat endişesiyle ve şiir aşkıyla beni görmek, tanımak isteyen insanlardı bunlar. Bastonuna dayanarak iki büklüm kambur sırtını zor taşıyan müftü Lütfı Efendi'yi, -Colombus İstanbul'a gelip de

babil'de ölüm istanbul'da aşk(83

denizcilikle ilgili keşif projelerine himaye aradığı vakit Sultan II. Bayezid'e "Bana gemiler verin size yeni bir dünya vereyim!" dediği zaman sultanın, "Bu keferenin söyledikleri araştırıla!" diye işi havale ettiği ilim heyetinin başkanı bu adam imiş ve "Ahir zamanda yeni dünya mı olurmuş?!" diye Columbus'un teklifini sultana reddettirmiş-; Kanun Koyucu nezdinde elçi iken ülkesine sandık sandık kitaplar ve bir de lâle soğanı gönderen Avusturyalı diplomat Baron Busbecq'i, paşaların özel kitaplıkları için siparişler veren bazı kütüphanecileri, okuma meraklısı mollalar ve daha birçok kimseleri bu arada sayabilirim. Hepsi sayfalarım arasında küçük molalar vermekten haz duyan, bilgelik ve hüner şehri İstanbul'un zarif insanlarıydı bunlar.

Ziyaretçilerim arasında mutlaka söz etmem gereken altı kişi vardı ki onları size anlatmazsam öykümün bu kentte ne derece önemli bir yer tuttuğunu yeterince idrak etmemiş olursunuz, ilk önce Balıkesir'de saraç çırağı iken istanbul'a gelip mektep medrese yüzü görerek şiire yönelen ve Yavuz Sultan Selim Han zamanından itibaren istanbul zarifleri arasında saygın bir yeri olan Satılmış Efendi geldi. Ona istanbul'da Satı Bey diyorlardı ve Bayezid Han Camii avlusunda bir remilci dükkanı var. Bu dükkana devrin şairleri ve şiir heveslilerinin gelip şiirler okuduklarını, yeni yazdıkları şiirler hakkında dükkan sahibinin eleştirilerini dinlemek istediklerini bilmeyen yok. Onu gözümde çok büyütmüş olmalıyım ki karşıma kısa boylu, zayıf, köse sakallı bir ihtiyarcık çıkınca, "Olamaz!" dedim içimden "Koca şair Zatî Efendi bu ufak tefek adam olamaz!" Ama olmuştu, işte ünlü şair Zatî Efendi idi karşımda duran. Üstelik de öyküme göz atarken kalbinden "Ah keşke bu dizeleri ben yazmış olsaydım!" diye geçirdiğini biliyordum.

Diğer ziyaretçilerimden üçü henüz Fatih Medresesi'nde yüksek öğrenim görüyorlardı ve ortak özellikleri tarih ve edebiyata karşı duyarlılıklarıydı. Aralarında konuşmalarından anladım ki birisi Fatih Camii müezzininin oğlu Abdülbaki, ötekisi

8 4 L*M

bâbil'de ölüm İstanbul'da a ş k } 8 5

Gelibolu kasabasından gelmiş olan Âlî, diğeri de Sadettin Molla idiler. Bana gösterdikleri saygı ve Efendim Fuzulî hakkında söyledikleri övücü sözlere bakarak bilimde ve edebiyatta yetenekli öğrenciler olduklarını, eğer talihin rüzgârları ters esmez ise ileride büyük adamlar olacaklarını düşündüm.

Son ziyaretçilerim, en büyük itibarı gördüğüm Hayalî Bey ile şairlerin yaşam öykülerini yazmayı kendisine iş edinmiş olan Âşık Çelebi idiler. Hayalî Bey beni bir yandan sayfa sayfa okuyor, diğer yandan Nakkaş Haydar Ustalya düşüncelerini söylüyordu. Hatta bir ara, Efendim'in hediyyesi olarak beraberimde getirdiğim gazelleri koynundan çıkardı ve onlarla aynı ölçü ve uyakta yazdığı kendi şiirlerini -o bunlara nazire diyordu- art arda okuyup ağladı. Âşık Çelebi de Efendim'in hayatı hakkında daha çok bilgiyi nasıl elde edebileceğini ve bunları kitabına hangi üslupla yazabileceğini hesap edip duruyordu durmadan. Bu güzel yüzlü adamla karşılaştığım zaman konuşabiliyor olmayı çok isterdim. Öyle ki başka hiçbir zaman, söz yeteneğine sahip olmayı böylesine kuvvetle arzu etmemiştim. Düşünsenize bir kez, eğer Âşık Çelebi ile karşılaştığımda Efendim Fuzulî hakkındaki bilgi ve hatıralarımı anlatabilseydim, bunlar onun Meşairu'ş-Şuarâ adını verdiği biyografi kitabında ne muhteşem bir bölüm olur, ne mükemmel nakışlarla süslenirdi. Belki de o benim anlattıklarımdan başlıbaşına bir kitap yazar, Hilleli Efendim'i bütün Türk illerine tanıtırdı. O gün konuşamamıştım ve bu bana itibar bağışlayan Efendim'in üzerimdeki hakkını yeniden hatırlayıp bir kez daha üzülmeme yol açtı. Derinlerde bir yerde Efendim'e lâyıkıyla teşekkür edememiş olmanın acısını duydum. Aynı acıyı yıllar sonra "Fuzulî ölmüş!" haberini aldığım gün de hissedecektim. Onun hakkını hiç ödeyememiştim zaten ben ve asla da ödeyemeyecektim. Gerçi bundan böyle dizelerimi okuyanlar hep onu hatırlayacaklar ve ardından güzelliklerini konuşacaklardı ama ben, çöl güzelinin sevdasını, başkaları farkına varmasa da onun

sayesinde yüceltmiş olmanın ezikliği altında hep çalınmış zamanlarda yaşamaya mahkum kalacaktım. Başkaları bende muhteşem bir aşk tecrübesi görecek ama ben hep ödünç aşklar yaşayacaktım. Nitekim şimdi de özümde bir köle idim, Efendim Fuzulî'nin kölesi idim, ama nereye gitsem sultanlar gibi karşılanıyordum. Galiba Efendim o ünlü dizesini kendisi için değil de benim için söylemişti:

pi "Padişah gibi bir köle; muhteşem bir dilenciyim."

* * *

Üsküdarlı Nakkaş Haydar'ın ciltevine götürüldüğümde işkenceye sıkıştırılmış bir kitabın üzerine yüksekten düşen giyotinin sesiyle ürperdim. Buradaki her şey, Babil zindanların-daki işkence aletleri gibiydi. Arşiya Akeldan'ın onca yıl ülkeden kaldırmaya çalıştığı suçların cezası buradaki eşyalara benzer eşyalardan yansıyordu mahkumların bedenlerine. Bir ara, BC yahut altın İlah heykellerinin peşindeki hırsızların da bu aletlere yabancı olmadıklarını düşünüp titredim. Çünkü burada, gözlerimin önünde çuvaldızlarla derileri deliyorlar, falçatalarla gön yontuyorlar, mukavvaları ağır mermerler altına bastırıyorlar, kâğıtları ibrişimlerle dikiyorlar, kapakların üzerine pirinç şemse ve köşebent kalıplarını el işkenceleriyle sıkıştırıp günlerce öylece bekletiyorlardı.

Aynı eşyalar kullanıldığı, aynı işler yapıldığı halde bir nak-kaşhane ile bir zindan arasında ne büyük fark vardı. Birinde insan yaratılışının en estetik boyutta güzellik anlayışına kapı aralanıyor, diğerinde insan ruhunu en ziyade kıskaca alan insanlık dışı tavırlar sergileniyordu. Bir falçata yahut bir iğne, burada güzellikler yaratırken, orada acı veriyordu. Burada bıçaklar güzelliği tıraş ediyor, orada güzel boyunlardan kan akıtıyordu. Orada aynı çengelleri kullananlara cellat, burada sanatçı deniyordu. İnsanın bir niyet ve düşünce ile anlam kazandığını düşündüm. Demek ki insanlar niyetlerine göre iyi veya kötü, güzel veya

8 6 um

babil'de ölüm istanbul'da ask 87

fkjt

çirkin olabiliyorlar, eşyaya bakış açılan da buna göre oluşuyordu. Ruhlarını şeytana satanlar ile Rahmân'a adayanlar da işte bu ince çizgi ile birbirinden ayrılıyordu. Birileri zamanı çoğaltıyor, diğerleri harcayıp tüketiyordu çünkü. Birileri iyi şeylerle hayata anlam katarken, diğerleri hayatın kötülüklerine tapıyordu.

Bunları düşündükten sonra nakkaşhanede bunca güzel resimlerle beslenen estetik ruhumu birdenbire vahşi ürpertiler kapladı. Bunun bir sınav olduğunu ve ruhumu törpülemem gerektiğini düşündüm. Çaresiz, her gördüğüme tahammül edecektim, öyle de oldu. önce yapraklarımı sıkıştıra sıkıştıra diktiler; feryadımı kimseciklere duyuramadım. Ardından işkenceye koyup tırnaklarımı sökercesine üzerime giyotin düşürdüler; çığlıklarım ölüleri uyandıracak gibiydi ama ciltevin-dekiler oralı olmadılar. Sahtiyan üzerine altın yaldız şemse koyarak hazırladıkları miklepli bir kapak içine ebru teknesine batırılmış kartonlarla bağladılar beni; çırpınışlarımın hiçbiri fayda vermedi. En son, cildime vernik sürüp karanlık bir sandık içinde üzerime ağırlıklar bastırdılar; sesimi duyuramadım, hatta hiç sesim çıkmaz oldu. Tam üç gün%ürdü bu azap. Leylâ'nın adı dilimde, sevgisi kalbimde, resmi bağrımda ve hayali de baş ucumda diyeydi bütün tahammülüm; yoksa ben ben olmaktan çıkmış, kendimi kaybetmiştim.

Hassa ciltçiler loncasının en güzel Hatayı nakışlarını yapan Nakkaş Haydar beni gün ışığına çıkarıp da keten elyafı ile tozumu toprağımı silip silkelerken, yeni görünüşüme bakmak geldi aklıma. Aman Allah'ım, bu ben miydim?!.. Ben bir köleydim, ama şâhâne giysiler içinde buldum kendimi. Bu bilgelik kentinin zarif adamlarıydı bana bu güzelliği veren ve içimdeki güzelliği suratıma yansıtan. Altın işlemeli kaftan giymiş bir şehzade gibi görünüyordum. Bu çarşıya neden arasta (süslenme evi) dediklerini o vakit anladım. Belime korse konulmuş; yüzüme gözüme sürmeler, allıklar sürülmüş, saçım ve perçemlerim taranmış, sanki bir gerdek için hazırlanmıştım. Onca eziyeti görüp üç gün zindanda güzellik ve estetik adına işkence gördükten sonra,

şimdiki görünüşümden ötürü kendime güvenimi bir kat daha arttırdım. işte o an, çok istedim Leylâ'nın yanımda olmasını, yahut onunla yeniden kucaklaşmayı.

Leylâ!.. Seni aramak için yazık ki iradem elimde değil. Beni getiren de, gönderen de; satan da, alan da başkası. Ben sana gelemiyorum bari sen getirt; sana saülamıyorum, bari sen al!..

1.1

babil'de ölüm istanbul'da a s k]89

Öyle sermestem ki İdrâk etmezem dünya nedir Ben kimim, saki olan kimdir, mey ü sahbâ nedir

Fuzuli

Aşk ile öyle sarhoş olmuşum ki artık bilmiyorum dünya nedir? Ve bilmiyorum, ben kimim; bana bu içkiyi sunan da kim; içki ve kadeh nedir?!..

VIII

Bu, Abdal Kongay Işığın Peşime Düştüğü ve Bin Bir Düşüncenin Başıma ÜştüğUdür

Ben Topkapı Sarayı'nın kapısından girdiğim sırada Nakkaş Haydar'nın ciltevinden yedi güvercin havalandı. Ayaklarında, dünyanın değişik yerlerindeki BC üyelerine ulaştırılmak üzere küçük pusulalar taşıyan yedi posta güverciniydi bunlar ve Nakkaş Haydar Usta,

"Bir gelin, kem bakışlardan ve yavuz ellerden ancak bir sarayda korunabilir ve sonsuza kadar yaşar." diye yazmıştı. Aynı anda Ahırkapı'sındaki Bektaşi zaviyesinden de iki erkek güvercin havalanmış ve bir saat kadar sonra üçüncü bir güvercin ile, Nakkaş Haydar'ın dişi güvercinlerinden biriyle geri dönmüşlerdi.

Bu zaviye, kongay ışık abdallar ile Şah İsmail'in istihbarat servislerine hizmet eden gezginci Kalenderi dervişlerin konaklamaları ve haberalma hizmetlerini yürütmeleri için kurulmuş

ve sarayın hemen burnunun dibinde bir elma bahçesi içine gizlenmişti. Cildimi yapan Ahmed Usta'nın dükkanında Nakkaş Haydar tesadüfen keşfettiği zaman öğrendim bunları.

Ciltevinde işkenceler arasında canımın acıdığı günlerden birinde Ahmed Usta'ya bir ışık abdal gelmiş ve okumak için yeni kitaplar aradığını söylemişti. Belinde teber, kolunda teşbih, kulağında küpe, göğsünde ve pazularında Zülfikar dövmeleri yer alıyordu ve abasının altında giysi olarak yalnızca bir kuşak ile dizlerine kadar bir etek vardı. Usturaya vurulmuş başından Melamî serpuşunu çıkarıp çayının demine kuşağında sakladığı esrar kutucuğunun demini katıştırarak içerken Nakkaş Haydar, açıkta kalan zekerine bir halka takılı olduğunu görüp "Baba erenler, kuşu tuzağa bend eylemişsin!" diye takıldı, "ikide birde havalanıyor da!" diye karşılık verdi ışık abdal ve sohbeti koyu-laştırıp gezdiği yerlerden, tanıştığı insanlardan, şahit olduğu akıllara durgunluk verici olaylardan ve devlet siyasetinden uzun uzun anlattı. Ahmed Usta onun bir amaç için kendisini ziyaret ettiğini daha başından anlamış, bir bahane bularak Nakkaş Haydar'ı da ciltevine çağırarak sohbete katılmasını sağlamıştı. Nakkaş Haydar bir abdal derviş için okuma yazma bilip bunca derin fikirler yürütmenin normal olamayacağına karar verdiğinde konuşulanları ölçüp tartmaya başlamış, bu dazlak tıraşlı, garip kılıklı abdala bir mim koymuş, hatta peşine bir adam bile takmıştı. "Çok okuyan değil çok gezen bilirmiş erenler, hele anlat biraz!" diye diye onu konuşturmaya çalıştıysa da derviş yalnızca kendi istediklerini anlatmış, Haydar'ın sorduklarından hiçbirine dişe dokunur cevaplar vermemişti.

Anlattığına göre adı Musa idi. iran'ı, Turan'ı dolaşıp Fazlul-lah Hurufî aşkını, Hallac-ı Mansur sırrını, Nesimi öğretisini yaymaya çalışıyordu. Bağdat'tan başladığı yolculuğuna Balkan-lar'a doğru devam ederek insanları Hak yola uyandırmak istiyordu. Cübbesi nerede akşamlarsa orada sabahlayarak, belindeki keşküle ne düşmüşse onu harcayıp kanaat ederek, suyunu

9 O LıM

babil'de 6IQm istanbul'da s;k I 9 1

derelerden içip azığını ağaçlardan toplayarak dağ bayır aşıyor, Hak yoluna sefer eyliyordu. Son bir ayını Sivrihisar'da bir Bektaşi Tekkesi'nde geçirdiğini söyleyince, "Bu abdal derviş de tıpkı benim geldiğim yerlerden buraya gelmiş!" dedim kendi kendime ve sonra, "Gökçe Ali'nin izini takip ediyor olmasın?" diye bir şüpheye düştüm. Artık onu ben de dikkatle dinleyecektim. Okumak için yeni kitaplar aradığı bahanesine Haydar Usta gibi ben de inanmamıştım. Konuşmaların devamından bu şüphemde haklı olduğumu da anladım. Bu adam Bağdat'tan bu yana peşime düşmüş bir Şah İsmail casusu idi. Nakkaş Haydar'in da benim gibi düşündüğünü, bir yandan onu dinlerken diğer yandan işine devam ediyormuş gibi tekneden genişçe bir ceylan derisini çıkarıp suları süzülsün diye tam da benim

H

sayfalarımı düzleyen mermerin önüne örtmesinden anladım. Artık onları göremiyor ama konuşulanları tamı tamına duyabiliyordum. "Erenler!" dedi Nakkaş Haydar, "Biraz da eski kavimlerden, tarihe ait şeylerden anlarsanız bize!.."

Abdal Musa, çok kurnaz bir adamdı. Bu sorunun altında nelerin araştırılacağını hemen kavradı. Nakkaş Haydar'ı kendisine inandırabilirse aradığı şeyi bulabilmeyi de umuyordu üstelik. Konuya daha kolay girebilir diye Haçlı seferlerinden bahsetti uzun uzun. Kilisenin yönlendirdiği bu kutsal savaş için denizlerden ve karalardan bütün Hıristiyan dünyanın şatolarını, tarlalarını, karılarını bırakarak nasıl dalga dalga Kudüs'e geldiklerini, zırhlara bürünmüş atların ve şövalyelerin geçtikleri yerleri çekirge sürüsü uğramış ekinler gibi nasıl harab ettiklerini, ama kutsal topraklara vardıklarında et ve kemikten ibaret Müslümanlar önünde çok acılar çektiklerini, ardı arkası gelmeyen o savaşların acımasızlığını, ateş toplarının ve zehirli okların yağdığı ormanlarda yanık insan kokusunun dillerini sarkıtarak soluyan kurtları ve aç köpekleri bile nasıl kaçırttıklarını, Selahaddin ile Richard'ın kahramanlık mukayeselerini, Haç ile Hilal kavgasını ve bu savaşların Hıristiyan ruhlarda açtığı derin yaraların hâlen devam ettiğini, uzun uzun anlattı. "Bakın bir de hikâye anlatayım size Haydar Usta!" dediğinde, "Haydi bakalım çıkar ağzından baklayı!" karşılığını vermek geldi içimden.

"Bu Haçlı seferlerinden dördüncüsünde Papa Innocentius, Macar kralı Andras'a gizlice bir hançer vermiş ve Kudüs alındığı vakit bunu İsa'nın beşiğine değdirdikten sonra Süleyman Mabedi'ndeki bir hançer ile değiştirmesini istemişti. Bu hançer ta Babilliler zamanından kalma olup, kabzasında çifte boynuzlu ejderha başı taşıyan lanetli bir hançer imiş." Musa'nın bu cümlesinden sonra içimden bir şeylerin koptuğunu hissettim. Çünkü Efendim Fuzulî'nin medrese avlusundaki dut ağacının altına gömdüğü Siruş başlıklı hançerden bahsettiğini anlamıştım. Musa heyecanla sürdürüyordu sözlerini: "Kimin eline

9 2 um

geçerse ona ölüm getirirmiş bu hançer. Papa bunu Süleyman Mabedi'ne koyarak lanetini kıyamete kadar bağlamak istiyormuş. Andras, sonunda ordusundan yedi adam seçmiş. Her birine "Evrenin Şövalyeleri" rütbesi verip kendileri ile atlarına giydirilmek üzere birer çelik örme zırh hediye etmiş. İçlerinden en gözü pek olanına hançeri teslim edip diğerlerini de onu korumak üzere Eyyubi tabyaları içine, değişik kimlik ve kıyafetlerle göndermiş. Bunlar bizim akıncılar gibi dil biliyor, Müslümanlığın gereklerini yerine getiriyor ve aynı zamanda Selahaddin'in askerlerinden lojistik ve stratejik bilgi topluyorlarmış. Ne ki üçüncü gün Selahaddin'in "Ordu içinde casus vardır, her kim bir casus kellesi getirirse bir doru at vereceğim!" fermanı üzerine üç tanesi kellelerinden korkup paçayı kaptırmamak için firar etmişler. Onun kaçtığını gören diğer dördü telaşa kapılınca da yakalanmışlar ve hemen savaş alanında öldürülmüşler. Bu hengamede birkaç uyanık da, iki gün evvelki çarpışmada ölen bazı Haçlı askerlerinin kellelerini keserek, sanki kaçan casusların kelleleriymiş gibi Selahaddin'den ödül almışlar. Takip eden günlerde casus olduğu için öldürülenlerin sayısı otuz ikiyi bü\muş."

Nakkaş Haydar Musa'nın çayını tazeledikten sonra "Peki erenler, hançere ne olmuş?" diye konuşmaya ayak verdi. "Ne olacak, o günden sonra laneti yine devam etmiş. En son, ömrü uzun olası sultanımızın Bağdat'ı fethettiği sırada âmâ bir kü-tüphanecideymiş. Adam intihar etmiş ve bir daha gören olmamış. Diyorlar ki, hançerin laneti daha sonra bir kitaba geçmiş."

Nakkaş Haydar "Vallahi erenler, çok şükür ben sağ olduğuma göre senin lanetli kitap henüz bize gelmemiş!" diye gülerek karşılık verdiğinde ben "Acaba gizlediğim sır bir lanet mi?" diye düşündüm. Şimdiye kadar geçtiğim yerlerde arkamda ölüler bıraktığım doğruydu. Bana sahip olanların ölümle burun buruna geldikleri de... Ama ben yine de bir lanetli gibi hissetmiyordum kendimi. Fakat Nakkaş Haydar ile Abdal Musa'nın konuşmalarından anladım ki bundan böyle beni yalnızca bilginler

babil'de ölüm istanbul'da a; k I 9 3

değil, hırsızlar da arayacaktı. Acaba BC üyelerinden hangisi altınları bilime tercih etmiş ve Akeldan'ın sırrını söylememesi gereken kişilerle paylaşmıştı? Hangi adam iyi ile kötüyü karıştırmış, iki taraflı oynayan casuslar gibi ruhunu satmıştı. Bilgi, evet tehlike demekti, ama bilginler de en saygın insanlar sayılırdı. Bilgiye hükmedenlerin altın ile ne işleri olabilirdi ki?! Bilgi ile zenginlik bir arada düşünülebilse bile bilgi ile hırs aynı ruhta çatışır dururdu. "İnşallah zehirli oklara hedef olurlar!" diye beddua ettim böyleleri için.

Gün kararasıya kadar başka konulardan ve kitaplardan konuştular. Musa, "Eyvallah!" deyip ayrılacağı sırada keşkülünü Nakkaş Haydar'a uzatmış, o da içine bir peksimet ile satması için bir minyatür koyarak kendisini kapıya kadar uğurlamıştı. Aslında niyeti ne tarafa gittiğini kontrol etmekti. Nitekim o arastanın doğu kapısından çıkar çıkmaz da peşine adam takmıştı.

Ertesi gün Nakkaş Haydar'ın benimle ilgili çalışmalarını hızlandırması dikkatimi çekti. Sanki lanetli olduğum masalına inanmış da benden kurtulmak istiyormuş gibi geldi bana. Gökçe Ali'nin izini takip ederek Ahmed Usta'nın cilthanesine kadar ulaşan bu adamın bir Melami abdalı veya Kalenden dervişi olmadığını, tam aksine Babil hazineleri peşinde bir çeteden olduğunu akşamki takip sırasında anlamıştı. Onun iranlı şahseven-lerden olduğundan da şüphelenmedi değildi, ama "Şah ismail'in her yerde casusu var zaten!" diye düşünüp bu konu üzerinde fazla durmadı. BC'nin sırrını hırsızlardan korumanın şimdi kendisine düştüğüne karar vermiş, bunun için kendi kendine and bile içmişti. Ciltevinde emniyette olmayacağımın ve bir an evvel güvenliğimi sağlamak gerektiğinin bilinciyle çareler düşünüyordu. Bir an evvel cildimin bitirüip saraya teslim edilmemin emniyetli bir yol olduğuna hükmetti.. Ne de olsa Ahırkapı'daki Bektaşi Tekkesi'nin kolları saraya uzanamazdı. Hem birkaç gün sonra bu tekkeyi sarayın bostancısına ihbar etmek, içinde şah'sevenlerin bulunduğunu ve casusluk yaptıklarını ortalığa

9 4 UM

yaymak da mümkündü. Bütün öğleden sonrasını çareler, düşünerek geçirdiği o gün, "Se-mah (Üç Hilal)" adlı saray gizli servisinde çalışan bir akrabasını da ziyarete gitmiş ve burada daha başka İşler döndüğünü öğrenmişti. Bazı yeniçeri odabaşlarının çeteleşerek uzak görüşlü dürbünler ile Boğaz deniz trafiğini ve gemilerin bandıra ve alay sancaklarını gözetledikleri, Fransız gemileri geldikçe tekkenin çatışına çektikleri işaret sancaklanyla haberleşip onlara bazı gizli bilgiler aktardıkları, derviş kılığında istanbul içinde yirmi kadar istihbarat elemanı çalıştırdıkları, geçimlerini sağlamak için de Galata limanındaki hammal teşkilatını kurdukları ve loncaya bağlı olarak bütün yük indirme ve yüklemelerden haberdar oldukları, gizli kargolar geldiği zaman bizzat kendilerinin hammal kıyafetinde limana gittikleri, yeniçeri ocağındaki rütbeleri sayesinde de güvenliği sağladıkları gibi bilgiler bunlardandı.

Nakkaş Haydar beni bir an evvel saraya teslim etmenin iyi olacağına, bütün bunları öğrendiği zaman iyiden iyiye inandı. Düşündüğüne göre ben sarayda kaldığım müddetçe nasıl olsa hazine-i hassa kitapları arasına kaydftlunur ve kilit altına alınırdım. Çağlar ve bilimsel gelişmeler hızla akıp dünyanın uzaya açılacak kapılarının sırlarını açıklama zamanı geldiğinde de hâzine dairesinden alınıp sultanın önüne konulmam kolaylaşırdı. Çünkü Nakkaş Haydar şu andaki dünyanın medeniyet birikimine bakarak gelecekte BUAM'ın istanbul'da kurulacağını düşünüyordu. Öyle ya, hangi devlet Osmanlı'dan daha üstündü ve bilimsel çalışmalarda onu geçebilirdi?!.. Vaktiyle haç adına hizmet veren bilginler ve bilgiler istanbul'un fethinden sonra hilal için çoğalmı-yor muydu? Ve BC üyelerinin çoğunun ileride bu ülke topraklarında yaşaması pekâlâ mümkündü!.. Bir de şu hırsızlar olmasa!..

Saraya bir gelin güzelliğiyle adım attığım sıralarda Nakkaş Haydar'nın güvercinlerle gönderdiği pusula beni, bilge Akel-dan'ın tabletlere kazıdığı sırrın açıklanacağı güne kadar bu

babıl'de ölüm istanbul'da a;k|95

duvarların içinde yaşayacağıma inandırdı. Saray bana huzur mu verecekti, yoksa hüzün mü(> bilmiyordum. Leylâ'mı aramak kolay mı olacaktı; zor mu, bilmiyordum. Burada güce sahip mi olacaktım, boyun mu eğecektim, onu da bilmiyordum. Bildiğim, Kanun Koyucu'nun, duvarları samur kürkle kaplı odasından dünyaya yayılan ihtişamına kendimi teslim etmenin heyecanıydı, istanbul arastasında köle pazarlarının bütün paralarıyla tartılacak, bütün mücevherlerinden ağır tartacak kadar güzelleşmiş, saraylara yaraşır bir asalete bürünmüştüm. Bunu beni korumak isteyen BC mi yapmıştı; yoksa sultanın iltifatına kavuşmak isteyen Ahmed Usta veya Nakkaş Haydar mı, farkında değildim.

Farkında olduğum şey, Leylâ'yı özlüyor olmamdı.

Leylâ!.. Yokluğunda alnıma lanetler koyanlardan kurtar beni.

9 6 um

Gehî vuslatta âşık, gâh mehcûr Bu dünyadır gehî matem, gehî sûr

Bakî

Âşık bazen vuslattadır, bazen ayrılıkta... Dünya derler buna; bazen ölüm, bazen düğün (vuslat olunca düğün, ayrılık olunca ölüm)...

IX

Bu, Gülhane'de Bir Cevizle Karıldığım ve Megril Kızına Leylâ Diye Sarıldığımdır

Leylâ diye sarıldım ona. Saçları gün ışığı gibiydi; ona bakan, "Bu kız başında bir güneş taşıyor!" derdi. Gözleri berrak maviydi; ona bakan, "Gökyüzü yere inmiş!" sanırdı. Şark iklimlerine ait bir sabah bahçesinin aydınlığını taşıyan yüzünde eski Anadolu masallarının renkleri okunuyordu. Yürüse ayaklarının altında yeşil çimenler bitecekti neredeyse. Temiz, aydınlık bir yüreği vardı.

Yağmurun lodosu eleyip geçen şiddetiyle sarsılan şu zemheri gecesinde yüzümü yakan sıcak nefesine bıraktım kendimi, tutuldum; yandım, yakıldım. Narin başının kuşça ağırlığı ve kınalı saçlarının amber kokusu içimi bayıltıyor, zihnimi mest ediyordu. Yalnızca birkaç kuru dalı kalmış asırlık ceviz ağacının ancak ikimizin sığabileceği kovuğunda gecenin geç saatlerini soluyorduk. Cevizin koca gövdesini aşk ile sarıp yine aşk ile kurutan sarmaşık dallarının yapraklarından süzülen yağmurların hüzünlü şarkısını dinleyerek özgürlüğü derin derin içine çektiğini

babil'de ölüm istanbul'da aşkİ97

hissedebiliyordum. Hükümdarın kanunlarını ve kadınefendinin kıskançlık dolu talimatlarını çiğnemenin dehşet ve heyecanıyla titreyen beyaz teni durmadan ıslanıyor, ayağındaki ağrı gittikçe şiddetleniyor, iliklerine işleyen soğuk, zihnini uyuşturup uyku ile uyanıklık arasında kâbuslara salıyordu. Buna rağmen mutluydu, acıları ilk kez bir anne gibi hissediyordu. Yerinden kımıl-dayamıyor, bir elini üzerimde, diğer elini karnında gezdirerek yaşamaya çalışıyordu.

Şimşeklerin ışığını kollayarak surları gözetleyen bostancı neferinin ters voltasından yararlanıp sarayın yüksek duvarlarından ulu ceviz ağacının dalma atladığı sırada karnında dört aylık oğlu, bohçasında ben vardım. Ne var ki cevizin güvendiği dalı ona ihanet ederek sarayın kanunlarına sadık kalmış ve kı-rılıvermişti. O anda iki elim olmasını ve Leylâ'mı yere düşerken tutmayı ne kadar isterdim.

Onun hassas ruhunda Leylâ'mı buldum ben ve o gece Leylâ diye sarıldım latif bedenine. Ama sultan ona ilk sarıldığı gün "Rukâl!" demişti, "Gecemi safalarla doldurdun, adın Şeb-safa olsun!"

Rukâl, dört yıl evvel Osmanlı sarayına satılmış ve sarayın kapısından girerken kendisine, "Burada köle olmak efendi olmaktır. Çünkü sarayda terbiye olmayan, hiçbir yerde terbiye öğrenemez. Burada terbiye müziktir, resimdir, edebiyat, tarih ve coğrafyadır." denilmiş, bu konuda dikkati de çekilmişti. Esirciler Gürcistan'ın Megril diyarından kaçırıp getirmişlerdi onu İstanbul'a. Yedikule esir pazarından alınıp cariye diye saraya verildiğinde mehtaba "Ya doğ; ya doğayım!" diyen onaltı-sında bir taze idi. Irkının bütün güzelliği nakış nakış yüzüne, göğsüne, beline, bacaklarına yansımıştı. Kafkasların şimşir, ardıç ve servileri arasında yaban kedisi, tilki, kır tavuğu ve zerda-valara tuzak kurarken felek onu tuzağa düşürmüş, esircilerin kafesine koymuştu. Osmanlı sarayının ne temrinindi ve nar şerbetleri, ne macun ve helvaları o koyu gölgeli dağların kaynak sularının, bal ve cevizlerinin tadını unutturabilmişti ona.

98

Gülhane'deki ceviz ağacının kovuğunda birbirimize sarılmış yağmuru dinlerken Rukâl de, ben de geçmiş günleri düşünüyorduk. Onun dört, benimse kırk yıllık hatıralarımız vardı şu duvarların ötesinde. Hiç çıkmayacakmış gibi girdiğim şu duvarların ötesinde acılarımız, sevinçlerimiz vardı, ikimizin de mutluluklarımız, hüzünlerimiz; kahkahalarımız ve gözyaş-larımız kalmıştı orada. İyi mi yapmıştık saraydan kaçmakla, daha doğrusu o giderken beni de yanına almakla iyi mi yapmıştı, dışarıda başımıza neler gelecekti, kaderimiz nasıl çizilmişti, bilmiyorduk. Sevgilerimiz çoğalacak mıydı, yitirilecek mi? Buraya doğmak için mi saklanmıştık, ölmek için mi? Gülecek miydik, ağlayacak mı, bilmiyorduk. Hayallerimizle hatıralarımız birbirine karışmıştı. Rukâl'ın gözlerinden iki damla yaş düştü bağrıma. Acı gülümseyişlerle harmanlanmış iki damla yaş. Bütün bir hayat macerasını okudum o iki damlada bu taze gelinin, bütün aşkını düğümlediği umutlarını gördüm ve yüreğim bir kez daha yanarken, bir kez daha sevdim onu Leylâ diye.

Hareme geldiğinin ilk günlerinde -ki ben o zamanlarda ihtişamın ördüğü şu surların içini karış karış öğrenmiştim artık-rüyasında hep kilise zangoçu olan babasını görüyor, annesinin öz diliyle konuşuyor ve hüzünlü sesiyle,

Heves geçer sevda değil Benim yazgım başka yazgı Ah dolandım başımda dert Kara haber tez varırmış Nani na didou nana nanina

türküsünü mırıldanıp duruyordu. Sarayın ıssız taş duvarlarına çarpan sesi teselli değil işkenceye dönüşüyor ve yatağına her girişte dua gibi "Nani na didou..." nakaratını tekrarlıyor; kâbuslarla dolu uykusundan uyandığında da nefesi kesiliverecek gibi oluyordu. Sarayın yol yol mermerlerle ayrılmış ağaçlı bahçesinde

K

babii'de ölüm İstanbul'da a ş k I 9 9

gezerken, taş duvarlı yüksek kubbeleri altında otururken, mum alevleri kalın kapıların ardında titrerken, nevruz bayramlarında saray bahçesinde baharın renklerini ruhuna damıtırken, kurde-lalarla paketlenmiş nevruz tatlılarını neşeyle yerken hep ruhunun üşüdüğünü hissediyordu. Bahçenin, belki de sarayın en önemli kişisi olarak tanıdığı harem ağasının yerlere kadar uzanan ışıltılı elbisesi içindeki siyah öfkesinden korkarak alışmaya başladığı bu hayat ona çok ayrı bir dünya gibi görünüyor ve hep bu rüyadan bir gün uyanıvermeyi bekliyordu. Zaman ilerledikçe gerçekleri kabullenmeye başladı. Rus ve Martinikli cariyelerle dost olması bu teselli dönemine rastlamıştı. Benzer öykülerini anlatarak birbirlerine güven vermeye çalışıyorlar; ekmeklerini, tatlılarını ve çubuklarını bölüşüyor, sevinçlerini ve hayallerini paylaşıyorlardı. Paylaşmadıkları tek şey parfümleriydi. Bedenlerine ve boyunlarına sürdükleri esansların sırrını kimseyle paylaşmak istemeyişleri elbette ikbal şansını yitirmemek içindi. Belki de sultan onları kokularından ayırabilsin diyeydi. Ve çok ilginç biçimde, bu gencecik kadınlar hep ' t bir ayrı romanın kahramanı idiler.

Kanun Koyucu zamanında buradaki hayat daha bir başkaydı. Değişim, Selim zamanında başladı sayılır. Şimdi Osmanlı sarayına hükmeden Sultan Murad

100

I UM

babil'de

istanbul'da ask M 0 1

ise kuralları ters yüz etmiş gibi artık. Son on yılda saraydaki sosyal hayat da birdenbire yozlaştı. Kubbealtı toplantıları, resmî görüşmeler, savaş kararları, dış ilişkiler, diplomasi, elçi kabulleri derken haremde de farklı bir hiyerarşi kendini göstermeye başladı.

Selim'in oğlu Murad'ın üç eşi vardı. Büyük kadınefendi haremde her şeyi düzenliyor, sultanın ilgisini üzerinde tutabilmek için onun hoşuna gidecek her düzenlemeyi yapıyordu. Sultanın garip hikâyelere olan merakını kamçılıyor, meddahlar ve soytarılar aracılığıyla onu hemen her gece sanki odasına hapsediyordu. Kadın, eski Türkçe'de "hükmeden ve emreden dişi" demekti ve Hürrem'in yaşadığı bu sarayda, bu sözcük, en gerçek anlamını bulmuş gibiydi. Şimdiki sultan da, görünüşte babasından ve dedesinden kalan geniş topraklara hükmediyor, ama gerçekte ordusunun başında bir gün bile sefere çıkmıyordu. Sarayın koridorlarından ve yüksek kubbeli salonlarından dünyaya yön vermeye çalışıyor, meddahı Tıflî'nin anlattığı kahramanlık ve şaklabanlık öykülerime de acziyetine teselli peçesi örtme yoluna gidiyordu.

Ve bir gün Rukâl'i sultana arz ettiler. Henüz onyedi yaşındaydı ve körpe tenini hamamda keseleyip ıtırlar sürdüler, ellerini kınaladılar. Meşşatalığını Hızır Hayrettin Reis'in Cenevizli korsanlardan elde edip Kanun Koyucu'ya armağan ettiği ikiyüz esirden biri olan ve bu sarayda yaşlanan Şebperi kadın -ki asıl adı Speranza idi- yaptı. Şebperi Rukâl'e, gerdanını açıkta bırakan ipekli bir tuvalet giydirdi, Megril esanslarıyla boynunu oğ-du ve nasıl davranması gerektiği konusunda kulağına sırlar fısıldadı.

Baş kadınefendinin kin ve kıskançlık dolu bakışları arasında Rukâl, bir huri gibi süzüldü Sultan Murad'ın odasına. Bir masalın içine girer gibi heyecanla girdi kapıdan. Yavaş yavaş adımlarla, bir tüy yere düşer gibi sessizce yürüdü. Niyeti, haremdeki

ılı»!

her kadın gibi bir daha oradan ayak kestirmemek, sonunda başkadınefendi olmaktı. Bu kalın duvarların arasında nefes almak için buna ihtiyacı vardı. Madem ki buradan çıkamayacaktı, öyleyse sıradan biri olmak yerine fark edilen biri olmalıydı. İyi bir terbiye almış, okumasını öğrenmişti. Babasının kilisesinde neşideler söylediği zamanlardan kalma musikî bilgisini ilerletmişti. Çeng çalıyor ve şiir yazıyordu. Bir kadının, ancak

Nbir erkek yanında güzel olduğunu düşünüyor, ikiye bölünerek yaratılan cinsiyetin bütünleşmesiyle hayatın devam ettirilebileceğine inanıyordu.

Rukâl'in duygusallığı, dişiliğinin önündeydi. Speranza'nın kulağına fısıldadığı şuh öğütleri tutmak yerine kendisi gibi olmayı yeğledi ve sultana bedeninden önce kalbini sunmayı uygun buldu. Muradî mahlasıyla âşıkane gazeller yazan sultanın onu anlayacağını biliyordu. Şiir her ikisinin de ortak duyarlılığı olursa neden birbirlerini sevmesinlerdi ki?! Rukâl, çok geçmeden sultanın kalbine giriverdi. Artık ona memleketinde anlatılan hikâyelerden demetler sunuyor, yeni yazdığı şiirlerden okuyor, yabancı dillerde şarkılar söylüyordu. Sultanın bütün o haşmetinin arkasında nahif bir kalp taşıdığını keşfetmişti ve bunu dişili-ğiyle değil, tatlı diliyle yapmıştı. Şiir, buluşma noktalarıydı.

Günler akarken Rukâl, eski arkadaşlarının hepsinin kalbinden sürgün edildiğini fark etti. Hamile kaldığını anladığı zaman, eski dostlarından sevincini paylaşacak bir tek insan bulamamıştı. Sultanın aşkını kalbinde, çocuğunu karnında büyütmenin mutluluğuyla önceleri buna pek aldırmamış, tesellisinin acısından büyük oluşuna şükretmişti. Ne var ki gün geçtikçe her şey tersine dönmeye başlamış, kıskançlıklar düşmanlıklara, sözler yalanlara karışmıştı. Bazı gecelerini sultan ile geçiriyor, diğer zamanlarda hücresine çekilip can sıkıntısını gidermek için çeng çalıyor, şarkılar mırıldanıyor, şiir kitapları okuyordu ama artık gittikçe daha yalnızlaşıyordu. Gözde olduktan sonra neredeyse kendisini oyalayacak bir şey kalmamıştı koca sarayda. Ne büyük çelişki idi bu! Hele de rakipleri

102

ile arasına resmiyet girdikten, onlardan uzaklaştıktan, yahut onlar kendisini aralarından uzaklaştırdıktan sonraki yalnızlığı dayanılır şey değildi. Dünyaya bir şehzade getirmenin bedeli bu kadar ağır mı olmalıydı?!.. Hem belki bebeği kız doğardı, kim bilir?!

Ben Mecnûn, Efendim Fuzulî'nin kölesi, o günlerde tanıdım Rukâl'i. Sultan, gönlünü eğlendirsin diye verdi beni ona. ilk sayfamın kenarına tuğradan imzasını yazdığı kara is mürekkebini hokkadan döktüğü inceltilmiş deniz kumu ile kurutmuş ve harfleri parmak uçlarıyla yoklayıp tam üzerine hatıra niyetine bir buse kondurmuştu. Bu, bağrımda taşıyacağım üçüncü buse idi ve Dicle'nin serin yamaçlarında bıraktığım Leylâ'm ile Efendim Fuzulî'nin dudak izlerinin tam arasına denk düşmüştü.

Dostluğumuz o gün birdenbire başladı. Kıskançlıklar sultana ihanet kılığında yansıtılıp sarayın koridorlarında "Rukâl, Osmanlı tahtına Hıristiyan bir şehzade vererek esaretinin intikamını alacağını söylüyor." diye fısıldandığı günün gecesin-deydi. Kalbinin atışlarını hissederek uyumadan önce bütün dizelerimin en derin anlamlarını, bütün mahremiyetimin en gizemli taraflarını ona açmış ve kedere bulanmış sevincini arttırmaya çalışmıştım. Ve Efendim Fuzulî'nin bana biçtiği aşk öyküsü, ilk kez o gece korkutmuştu onu. Leylâ'yı düşünüyor ve kendisini Leylâ yerine koyarak acı çekiyordu. Leylâ acı çekerken ben nasıl sevinebilirdim?!.. Üstelik de bütün zamanların en muhteşem Mecnûn'u olmaya zoraki mahkûm ve gönülden arzulu iken!.. O gece, yüreğimi açtığım, yüreğini okuduğum o gecede varlığımdan haberdar olduğunu hissettim. İlk kez muhatap alıp benimle konuşan o idi. Ve bütün sırlarını bir bir anlattı, bütün dizelerimi tek tek mırıldandı. O gece birbirimizi okuyarak teselli bulduk, birbirimize sarıldık. Muhteşem bir geceydi ve de muhteşem bir aşk!..

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 0 3

Rukâl, sultanı görmeyeli neredeyse bir ay olacaktı. Kadme-fendi ve kızlarağası, meddahlara bol ihsanlarda bulunarak sultanı, o pek sevdiği hikâyelerin koynunda uyutmayı başarıyor-lardı. Rukâl'i sorduğunda da hasta olduğunu söylüyorlardı. Sarayın duvarlarından atlamayı denediği geceden iki gün evvel kadınefendi odasına girmiş ve "Geçen hafta sipariş ettiğin beşik artık yaptırılmayacak. Üç gün sonra ebe kadın hamamda çaresine bakar." demişti.

Rukâl, asırlık ceviz ağacının gövdesinde yağmur düşleri görürken, bir eli karnındaki bebeğin beşiğini sallıyor gibi mutluydu. O gece sabah olduğunda, masalların kızı, gün ışığı saçlarının arasında beliren gümüş rengi telleri görmedi. Bu ilk akların, karnındaki bebeği yaşatma sevincinin keffareti olduğunu yalnızca ben anladım.

Cihanın nimetinden kendi âb u dânemiz yeğdir Elin kaşanesinden kûfe-t viranemiz yeğdir

Bakî

Dünya dolusu maldan, kendimize ait bir tas su ile bir lokma ekmeğimiz yeğdir. Başkasına ait sa-raylardansa, köşesinde oturduğumuz viranemiz hoştur bize.

Bu, Sultanlara Adanan Hikâyem ve Kırk Yıl Süren özge Pâyemdir

Rukâl, ceviz ağacının ovuğunda hasmı göğsüme yaslayıp uyurken bir an ağacın en uç dalma tırmanıp duvarların ötesinde geçen kırk yıla yeniden bakmak geçti içimden. Dile kolay, tam kırk yıl. Şehzade Mehmed'in yası sinmişken duvarlarına sarayın, Kanun Koyucu'nun huzuruna Efendim Fuzulî'nin bir kölesi gibi değil de içi yanan bir babanın acılarını azaltacak bir elçi gibi ihtişamla gelmiştim. Kaç kez yanmıştı yüreği evlat acısıyla ve kaç kez bir teselli elçisi olarak görevimi özveriyle yerine getirmiştim, bilmiyorum. Kanun Koyucu beni çok sevmiş ve iltifat etmişti. Onun has hareminde yirmi yılım geçmişti. Saray hayatımın yarısıydı bu. Diğer yansında özellikle gündüzleri cariyeler yahut ağalar dairesindeki musiki meclislerinin baş köşesinde bulunmuştum. Beni hemen herkes el üstünde tutuyordu. Meşkhanede suznâklar, zirefkendler, nihavendler, ruhavi ve hicazlar çalınırken çöl kızı Leylâ'mın hayalîyle mest olduğum nice zamanları geride bırakmıştım. Zihnimi sarhoş eden

babil'de ölüm istanbul'da aşk|105

güzellikleri ise sultanın şairlerle kurduğu şiir meclislerinde yaşadığımı söylemeliyim. Sofyan vurularak musikî öğretilen enderunda zeki gençlerin dimağlarını açmış, devşirme çocuklarının memleketlerinde bırakıp geldikleri hatıralarını dinlemekten kâh mutlu olmuş, kâh hüzünlenmiştim. Kemence, şeştar, santur, miskal ve ney sesleri arasında kendimi âhenge kaptırıp raks edesim geldiği zamanları hatırlıyorum t J da şimdi, bunun bir mutluluk olduğunu ve o zamanlar değe-

rini iyice bilemediğimi anlıyorum. Musikî ile şiir bu sarayda bir elmanın iki yarısı gibiydi. Sarayın gündelik hizmetlerini yürüten cariyelerin kendi aralarında düzenledikleri fasıl konserlerinde ince zevkler vardı. Bu duvarların ötesinde ne güzel sözler öğrenmiş, ne rafine nükteler dinlemiş, kâh gülmüş, kâh ağlamıştım. Sultanın her zaferden ve fetih haberinden sonra düzenlediği sohbet meclislerinde eğlencenin dünya siyasetine karıştığı demler yaşamıştım. Saraym dışından gelen şenlik seslerinin buradaki insanlara nasıl bir hakimiyet ve güç verdiğini Kanun Koyucu'nun zamanında öğrendim. Halkına sevinçler yaşatan bir hükümdarın mutluluğuna ortak olmanın hazzını kim tarif edebilir ki?!..

Saraya özgü bezm ile rezm arasında kırk yılım akıp geçti. Bezm ile rezm, yani eğlence ve savaş, sultanların ta Orta Asya'dan itibaren genlerinde taşıyıp getirdikleri iki duygu. Türklük gibi, ırk düşüncesi gibi, hayat felsefesi gibi.... Zafere erince sevinip eğlenmek; veya sevinç ve eğlenceyi çoğaltmak üzere zafere susamak. Zafer ve eğlence bu sarayda hayatın en belirgin akışına yataklık ediyordu. Ancak bu eğlencelerde nezih sohbetler, musikî meclisleri, şiir okunan ve şiirle konuşulan uzun kış geceleri ağırlıktaydı. Arada sırada ilk beytimden son beytime kadar okunarak itibar gördüğüm geceler de yaşadım. Benim aşk hikâyem buradaki hemen herkesi etkiliyordu. Efendim Fuzulî'yi yalnızca bu sarayda edilen dualar bile cennete gönderir diye düşündüğüm çok olmuştur bu yüzden.

106 um

"Dersaadet", İstanbul'un en zarif adıydı ve "kutluluğun kapısı" demeye gelirdi. Yetenekli her insanın saadete ermesi mümkündü bu kentte. Sokaklarında bilgelik satılan, reaya ve tebaasının mutluluğu devletin gücüne yansıyan bu sarayda ben, Kanun Koyucu'nun zamanında, korkusuz, endişesiz, her zararlı fikirden ve eylemden korunmuş olarak âsûde bir hayat sürdüm. Hatta BC'nin yahut hazine avcılarının üzerime salacağı adamları bile unutmuştum.

Sultan Fatih, Bizans'tan devraldığı Konstantinepol'ün Zeytinlik nam bu en müstesna köşesine, denize bir burun çıkıntısı yapan bu ağaçlarla dolu tepeye, kendisi için bir konaklama kompleksi yaptırdığında, ortaya çıkan binalar hiç de bir saray görünümünde değilmiş. Ama yine de halk buraya devletin gücüne yakışsın diye Yeni Saray demiş. Daha sonra, Lâle Dev-ri'nde Topkapı Sarayı, bu araziye de Sarayburnu dediler. Eskiden binalar daha az, kullanılan bahçe daha küçükmüş ve bir tek ağaç bile kestirmemiş Fatih bu sarayı yaptırırken. Hatta bu yüzden mimarlar planı çizerken surların geçeceği yerleri belirlemede çok zorlanmışlar. *

Ayasofya tarafındaki Bâb-ı Hümayun'dan sarayın Alay Mey-danı'na girdiğim o ilk gün ağaçtan ağaca kurdelalar asılıydı ve sipahi oğlanları, silahtarlar, ulufeciler ve bâstancı neferleri çeşit çeşit yiyeceklerin bulunduğu sofralarda eğleniyorlardı. Meğer iki gün evvel Hürrem'in Cihangir adını koydukları bir şehzadesi doğmuşmuş. Akağaların beklediği orta kapıdan girip arz odasına vardığımda Kanun Koyucu'nun Bağdat'ta 9 akçe maaş bağladığı Efendim Fuzulî'yi hatırlayıp hakkında övücü sözler ettiğini hatırlıyorum.

Bir saraylı olarak yaşadığım günlerde ve yıllarda, bu güç ve ihtişam merkezinin günden güne nasıl yeni yapılarla genişlediğini, büyüdüğünü gördüm. Mutfakların, fırınların, cephane meydanının, balıkhanenin, kayıkhanenin, Kubbealtı'nın, Sepetçiler Köşkü ve diğer köşklerin arasında yıllar akıp gitti. Bana

babil'de ölüm istanbul'da a s k I 1 0 7

sarayın hazine dairesinde bir yer vermişlerdi ve asıl konağım murassa silahlar, diğer devletlerin hediye gönderdikleri mücevherler ve savaş ganimeti olarak getirilen kıymetli eşyaların bulunduğu odada bir sandık idi, ama geçen kırk yıl içinde kendi sandığımda gecelediğim pek az zaman olmuştur. Bazen sultanın salonunda, bazen bir cariyenin odasında, bazen de bir saray görevlisinin hücresinde uzun kış gecelerini, sıcak yaz ikindilerini yaşadım. Her birerinin duyguları, düşünceleri, ihtirasları, sevinçleri ve hüzünleri farklı farklı idi. Ama genelde bu sarayın duvarlarına bir mücadele ve çekişme ruhu sinmiş gibiydi. Borada sevinçlerden çok hüzünler vardı. Kanun Koyucu ve oğlu Selim'in sefer için saray dışında bulundukları zaman bu sürtüşme içinden çıkılmaz entrikalara dönüşebiliyordu. Bazen sarayın dışındaki hayatın daha mutlu geçtiğini düşündüğüm zamanlar olmuştu bu yüzden.

Burada kaldığım üç hükümdarın zamanında bir dünya devletinin nasıl idare edildiğini, dünya siyasetinde ne büyük bir

108

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 0 9

sorumluluk yüklenildiğini çok iyi anladım. Aslında Kanun Ko-yucu'dan sonra devlet denilen şeyin yalnızca bir sarayın varlığından ibaret kaldığını ve artık gülümsemez olmuş bu duvarların, halkın yahut diğer milletlerin bakış açılarında kendiliğinden bir güç ve iktidar hissi uyandırdığım fark ettim. Dıştan bakarak buradaki hayatı ilginç bulanlara hep "içinde kaç gün yaşamak istersiniz?" sorusunu sormak isteyişim bundandır. Kanun Koyucu'dan sonra bu soruya olumlu cevap verecek insanların sayılarının fazla olamayacağına inanıyorum ben. Dışarıdan bakıp saray hayatına özenenler, buranın serin koridorlarında esen soğuk rüzgârlara acaba kaç zaman dayanabilirlerdi? Buna rağmen yine de bu sarayda bir çekicilik vardır ki, Müslüman ve Hıristiyan dünyanın her yerindeki insanın rüyalarını, hayallerini, düşüncelerini süsler, hatta bazılarında bunu bir ihtiras trajedisine dönüştürürdü. Kiminin içinden bu saraya sahip olmak, kiminin gönlünden buraya hükmetmek, kiminin hayallerinden de burada bir gece sabahlamak geçerdi ve saray ne kadar eskirse eskisin, bu hep böyle kalacaktı.

Ceviz ağacının yalnızca ikimize yeten hücresinde Rukâl'in, umutlarını biriktirdiği al yanaklarına kar aydınlığı vururken sarayda geçen kırk yılımın benden neler alıp götürdüğünü de düşündüm. Bir defa, bedenime o kadar insan dokunmuş, o kadar farklı el okşamıştı ki yüzümü!.. Zaman zaman kendimi sur dip-lerindeki kötü çaşıt karılarına benzettiğimi bile hatırlıyorum. Elbisem bir hayli kirlenmiş, güzelliğimi pekiştiren renklerim çizilmiş, Mezopotamya'da bıraktığım Leylâ'mın tasvirlerine dokunulmuş, ilk aşkımın mahremiyetine girilmişti. Leylâ ile eski fısıltılarımızın bile duyulduğunu hissettiğim zamanlarda kimseye duyuramadığım feryadlarım ayyuka çıktı kaç geceler. Çaresizliğin sesini, saadet yurdu olan bu sarayda bile kimse duymuyordu nedense, öyle ki Efendim'in dizelerini okuyanların gönlünde yeniden yaşarken gitgide gençleştiğini hissettiğim ruhum, Leylâ ile yan yana gösterilen tasvirlerimize bakanlarca

yıpratılıyor, eskitiliyor, porsutuluyordu. Öykümdeki sevgilimle beni mezara götürecek olan asil aşkımı hissederek titreyen yürekler ve halimize acıyarak dökülen yaşlar sayfalarımı bozmuş, yer yer yazılarıma kara girdaplar çizmişti. En mahrem maceramı her geçen gün biraz daha efsaneleştirerek ağlayanlarla birlikte az ağlamadım içten içe. Leylâ ile çadırında buluştuğumuz veya onunla kırda sarıldığımız zamanı resmeden sayfalarım açıldı-J ğında bazı cariyelerin dudaklarını ısırarak hüzünlendiğini, bu

garip hüzünle birlikte gizli bir şehvet de duyduklarını görerek kalbimin kan ağladığı, gözyaşımın kana dönüştüğü zamanlarım oldu. Gizli sırlarım ve Leylâ'ya olan aşkımın şehvetle seyredilmesine oldum olası hiç tahammül edemedim, hâlâ da tahammül edemiyorum. Eğer erotik resimlere bakacaklarsa saray kütüphanesindeki bahnamelerden bir nüsha getirtip bakabilirlerdi. Ben aşkımın nezih kalmasını istiyordum. Saraydaki insanların bütün gizliliklerini öğrenmenin ve tabii onları çıplakken görmenin cezasını böyle ödemeye mecburdum belki de.

Yıldızlı yaz gecelerinde ağustos böceklerinin, sincapların, Zeytinlik'teki gece kuşlarının seslerini dinleyerek dize dize dillerden gönüllere aktığım zamanları asla unutmayacağım. Ne mutlu gecelerdi onlar; bazen Valide Hafize Sultan'in elinde, bazen Gülbahar'm bağrında, bazen Dilefruz'un saçlarında uyumuştum. Hasekiağa Uruzbay'm, solakbaşı Toraman Ağa'nm, müteferrika Beşir Çelebi'nin ve hekimbaşı Mehmed Ağa'nın kâh memleketlerinde bıraktıkları, kâh istanbul sokaklarından birine sakladıkları sevdalarını dinleyerek sabahladığım zamanlarım da güzel zamanlardı. Beni en çok aşçı neferi Yamalı Mustafa koruyup kollamıştı. Kanun Koyucu'nun son zamanların-daydı. Uzun kış gecelerinde, haremin ve has odanın kapıları kapandıktan, efendileri uyuduktan sonra bıkmadan usanmadan ocaklılara ve sarayın diğer bekâr uşaklarına sayfalarımdan bölümler okur, içlerindeki aşk ve sevgi hislerini onlara hatırlatarak hepsinden teşekkür alırdı. Okumayı çocukken yamaklığını

110 um

yaptığı Şamlı bir tatlı ustasından öğrenmişti. Böyle şiir dolu sohbetlerde zaman zaman kendilerine ziyafetler de çeker, mutfak emininden habersiz kilerden mezelikler çıkarıp Şehzade Selim'in şaraplarından kaçırarak birkaç yudum içerlerdi de. Ama bu gecelerin beni asıl şaşırtan yanı, gündüzleri heybetleri ve kıyafetleriyle dıştan bakanlarda ihtişam, özlem, imrenme, belki biraz ürküntü ve saygı uyandıran bu adamların, karanlık çöküp de kendileriyle baş başa kalınca aslında birer çocuk gibi ağlamalarıydı. Hemen hepsinin kalbini kanatan, uzaklarda bıraktıkları bir Leylâ vardı ve ben bazen kendimi onlardan daha şanslı hissediyordum.

Rukâl, kar ayazından uyuşan ellerini koynuna sokarak daldığı rüyasında kendini Kafkas dağlarındaki eski evine, o özlediği ve ezberlediği masallara attığı sırada ben, "Acaba," diye geçirirdim içimden "sarayda geçen yıllar boyunca, hafızamdan silinmeyecek oranda beni etkileyen neler yaşamıştım?" Uzunca bir müddet her şeyi hatırlamaya, bütün maceramı film şeridi gibi gözümün önünden geçirmeye başladığımda bu şeritten yalnızca birkaç sahneyi çerçeveleyebilelim. Ortaya çıkan tabloda önce her yedi senede bir beni kontrol edip cildimi ve sayfalarımın yerinde durup durmadığını yoklayan hadım harem ağaları, ardından da farklı iki kadın silueti belirdi. Bunlardan birinciler BC'nin gizli bayrağını elden ele devreden üyeleri; ikinciler ise Kanun Koyucu'nun çağında sarayda yaşamış şanslı hanımefendilerdi.

Osmanlı sarayının her döneminde BC'nin bir üyesi mutlaka bulunuyordu ve bunu benden başka kimsecikler bilmiyordu. Bereket versin bunların görevi, benim emniyette olduğumu kontrolden ibaretti. Zannediyorum taşıdığım sırrı araştıracak bilgiye bir türlü ulaşamıyorlar, Kanun Koyucu'nun siyaset etmesinden korkuyorlardı. Nitekim Hürrem'in kolları her yana ulaşmaya başlayıp da hünkarın otoritesi azalınca benim de gizli hücrelere kaçırılıp geceleme alışkanlığım oluştu. Ama bütün

b a b i I' d e Ölüm istanbul'da aşkjlll

bu akşamlarda BC'nin benimle olan ilgisi en fazla üç çift göz tarafından incelenmeme yönelik oluyor, üstelik bu gözler de dizelerimi bir sır elde etmek için değil, ulu Marduk'un hatırası önünde içsel bir ayin huzuru duymak için okuyorlardı. O zamanki BC üyelerinin hemen hepsinde çocuksu bir içtenlik vardı ve onlar, dünyanın henüz bilimsel düzeyinin BUAM'la ilgili çalışmalar yapmaya yetmediğini, kendilerinin, şimdilik bu büyük sırrı saklamakla yükümlü olduklarına iman ediyorlardı. İçlerinden yalnızca biri, en sonuncusu, Sudanlı Abdüsselam Ağa, hem aşkın ne olduğunu, hem de okumayı biliyor ve beni odasına götürebildiği her gece, mum ışığında sabaha kadar tedkik edip Efendim Fuzulî'nin aşkı anlattığı beyitleri tekrar tekrar kontrol ile bunları ebced rakamlarıyla hesap ediyor, bulduğu sayıları bir deftere kaydedip saklıyordu. Daha sonra onları kime gönderiyor yahut veriyordu bilmiyordum, ama o kişinin sarayın dışında birisi olduğundan emindim. Yalnızca bir seferinde, bundan bir yıl kadar evvel, beni koynuna sokup Kocamus-tafapaşa Camii bitişiğinde bir eve götürmüş, orada kim olduğunu anlayamadığım Rum şiveli ve müderris kıyafetli birine göstermiş "Bu kitabın sırrını çözmek istiyorsan içinde aşk sözcüğü geçen beyitleri yorumlaman gerekir." demişti. Zihnim ilk defa o gün bir ihanet fikriyle sarsıldı. Efendim Fuzulî'nin sırrının açığa çıkması halinde kendimi nasıl hissedeceğimi düşündüm. Acaba emanete hıyanet mi etmiş olurdum?!.. Bu fikir ile birkaç günler boyunca cildimin dağılmasını, sayfalarımdan birkaçının kopmasını -ki bu benim için sakat kalmak gibi bir şeydi- istedim. Bereket versin müderris kılıklı adam, "O hâlde," demişti, "içinde aşk geçen beyitleri kopya edelim derhal ve At-meydanı'ndaki dikili taşın üzerindeki alfabeye çevirip araştıralım." Bu adamın cübbesi altında kadim Asur kültürüne ait güneş kursu biçiminde bir kolye bulunuyordu. Üzerinde çivi yazısıyla yazılmış bir tılsım olduğunu sandığım madalyonun arka yüzünde Bağdat ile Musul arasındaki dörtbin yıllık Keldani geleneğinin en ünlü kralı Nabukadnazar'ın resmi ile Siruş'un

1 1 2 L*M

efsanevi baş figürü yer alıyordu. O gece Abdüsselam Ağa okumuş, bu karanlık adam yazmış ve içinde aşk sözcüğü geçen 66 beytimin listesini çıkarmışlardı. Bereket versin bunlar aşk beyitlerini, Leylâ ile öykümüzü anlatan sıra içinde değil de kendilerine göre yeni bir sıra düzeniyle kopyalamışlardı.

Rukâl'in bohçasında saray duvarını aştığım şu anda Abdüsselam Ağa'nın beni yitirmekle nasıl üzüldüğünü ve şu anda kimlerle haberleştiğini, gagaları yaldız hızmalı güvercinlerin hangi istikametlere uçtuğunu görmek, izlemek isterdim. Rukâl'i bunca sevmemin altında biraz da bu kaçışı benim de istemem, belki maceradan hoşlanan ruhumun arzuları yatıyor galiba. Rukâl'in beni sürükleyeceği yerde saraydaki kadar emniyette olur muyum bilmem, ama bir gerçek var ki, taşıdığım sırra çok yaklaşan birinden kaçmış durumdayım şu anda. Belki de sevinçte haksızdım; zira BC'nin hangi üyesinin dünyanın yuvarlak olduğu fikri kadar galaksiler arası seyahat ve kara delikle de ilgilendiğini; hangisinin Babil'in kutsal hazinelerinin peşinde olduğunu kestiremez olmuştum. Son zamanlardaki tedirginliğim de, sırrımın keşfedilmesi halinde varlığımın tehlikeye gireceğini hissetmeye başlamam da bu yüzdendi aslında. Peşimde sayılan gittikçe artarak dolaşan karanlık tiplerin kopyalarımı topladıklarından ve her nerede bir L&M nüshası bulurlarsa incelemeye aldıklarından ürkmüştüm. Onların bana benzeyen kardeşlerimi toplamaları aslında bana ulaşma isteklerinin bir çabasıydı. Leylâ'nın aşkı kadar emindim ki onlar her kopyamda farklı beyit dizilişi ve farklı sayfa ebatları gördükçe çıldırıyorlar, her defasında hesaplarının farklı bir sonuç vermesinden bıkıp usanmış olarak küfürler ediyor, lanetler okuyor, tartışıyor, çekişiyorlardı. Bana ulaşmaları demek, bütün hesaplarının sağlamasını yapmak demekti. Bunun için her defasında benim tıpatıp bir kopyama ulaşmayı umarak yeni bir nüshamı incelemeye

babil'de ölüm istanbul'da a ş k ! 1 13

koyuluyorlar, ama çok geçmeden ya hattatın yazısındaki değişik stillerdeki uygulamalar -nesih, ta'lik, rika bunlardandı- veya sayfalarda yer alan beyit sayısının azlığı-çokluğu, hatta bazen de yazıcının kendi keyfine göre bazı beyitleri öne veya arkaya alması hep onlar için birer bulmacanın parçaları gibiydi ve içlerinde, çalışmalarını yeniden gözden geçirme dürtüsünü uyandırıyordu. Ben işte bütün bu farklı anlayışları bertaraf edebilecek güçteydim. Çünkü beni Efendim Fuzulî bizzat kendisi yazmıştı ve Iştar tapınağının şifrelerini beyitlerim arasına bizzat kendisi koymuştu. Bir kişi, ister BUAM'ın yüce bilimsel gerçeğini, ister Babil ilahlarının altın heykellerini arıyor olsun, mutlaka bana ulaşmak zorundaydı ve L&M adıyla yazılmış kopyalarıma bakarak bu yolculuğu yapamayacağını pekâlâ biliyor olmalıydı.

Son birkaç yılda, Atmeydanı'ndaki dikilitaşın üzerindeki hiyeroglifleri okuyabilen herkes benim için potansiyel bir BC üyesi olup çıkmıştı. Elinde L&M ile bu dikilitaşların karşısında saatler geçiren insanların sayısının arttığını biliyordum. Bereket versin kopyalarımın pek çoğunda sayfalar benim öyküm-deki gibi düzenlenmemiş, beyitlerin yerleri, yazı stilleri ve bazı bazı da sıraları değiştirilmiş oluyordu. BC'nin sırrı bendeydi ve onu isteyenler benim peşimi hiç bırakmayacaklardı. Efendim Fuzulî yedi aşk beytine aşk ve sır dolu ondört sözcük yerleştirmiş ve bunların sırasını mabedin kapısındaki rakamları şifreleyen rakamlara rastlayacak şekilde düzenlemişti. Bunun ne müthiş bir oyun olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyordum. "Şeytanın aklına gelmez!" dedim kendi kendime. Kocamusta-fapaşa'da geçirdiğimiz o gecede Abdüsselam Ağa bu beyitlerden birisi üzerinde çok durmuş ve hatta "Aşkın" demişti, "felsefesini bilmeden bu şifreyi çözmek imkansız görünüyor." Sonra eklemişti; "Efendi! Sen hiç âşık oldun mu? Bilir misin ne hastalık ve ne şifadır o!.. İşte bak ne diyor şair:

114

Refoldu hicâb-ı şâhid-i râz Aşk oldu melâmet ile demsâz

Yani "Sır gelininin duvağı açılınca aşk ile kınanmışlık birbiriyle aynı dilden konuştu" demeye getiriyor. Burada şairin "sır gelininin duvağı" dediği şey, Iştar mabedinin kayıp şifresidir bence. Bunu açmak için "aşk ile kınanmışlık" sözcüklerinin birbiriyle ilişkisini bilmemiz gerekiyor. Ben âşık oldum, biliyorum insanların kınayışlarını. Hiçbir din yasaklamamış aşkı, hiçbir bilge yahut öğreti de. Ama biz kendimize yasaklamışız nedense. Hıristiyanlık tarihi aşkın yüz karasıyla çalkalandı asırlarca, âşık oldu diye engizisyonlarda yargıladı insanları, içlerindeki şeytandan arındırmak için ruhlarını yaktı. Müslümanlar da ayıp saydılar aşkı ve hâlâ ayıplıyorlar âşıkları. Onlar için varsa yoksa mecazi aşk. iki kalbin, haydi diyelim iki bedenin birbirini sevmesinde ne kötülük olabilir sence? En akıllıları hep mecaz aşkı, hep Yaratıcı'ya olan aşkı övdüler yüzyıllarca. Şairleri de zaman zaman buna çanak tuttular üstelik. Şimdi İstanbul'da aşktan bahseden herkes minareyi çalmışçasına mistik bir kılıf hazırlıyor. Aşka medhiyeler düzenleyen şairler alkışlanırken, bizzat âşık olanlar ayıplanıyor, işte bu yüzden aşk ile melamet (kınanmışlık) eski bir şark töresidir. Buna göre âşık, önce aklından kurtulmalı ve gönlünü ön plana çıkarmalıdır. Akıl henüz insana hükmederken aşkta yücelmenin yollan kapalı durur. Çünkü akıl insana dünya ilgilerini, sevgili dışındaki varlıklarla ilişkileri ve onları önemsemeyi telkin eder. Oysa âşık sevgiliden başka en ufak bir şeyi önemsediği zaman gerçek aşka eremez. Sufiler bu yüzden önce nefislerini öldürürler, âşıklar da akıllarını. Aklın ve nefsin ölmesi için de âşıkın ayıplanması gerekir. Çünkü insan egosuna en ağır gelen şey kınanmaktır. Melamiler sırf bu yüzden, yani egolarından kurtulmak için kınanmayı isterler, insanların onları kınayacakları biçimde davranmaları da, kınanacak giysilerle dolaşmaları da bu yüzdendir, insanlar onları kınayarak kendilerinden uzaklaştırıp

b a b i I" d e ölüm istanbul'da a ş k I 1 1 5

çevrelerinden kovdukça onlar yalnızlıklarını Tanrı ile paylaşırlar, yani seven, gerçek Sevgili'ye yönelir. Tıpkı bunun gibi, âşıklar da aşka yeteneği bulunmayanlar tarafından kınanırlar. Âşıkların akıl dışı hareketler yapmaları, aşk yüzünden çılgına dönmeleri, akıllarıyla değil de duygularıyla hareket etmeleri, tavırlarındaki değişim vs. insanlar tarafından kınanmalarına yol açar. Tıpkı bu öyküdeki Kays gibi. Hani Leylâ'ya âşık olunca j deliriyor ya! O delirince halk onu dışlıyor da hani o da çöllere

kaçıp gidiyor, bir dağ delisi gibi yaşıyor ya! Onu ayıpladıkları için Leylâ'yı vermiyorlar ya hani!., işte böyle bir şey melamet. Kınanarak yüksek derecelere ermek, öyle ki Kays da delirerek yüce makamlara erişti. Onunkisi öyle bir delilik idi ki, binlerce akla bedel gösterildi."

Abdüsselam Ağa bunları anlatırken ben bir taraftan kendimi yeniden tanıdım ve aşkımın büyüklüğünü anlatan bu insana gizli bir saygı duydum, diğer yandan da ilk şifrenin ipinin ucunu ele vermekten dolayı üzülmeye başladım. Gençliğinde hadım edilmiş bu siyahî adamın nasıl olup da aşk hakkında bunca şeyler bildiğine hayret etmekle birlikte, onun kim bilir hangi cariye için yanıp tutuştuğunu da düşünmedim değil. Ağanın bu uzun anlatısından sonra hem aşk üzerine anlattıklarından haz duyduğumu, hem de kendimi tamamlamak için daha çok şey bilmem gerektiğini düşündüm.

Abdüsselam Ağa aşkı bildiği için olsa gerek, dizelerim arasındaki şifreyi ilk defa doğru işaret etmeyi başarmıştı. Evet Efendim Fuzulî'nin sır başlangıcı olarak aldığı bu beyit doğru beyitti ve öyküdeki sırası 617 idi. Bu, bilge rahip Arşiya Akel-dan'ın Babil tapınağının kapısını açacak şifre şebekesindeki ilk dokunulacak tuşun hangisi olduğunu gösteren rakam idi. Abdüsselam Ağa buraya kadar her şeyi yerli yerinde düşünmüş ve doğru izi sürmüştü, ama sonra yanıldı ve bu beyte ait sıra numarası yerine beyitte geçen aşk ile melamet sözünün eb-ced karşılıkları olan rakamlar üzerinde kafa yormaya başladı.

116i um

"Aşkın karşılığı 470; melamet'in karşılığı 511 ediyor, iyi de aradaki ilişki ne?" diye başladığı düşünme seansı saatlerce uzadı.

Sabah ezanında yorgunluk ve baş ağrısından bitap düşüp başını yastığa koyduğunda ben Efendim Fuzulî'nin ne kadar zeki bir insan olduğunu bir kez daha anladım. Ebced rakamlarıyla hesaplamalar yapmanın moda olduğu bir çağda, gizli kalması gereken bir şeyi ebcedi kullanmadan şifrelemek çocuk oyuncağı idi ve hiç kimse bu kadar basit bir yol olacağını düşünmüyordu. Oysa Efendim, gizleyeceği şeyi meydana koyarak, herkesin gözü önünde bulundurarak gizlemeyi yeğlemişti. Çünkü gizli bir şeyi arayan hiç kimse açıktaki bir şeye bakmazdı. Zaten o da şifreyi arayanlara beytin içindeki sözcüklerin uzun uzun hesaplamasını yaptırmak yerine beyit sıra numarasını yediye böldürmeyi ve artık sayıya ulaşmalarını yeğlemişti. 617 rakamının yan yana toplamı 6+1+7=14 ediyordu ve bunun 7'ye bölümünden geriye kalan rakam sıfır idi. İşte Akeldan'ın îştar tapınağı mahzenlerine gömdüğü BUAM tabletlerinin veya altın ilah heykellerinin şifre kilidini açacak rakamlardan ikincisi bu "0" idi. Oysa dizelerim arasında aşk ve gizlilik arayan herkes buldukları sözcüklerde Babillileri ilgilendiren sırlar, felsefi çözümler ve yeni hesaplamalar yapıyorlardı.

* * *

Rukâl, şu anda bile BC tarafından arandığımı bilse beni yanına alır mıydı; aşkımı gözyaşlarıyla yıkar, kendi aşkına katıştırır mıydı, bilmiyorum!.. Şimdilik tıpkı saray ve saraylılar gibi BC de geride kalmıştı ve ben Rukâl'in koynunda, Leylâ'yı aramanın planlarını ve bulmanın hayallerini kuruyorum.

Bu gece Rukâl'in saçlarını Leylâ diye örterek uyudum en bahtiyar uykumu; ihtiyar ceviz ağacının kovuğunda, yağmur ve rüzgârın sesini dinleyerek... Aşkım, Rukâl miydi Leylâ mı, bilemedim... Benimle birlikte aşk da dönüştü ve maşuk da...

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi

Muhibbi (Kanun! Sultan Süleyman)

İnsanlık âlemine sultan olmak kadar değerli bir nesne daha yoktur. Ama o da dünyada bir nefes-çik sıhhate değmez...

XI

Bu, Sultanın En Muhteşem öyküsü ve Rus Dilberinin Şakrak Türküsüdür

Rukâl'den başka, saray duvarlarının ötesinde iki kadın hatırlayacağım demiştim ya, bunlardan birisini düşündüğümde üzüldüğümü, diğerini düşündüğümde mutlu olduğumu his-setmişimdir hep. Hâlâ da öyle hissederim. Sanki birinin içini dışına çevirseniz diğeri karşınıza çıkardı bu iki kadının. Biri en tepedeydi, elini dokundurduğu her şeyi altın yapacak güce sahipti, ama ihtirasları onu hak ettiği mutluluktan daima yoksun bıraktı. Diğeri en altta bulunuyordu, ama temiz yüreği onu saadetin mücevherleri içinde yaşattı. Birinin maddesel zenginliği ruhunu aç bıraktı; diğerinin gönül zenginliği onu maddeyle donattı. Birinin adı Hürrem; diğerininki Tûtî idi.

* * *

Ben arastada güzelleşip Osmanlı sarayına gönderildiğimde Hürrem zekâsının ve kadın olma cazibesinin en olgun günlerini

1 1 8

yaşıyordu. Kırkını geçtiği hâlde çevresine saygı telkin eden bir kişiliğe sahipti. O, her haliyle, her şeyiyle kadındı ve hanım sultandı. Onu anlatmaya ne kalemler, ne sözcükler yeterdi. Hani derler ya, ne kadar översen o kadar gerçek. Saray kadınları arasında onun adının geçmediği bir gün bile yoktu. Ne zaman mahzenden çıkıp haremde ödünç geceler geçirmeye yolum düşse, hep onun öykülerini dinler, dedikodularını duyardım.

Söylenilenlere bakılırsa adı Roksan idi. Rusya'dan savrulup da Kanun Koyucu'nun sarayında yürümek, konuşmak, etek öpmek, selamlamak gibi saray törelerini öğrendiği ve gündelik saray hizmetlerinde çalıştığı ilk zamanlarda, cariyeler onu Ruşen diye çağırıyor ve yalın hayatı tıpkı Rukâl gibi memleketine ait rüyalar ve geleceğe ait hayallerle akıp gidiyordu. Bir sonbahar günü, arkadaşları şarkılar söyleyerek kendisini yıkadılar, güzel kokular sürdüler, saçlarını taradılar, ipekler giydirdiler ve Kanun Koyucu'ya arz ettiler. Slav ırkının bütün duygusallığı ve cinsel cazibesiyle muhteşem sultanın odasına girdiğinde, hayatın bütün renklerini görmek, bütün ışıklarını toplamak ve bütün nağmelerini dinlemek için buradan bir daha çıkmamak gerektiğini düşündü. O gece sultan ile karşılıklı satranç oynadılar ve uzun uzun konuştular. Amacı, sultanı aşk çölünde kendisine susuz bırakmaktı. İstediğine ulaştı da. Şair sultanı söz ile avladı, güzel hatıralarla ruhunu soydu, hoşlanacağı şiirler okudu. Çok geçmeden sultan da tıpkı Rus kızı gibi bir sonraki ve daha sonraki akşamları iple çekmeye başlamıştı. Roksan fazla güzel değildi, ama sultana zamanı unutturacak kadar onu ilgilendiriyordu. O geldiğinde sultanın gözleri parlıyor, devletin zirvesindeki yalnızlığından sıyrılıyordu. Birkaç ay sonra duygularını ona şiirler yazarak anlatmaya başlaması ve ölümsüz âşık rolünü gönüllü üstlenmesinin altında bu duygu yatıyordu. Roksan, sultanın tekilliğine çoğulluk katmış, onu, başkalarının yakıştırdığı yarı tanrılık rolünden insanlığına indirmişti. Nihayet sultan,

nbut'da aşk)

babtl'de ölüm İsta

Aşk mıdır ki boynuma takıp bela zincirini Gezdirip Mecnûnleytn âleme rüsva eyleyen

dizeleriyle ona aşkını ilan ettiği gecede, bambaşka bir masalın başladığını hissedip kendisini o masalın içine bırakıverdi Roksan. O kadar ki sultan huzurunda kahkaha ile gülmek Fatih yasalarına aykırı iken, o yatak odasının küçük kubbesini şuh ve ı şakrak kahkahalarla çınlatmaktan gizli bir haz duydu. Sesi kris-

' J tal şamdanlar gibi kırıldı duvarlarda. Muhteşem Kanun Koyucu

o günden sonra Hürrem diye çağırdı kendisini; yani Gülen...

Hürrem, Osmanlı tarihinin akışını değiştirecek bir kadının adıydı artık. İçinde bir erkekle değil, bir devletle birleşmenin hazzını taşıyordu. Kanun Koyucu Muhteşem Süleyman olmadan, kendisinin bir zerre bile olmadığını elbette hissediyordu. O gün gerçekten o da sultanı sevmeye başladı ve uzun aşk gecelerinin meyvesi olarak ard arda her yıl bir çocuk dünyaya getirdi. Mehmed, Cihangir, Selim, Bayezid ve Kamilla, yani Mihrimah. Hep kıskandığı öteki kadın Gülbahar'ı sultandan uzaklaştırmak ve yeni gözdeler edinmesinin yollarını kapatmakla geçen yıllardı bunlar.

Bütün o yıllar boyunca sultan ona durmadan şiirler yazmıştı. Benim Hürrem'i tanımam da bu yolla olmuştu zaten. Bir gece tan yeri ağarırken ipek mintanlarla birlikte beni bağışladı ona cihan padişahı; yeni yazdığı bir gazelini kendisine sürpriz olarak sunayım diye.

Hürrem'in ilk sevincini sayfalarım arasındaki o mektubu okuduğu zaman gördüm. Hamuru misk ile yoğrulmuş bir ipek kâğıda yazılan bu şiirde, Roksan'ın güzelliği Kanun Koyucu'nun hatıralarını ve hayallerini süsleyen şehirler ile tartılıyor ve Roksan hepsinin üzerine doğan güneş gibi parlıyordu:

İstanbul'um, Karaman'ım, baştan başa Anadolu'm... Bedahşan'ım, Kıpçağ'ım, Bağdad'ım, Horasan'ım

119

120 um

Ruhu aşk dolu şiirlerle okşanan ve gönlü muhteşem sultanın şiirleriyle beslenen Hürrem, saraydaki ilk acısını büyük oğlu Mehmed'in ölümüyle tattı. Osmanlı tahtına Slav kanı taşıyan bir hükümdar olarak oturacaktı oysa Mehmed. istanbul'a ayak bastığım gün Gökçe Ali'nin gördüğü Şehzade Külliyesi inşaatının bitirilmesi için Hürrem'in çok acele etmesinin ve mimarbaşı Sinan Usta'ya hediyelerle birlikte üstü kapalı ültimatomlar göndermesinin altında yatan gerçek, meğer sultanın ilgisini kendi çocuklarından ayırmamak imiş. Bir anneden çok, taktik savaşı veren bir dişiye dönüştüğü günlermiş onlar. Ben saraya girdiğim vakit halkın ve devletin ileri gelenlerinin, amansız rakibi Gülbahar'm şehzadesi Mustafa'ya olan tutkularını yok etmesi gerektiğini düşünüyordu. Bunun için kendi üvey damadıyla, vezir ibrahim Paşa'yla kanlı bıçaklı olmayı bile göze almıştı. Oysa BC adma ilk akdi onunla yapmış ve amaç birliği etmişti. Bağdat seferinden döndükten sonra Kanun Koyucu'nun, çocukluk arkadaşı ve damadı olan ibrahim'i boğdurtmak için devamlı damarlarına girmeye çalışması da, Kanun Koyucu'nun ilerleyen yaşıyla birlikte çoğalan ihtiraslarını bazı aşk oyunlarıyla yönlendirip kanunlarını ona göre düzenlettirmesi de hep bu yüzdendi. Yazık ki onun sevgili şehzadesi Mehmed ölmüştü. Sırada yer alan Cihangir çok zekiydi ama sakat ve kamburdu. Sara'ya yakalanmıştı. Selim ve Bayezid büyüyorlardı ama birincisi içkiye alışıp halk arasında "Sarhoş" diye anılmaya başlamış;

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 21

ikincisi de dikbaşlılığıyla babasını çileden çıkarır olmuştu, öte yanda Gülbahar'm Mustafa'sı herkes tarafından tahtın varisi olarak ün salıyordu. Üstelik büyük vezir ibrahim de ağırlığını Mustafa'dan yana kullanmaya eğilimliydi. Daha kötüsü de BC'nin geleceği için onun daha farklı planlarının bulunmasıy-dı. Sarayda BC menfaatlerini koruyan ve Osmanlı ülkesinden dünya devletlerine yönlendirilen BUAM idealleri ikisinin ortak kararı olarak uygulanıyordu. Ne ki bu veliahd meselesi yüzünden araları açılınca BC üzerindeki ortak menfaat ve yetkileri de çatışmaya başladı, işte Pargalı ibrahim için zaman da tam burada çatlamış, Hürrem'in entrikalarına her zaman inanan hünkarın -ki aynı zamanda kayınbabası idi- emriyle dilsiz cellatlar elinde can vermişti. Onun idam edildiği gece nasıl sevindiğine ben tanığım. Marduk adına kurban vermiş bir Babil rahibi kadar huzur içindeydi. O gece bu kurbanın şerefineydi zannediyorum, yüzümü titrek mum alevine yaklaştırarak bütün öykümü baştan sona okumuş, sabaha doğru da ölüm sahnesinde oğlu Mehmed'i hatırlayıp ağlamıştı.

Pargalı'nın yerini alacak bir sadık köle lâzımdı artık Rok-san'a. Ve bulmakta gecikmedi. Ünlü kehle hikâyesinin kahramanı Rüstem'di bu. Üstelik BC'nin eksilen üyeliğini de ona verip tamamlayabilir, belki ortak menfaatlerini daha etkin kabul ettirebilirlerdi. Üstelik o yıllar Akdeniz'de küçük devletçikler kurmaya ve bunlardan birini ileride öne çıkarmaya müsait yıllardı, ileride BUAM'ın kurulacağı bir ada devlet düşünüyordu zihninden. Rüstem'i saraydan bir dilberle evlendirirse kendisine kul edinebileceğini düşünüyordu. Sarayın ateş parçası güzeli Mihrimah o günlerde baştan ayağa salt güzellik kesilmişti. Hürrem, Rüstem'e kızı Mihrimah'ı verecekti.

Kehle "bit" demekti. Zamanın hekimleri cüzzamı teşhiste bit kullanıyorlar, cüzzamh olduğu söylenen insanda bit bulunup bulunmadığına bakarak karar veriyorlardı. Diyarbakır valisi Rüstem'in damatlığına karşı çıkanlar onun cüzzam hastası

I 22 I um

olduğunu söylediler. Hürrem bunun da çaresini buldu ve saray hekimlerinden birini gizlice Diyarbakır'a gönderip Rüstem Pa-şa'nın giysilerini kontrol ettirdi. Talih ondan yanaydı ve Rüs-tem'in çamaşırlarında bulunan ilk bit, zafer çığlıkları arasında istanbul'a getirildi, düğün dernek kuruldu.

Yeni damat Rüstem, tıpkı ibrahim gibi servet ve «altanat hırsıyla yanıyor, vicdanındaki doğrulukla parlayan engelleri (!) bir bir siliyordu. Ne var ki ibrahim zorla kul olabiliyordu; Rüstem ise kul olmaya gönüllü idi. ibrahim bir gözdeydi; Rüs-tem'se bir köle. ibrahim tarih için yaratılmış gibiydi; Rüstem bir uvertür idi. Her köle gibi o da açıktan sâdık, ama içten pazarlıklı olacaktı.

Rüstem Mihrimah ile evlenince zamanın şairlerinden biri kendi adını gizleyerek bir beyit söylemişti. Salaş meyhanelerden kahvehanelere, yeniçeri ortalarından saraydaki kubbealtı toplantılarına varasıya gizli gizli okunup açık açık gülünen bu beyitte şair,

• Olunca bir kişinin bahtı açık talihi yâr

Kehlesi dahi mahallinde onun işe yarar

diyordu. "Eğer bir kişinin bahtı açık, talihi de yaver giderse, adamın biti bile yeri gelince işe yarar, menfaatine vesile olur." demeye gelen bu beyit daha sonra Rüstem'in peşini hiç bırakmadı, tarihçiler ondan bahsederken hep bu komik öyküyü andılar.

Mihrimah "Güneş ve ay" demekti ve bu zarif kadının zihninde güneşin ışığı, gönlünde ayın nuru parlardı. Zavallı Mihrimah, o ay parçası güzellik, bir bit bezirganı ile çileli bir ömür sürdü ve bazı bazı da ona benzedi. Bir farkla ki, mutsuzluğunu örtmek için kendisini cami, sebil, çeşme türü hayır işlerine verdi ve insanlar, onun yüzünün güldüğünü o vakit gördüler.

babil'de ölüm istanbul'da a#k|l23

Hürrem, bir yandan BC adına diğer ülkelerdeki üstadlarla haberleşip fikirler alıyor, onların yönlendirmesiyle mülkünün ve gönlünün tahtında oturan sultanı yönlendirmeye çalışıyor, diğer yandan adım adım Şehzade Mustafa'nın kaderini çizmeye başlıyordu. Sahte mektup yazmaktaki yeteneğinin bütün inceliklerini göstererek baba ile oğul arasına fitne sokmuş ve Konya'da, Ereğli civarında Kanun Koyucu'ya, yüzlerce karar verip yüzlerce caymalardan sonra, canı gibi sevdiği oğlunu, imparatorluğun ak coğrafyasını boğdurtmuştu. Karaköy limanına gelen gemilerden birine Mustafa'nın boğdurulduğu haberini gönderdiğinde Nebo'ya ikinci kurbanını göndermiş bir Babil ilahesi gibi hissetti kendini. Oldum olası kendini sıradan insanlardan ayrı tutardı zaten. Gariptir, ona yaklaşmak isteyenler de bunu hisseder ve çekinirlerdi hep.

Gelip geçer; buna dünya derler, herkes gibi Hürrem de bütün ihtişamı ve yalnızlığıyla, bütün hüzün ve sevinciyle, bütün beyazlan ve karalarıyla dünyaya veda etti. Kanun Koyucu'nun imparatorluğun sembolü olmak ve kendi adını ölümsüzleştirmek üzere, Haliç sırtlarının en müstesna arazisine, Eski Saray'ın arkasına Süleymaniye kompleksini yaptırdığı yıl Hürrem, kentin ahşap örtüsü arasında bir anıt gibi yükselen bu taş binalara bakarken sonsuz uykusunu uyuyacağı yeri de eliyle seçmişti. Muhteşem sultan, kendisi kadar muhteşem kadını Hürrem'i de bütün ecnebiliğine, bütün aykırılığına, bütün anlaşılmaz fikir ve işlerine rağmen bu komplekse ait saydı ve Osmanlı sarayının gördüğü en dirayetli valide sultan, son nefesini verdiğinde, hem kaçmak, hem yakalanmak istediği Kanun Koyucu'nun yakınına gömüldü. Hem de aralarında biten gülün kokusu her ikisine de yetebilecek kadar yakınına... Ama yine de yapayalnız... Sinan Usta öyle yapmıştı türbesini...

46 yıl saltanat süren Kanun Koyucu acaba BC'den haberdar olsaydı, onca yıl koynunda besleyip bağrına bastığı kadınını toprağın altında da kucaklamak ister, bu kadar yakınma göm-dürtür, onun için ayrıca bir kanun konulmasını ister miydi?!

124 Um

Leylâ son nefesini verdiğinde, onun ölüm kokan taze toprağına kapanıp Tanrı'dan artık canını almasını isteyen âşık ile sultanı, belki de sevdikleri kadınların asaleti idi birbirine benzeten. Bu kadar zaman sonra dönüp geriye baktığımda her ikisinin de muhteşem insanlar olduğunu görüyorum ben. Birine saltanatı "Muhteşem" dedirtmişti, diğerine aşkı. Biri Roksan'ın ve halkının sultanı olan Muhteşem Süleyman idi, diğeri Leylâ'nın ve obasının kulu olan Mecnûn Kays. Birinin sultanlıkta tükettiğini diğeri çılgınlıkta çoğalttı. Biri Muhteşem adıyla zamanı eledi, diğeri zamana muhteşem bir ad veriyor. Ve ben bu ikincisinin ruhunu dizelerimde, sevgisini kalbimde taşıyarak Rukâl'e sarıldım Leylâ diye.

babii'de ölüm istanbul'da a s k 1 I 2 ü

Bâğteten olmuş iken Câri guruba hem-nişîn Yine şekvayı gurâb eyler garabet bundadır

Nev'i

Kader savurup da ansızın bir papağan bir karga ile aynı kafese girince, bundan ilk şikayet edenin karga olması garip değil midir?!..

XII

Bu, Şairin Mavi Melek'te TutTye Baktığı ve Sultanın ölümüne Hazin Bir Ağıt Yaktığıdır

İstanbul arastasında Ahmed Usta'nın ciltevinde Nakkaş Haydar Nigari ile şahseven kongay Musa'nın simgelerle konuşarak BC sırlarını birbirlerinden sordukları günden bir hafta önce, cilt mermerlerinin işkencesine yatırılmaya gitmek üzereyken ziyaretime gelen Mahmud Abdülbakî Efendi'den size daha önce bahsettiğimi hatırlıyor olmalısınız. Hani sınıf arkadaşlarıyla birlikte Efendim Fuzulî'nin dizeleri karşısında hayretten hayrete düşen genç! Onunla yeniden karşılaştığımızda karşımda olgun bir genç adam ve söz meclislerinde hep kıskanılan bir şair bulmuştum. Medreseyi bitirdiği günlerde hocası Karamanlı Mehmed Efendi için yazdığı "Sümbül Kasidesi"nin şöhreti Gülbahar'la kaldığım akşamlardan birinde benim de kulağıma çalınmıştı. O günlerde yazdığı rind ve şuh istanbul şiirleri sarayda kulaktan kulağa fısıldanmaya başlamış; bazen bir divan toplantısında, bazen bir Baykara meclisinde, bazen

126 l-m

bir gül meclisinde onun şiirlerinden okumak moda olmuştu. Daha sonraki saraylı zamanlarımda en çok onun şiirlerini dinlediğim için biliyorum bunu. O yüksek duvarların arkasındaki insanların en yücesinden en küçüğüne onun dizelerini mırıldandığını, yahut inşad ettiğini duyduğumu çekinmeden söyleyebilirim. Kanun Koyucu'nun çağında Bakî Efendi'nin şöhretinin her geçen gün yükseldiğini ve Osmanlı coğrafyasının sınırlarından taştığını gördüm. Dizelerine sindirdiği yerli ses sayesinde, Efendim Fuzulî'den sonra şark şiirinin başkenti onun sayesinde istanbul'a taşınmıştı. Bunda sultanın iltifatları ne kadar etkili olmuştu bilmiyorum, ama onun gazelleri İstanbul'un mesirelerinden meyhanelerine, tekkelerinden bilgelik meclislerine, saraydan konaklara her yerde; sokakta, kayıkta, evde, kağnıda her mekandaydı. Efendim Fuzulî'den sonra duyduğum en güzel şiirler onundu ve itiraf etmeliyim ki bazen Efen-dim'den bile güzel şiir söylediği oluyordu. Sayfalarım arasındaki lirik beyitlerin, onun dilinde istanbul coğrafyasının coşkulu aşk neşidelerine döndüğünü sanıyor ve galiba biraz da kıskanıyordum. Kasidelerinde gösterdiği hüner, o vakte kadar istanbul'un hiçbir şiir pazarında alınıp satılmamıştı.

Kanun Koyucu, Süleymaniye külliyesini yaptırdığı yıllarda o müderris Kadızade Şemseddin Efendi'nin asistanı idi. Kendisi de şair olan sultan ile karşılıklı birbirlerinin şiirlerine nazireler söylemeye başlamaları bu yıla rastlar. O zamanlarda sultanların veya asil insanların sanatçıları kollamaları gelenektendi. Hemen her sultanın, her paşanın çevresinde birkaç şair, sanatçı, hüner sahibi insan bulunurdu. Onlar sanatı ve sanatçıyı gözetirler, meydana getirdikleri eserlerin te'lif ücreti olan hediyelerini -onlar buna caize diyorlardı- hep hazır ederlerdi. Böylece sanatçı geçim sıkıntısı çekmez, sanat da devlet desteği bulmuş olurdu. Gerçi bu uygulama bir Doğu geleneğiydi ama Ortaçağdan sonra Batılı ülkelere de geçip asilzadelerin çevrelerinde toplanan şövalye halkalarını oluşturmuştu. Kanun Koyucu'nun

b a b i I' d e ölüm istanbul'da a ş k I 1 2 7

himayesine aldığı her sanat dalından pek çok insan içerisinde en değer verdiği kişinin bu genç şair olduğunu, ona verdiği "Şairler Sultanı" unvanından anlayabilirdiniz. Şairler de bu himayenin karşılığını bazı şiirlerinde koruyucularının adlarını anarak verirlerdi. Sultanın bu genç yeteneği himaye etmesinin başlıca nedeni, adını onun dizeleriyle ölümsüzleştirmek istemesi olmalıydı. Nitekim o sırada yapımı süren Süleymaniye külliyesinin şantiye şefliğine onu getirerek yakınlaşmayı biraz daha perçinlemişti.

Bakî Efendi için ufuk açıcı bir deneyim oldu bu görev. Aylar boyunca Sinan Usta'nın taşı yan yana ve üst üste koyarken nasıl çıldırtıcı bir estetik yarattığını izledi; Sinan'ın taş ile yaptığını sözcükleriyle yapmaya çalışırken, onları yan yana veya üst üste koyarken anlam katmanlarını birbiri içine gizleye gizleye üslubunu oluşturdu, taş ustasına söz ile nazireler yaptı. Sinan onun önünde bir semboldü. Her çeşmesine bir beyit, her sebiline bir

128

kıt'a, her köprüsüne bir gazel, her hamamına bir murabba, her camisine bir kaside ile karşılık vererek biri taş ve mermer ile, diğeri de hece ve kelimeler ile divanlarını oluşturuyorlardı. Bakî, bütün o yıllar boyunca, ne yapsa Süleymaniye kadar muhteşem bir şiir yazamayacağını düşündü. Sinan Usta hep bir adım öndeydi. Yazık ki kader ona bu şiiri çok sonraları, büyük koruyucusu hükümdar öldüğü zaman, hüzünler ve gözyaşları içinde, bir terkib-i bend olarak söylete-cekti: Kanuni'ye ağıt.

Bir hıdırellez günüydü. Kanun koyucu Mavi Melek adlı köşklü kadırgasıyla Boğaziçi'ne gezintiye çıkacaktı. Bu kadırga pelesenk, sandal, öd ve ardıç ağacından yapılıp bin bir çeşit tezyinat ile süslenmişti. Bostancı ağa seyir için gerekli düzenlemeyi yapmış, saray erkanı ve harem dairesinden elli kişilik bir alayın bineceği kadırgayı surların Halic'e yakın Bahçe Kapı-sı'na bakan eşik taşına kıçtankara ettirmişti. Saraylı olmayıp geziye katılacak devlet erkanı ile saz heyeti ve şairler, daha önceden rütbelerine göre sahildeki yerîerini almışlardı. O gün ben, bir saraylı olarak, inci işlemeli bir cüz kesesinin sırma gergefi arasından ilk defa gördüğüm bu muhteşem alayın keyfini çıkarmayı düşünüyordum. Bostancı çavuşlarından birinin yılan dövmeli çıplak omzuna asılmış olarak kortejdeki yerimi almış, olup bitenleri dikkatle seyrederek sahile doğru ilerliyordum. Bir de bostancı çavuşunun ter kokusu olmasaydı...

Dünyaya yön veren bütün tanınmış yüzler orada gibiydi. Şeyhülislam, kazasker, vezirler, nedimler, musahipler ve alay çavuşları ışıltılı kaftanları, sülün ve tavus tüyü sorguçlarıyla seyredilmeye değer bir alay oluşturmuşlardı. Kanun Koyucu'ya savaş meydanlarından sonra eğlencede de neden Muhteşem denildiğini o vakit anladım. 25 çifte oturaklı Mavi Melek'te beyaz cepkenli 200 hamlacı dörder dörder küreklere yapışmış, gözlerini ayak parmaklarından ayırmadan bekliyorlar, hamla-cıbaşı da yelkenin koluna yapışmış onları kontrol ediyordu.

"¦¦: 3

b d b M ' d e ölüm istanbul'da a 5 k I 1 2 9

Murassa koşumlu ve gümüş naili atların rahvan adımları, Bahçe Kapısı'nın taşlığında ritmik bir musikî gibi duyulmaya başladığında, hünkarın gelişini bekleyenler patikanın iki yanına dizilip alay-ı hümayunun geçişini beklediler. Önde Yeniçeri ağası, sonra Damad ibrahim Paşa, ardında Şeyhülislam Kemal-paşazade, onun arkasında koruma görevlisi yaya peykler ve solakları arasında Kanun Koyucu'nun doru atı geliyordu. Sonra harem ağası ve hanım sultan, ellerinde bohçalarıyla halayıklar, cariye ve harem takımı yürümekteydi. Saraylıların en arkasındaki Kıbrıs eşeğinin sırtında da eşeğe ters bindirilmiş olduğu için geride kalanlara dil çıkararak onlarla alay eden bir arşın boyundaki soytarı vardı. Sultan onun bu yaptığını bilseydi şüphesiz eşeğe değil de haşan bir katıra bindirir, sonra da tek ayağını üzengiye bağlatıp yüreğine korku salardı.

Kanun Koyucu, güzergâhın iki tarafında birikerek kendisini selamlayan halkının arasından geçip kadırganın köşk kısmına varasıya kadar ön saftakilerden kimsecikler başını kaldırmadı. Arkada ona alkış okuyanları da solak çavuşları gözaltında bulunduruyor, ellerindeki değnekle sultanın geçişine yol açıyorlardı. Sonra protokoldeki rütbelerine uygun olarak devletlular birer ikişer kadırgaya binmeye başladılar. Harem halkının, kadırgaya uzatılan tahta iskelede dikkatle yürümeye başladıkları sıradaydı ki olan oldu ve ortalık birdenbire kadınların çığlık sesleriyle çalkandı. Bostancı çavuşu ile ben, haremlilerin hemen ardından gidiyorduk. Yanımızda da Mevlevi Çelebisi Hü-sameddin Efendi ile hünkarın süt kardeşi Şeyh Yahya Efendi vardı. Çelebi'nin uzun zamandır benim peşimde olduğunu biliyordum ve o sırada harem halkına yakın gitmesi emrolunan Yeniçeri ağasının atının bacağına bir çuvaldızı var gücüyle sapladığını benden başka kimse görmedi. Çok ince bir plan idi onunkisi. Yenikapı'ya yapılmakta olan mevlevihanenin inşaatını yavaşlatan Yeniçeri ağasını -ki ağa Bektaşi idi- attan ve tabii sultanın gözünden düşürecek, öte yandan o kargaşa sırasında

İs i

1 3 O um

beni kapıp terkisine indiriverecek, belki fırsatını bulursa birkaç gün dizelerim arasında cevelan edecekti. BC'nin bütün üyeleri gibi o da çok zeki bir adamdı. Bir atın ürkmesiyle çıkacak kargaşadan kim şüphelenebilirdi ki? Üstelik de atları ürkütebilecek zil ve davul sesleri, dalga çırpıntıları, martı çığlıkları, rengarenk giysileri içinde büyük bir insan kalabalığı, velhasıl her şey vardı sahilde.

Çelebi'nin planı beni elde etmesine yaramadı. Ama ürken küheylanın kadırgaya binmek üzere olan haremlilerin üzerine sıçraması bir hayırlı işe kapı araladı. Ezilmemek veya denize yuvarlanmamak üzere kaçışan cariyelerden birisi eşik taşı ile kadırga arasında devrilmek üzereyken, başını yere eğmiş olarak beklemekte olan ilmiye sınıfından, otuz yaşlarında bir sarıklı efendi refleks ile önce onu bileğinden, sonra da belinden yakalamış ve düşmekten kurtarmıştı. Çığlıkların geri kalanı, cariyeyi can havliyle de olsa kucağına alan bu kara kuru, eğri burunlu hocanın cüretkârlığı üzerine salıverildi. Padişah meclisinde hiç olmayacak şey olmuş, hademe ait bir cariyeye bir nâmahrem dokunmuş, hatta dokunmakla kalmamış onu kucağına almıştı. Düşen ile yakalayan olayın şokunu atlatıp kendilerine geldiklerinde, bu sefer de töreye göre çekecekleri cezanın şokuyla sarsıldılar. Cariye oracıkta bayıldı. Genç hoca da tek dizi üzerine çöküp ellerini kadırganın ibrişim puntellerine kenetleyip boynunu uzattı.

Kanun Koyucu önce cariyenin ayıltılması için hekime ve ebe kadına işaret etti. Sonra şeyhülislamı yanına çağırıp fısıl-daştılar. Kadırgada ve sahilde hayat durmuş gibiydi. Cariyenin yüzü gül suları ile yıkanıp kâfurlar koklatılarak kendine geldiğinde, onu Mavi Melek'e aldılar. Sonra hünkar eşik taşma kadar gelip cezasına ferman bekleyen genç hocanın ellerinden dostça tutarak kadırgaya bindirdi. "Üzülme mollam!" dedi, "Bu hanımı sana bağışladım, helalin olsun." "Efendi hoca, bunca

i

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 3 1

şahit önünde nikah kıymış miydin hiç?" diye eklemeyi de unutmadı Şeyhülislam Kemalpaşazade'ye bakarak.

Cariyenin adı Tutî (Papağan, Dudu) idi ve kaderin garip tecellisi, o gün Tutî Hanım'ı denize düşmekten kurtaran adama da Karga Bakî diyorlardı. Ahmed Usta'nın ciltevinde ziyaretime gelen şair Mahmud Abdülbakî Efendi'ydi bu; istanbul Türkçe-si'nin en müstesna şairi.

O günkü Hıdırellez seyrinin en çok anlatılan öyküsü, Gülistan adlı kitaptaki Karga ile Papağan öyküsü oldu. Hani bir karga ile bir papağanı aynı kafese koymuşlar da papağan "Tanrım!" diye şikayete başlamış, "Sana karşı hangi suçu işledim ki bir ayna karşısında şeker çiğnemek varken beni bu kara suratlı, kara işli, kara giysili karga ile aynı kafese koydun?" O sırada karga da diyormuş ya hani, "Yüce Yaradan! Benim nasıl bir yazgım var ki bir yıkık duvar üstünde arkadaşlarımla sekiyor olmak varken, beni bu kendini beğenmişe mecbur ettin!."

Aradan yıllar geçti, Bakî Efendi en güzel şiirlerini Tutî Ha-nım'ın ilhamıyla yazdı. Şiirlerindeki nazik hayaller ve yaşama coşkusu, bu asil cariyenin berrak yüzünden yansıdı divanının sayfalarına. Pek çok şiirini ilk defa ona okudu, pek çok güzel şiiri ilk defa o duydu. Bakî'nin şiirleriyle Tutî'nin omuzlarına istanbul'un gözyaşları döküldü; sevinçleri yığıldı. Şen sahnelerin, şuh meclislerin bu serbest, atılgan, nükteci ve kalbindekini kolaylıkla diline getiriveren adamı, Tutî Hanım sayesinde aşkı çok yüksek bir medeniyet tecrübesi haline dönüştürüp anlattı. Efendim Fuzulî'nin yoğurduğu soyut fikirler ve uzak hayaller yerine o, istanbul'un baharlarını, kışlarını, mehtaplarının aşkını yaşattı şiirlerinde. Aşk, tabiat ve şarap, onun dizelerinde ince bir zevke dönüştü, şiir diline bir ahenk, bir akıcılık getirdi.

132

1

Bakî, Efendim Fuzulî'yi hatırlaüyordu bana. Benim bulunduğum meclislerde en çok onun şiirleri okunmakta; dedikoduları yapılmaktaydı çünkü. Şimdilerde ihtiraslarına mağlup bir adam artık. İki yıl evvel Tutî onu bırakıp çıktı en büyük yolculuğuna. Geçen yıl da Anadolu kazaskerliğinden azledildi ve şimdi eski dostu Sun'ullah Efendi ile şeyhülislamlık makamına oturmak için bir soğuk savaş yaşıyorlar. Tutî'den olma iki oğlu delikanlı çağındalar.

Bakî Efendi'yi, hayatının hiçbir döneminde, Kanun Koyu-cu'nun öldüğü günkü kadar ağladığını gören olmamıştır. Türk şiirinin anıtlarından sayılan ünlü "Kanuni Mersiyesi"ni o sonsuz acı ile yazdığı için olsa gerek, okuyan herkesi ağlatır. Muhteşem sultanın tahtında torununun, oturduğu bugün bile, aradan bunca yıl geçmişken, ağıtı her kim okusa gözleri hâlâ dola-geliyor. Hani demişti ya Bakî Efendi:

Hurşîde baksa gözleri halkın dola gelir Zira görünce hatıra ol mehlika gelir

Yani ki, "Güneşe bakınca halkın grjzleri dolageliyor... Elbette ya! O yüzü güneş olan sultanı hatırlıyorlar (ve onun acısıyla gözlerine yaş hücum ediyor)..."

Benim efendim eğer Fuzulî olmasaydı; en ziyade Bakî'ye efendim demek isterdim ve bu da ona çok yaraşırdı. Leylâ ile olan öykümü Hilleli'den sonra bir de îstanbullu'dan dinlemek ne büyük bahtiyarlık olurdu benim için. Her ikisi de güzeller güzeli dizelerini dizerken parlak hayaller kurdular çünkü ve bakî kalan bu kubbeye bir hoş şada bıraktılar. Rânâ ve parlak idi sözleri. Güneş gibi, ay gibiydi. Işık gibi, nur gibiydi. Efendi-m'in gün ışığı aşkının ateşi alınınca Bakî'nin nurlu geceleri başladı. Hani baharda güneş battığı sırada ay doğar ya!..

•İ

Hikmet talebi mâlda Kârûn gibi şimdi Hâhişgeri-i lokmada Lokman unutulmuş

Nabî

Mal mülk peşinde koşarak Karun gibi yaşamanın adına hikmet diyorlar şimdi. O kadar ki, lokma peşinde koşarken Lokman Hekim'in öğütleri unutulup gitmiş...

XIII Bu Bab, Ceviz Ağacının Efsanesi Beyanındadır

Rukâl ile ceviz ağacının gövdesinde kalp atışlarımızın birbirine karıştığı gecenin sabahında, Ayasofya minarelerinden okunan ezanla kendimize geldik. Rukâl'in acıyla gerilen yüzünden, ayak bileğindeki kırığın soğumuş, ıstırabının da ciğerine işlemeye başlamış olduğunu arılayabiliyordum. Hatta şişmiş parmaklarını bir aralık eliyle yoklayıp derin derin inlediğini duydum. Ses çıkartmak istemiyordu. Ne de olsa burası sarayın dış bahçesi sayılırdı ve burada yakalanmak, ölümden korkunç bir akıbet demekti.

Sabahın alacakaranlığında belli belirsiz sesler duymaya başladık. Yakındaki kozbekçileri koğuşundan kandil ışıkları sızıyordu. Rukâl başını çıkarıp etrafı kolaçan ederken ellerinde ibrikler ile iki nefer, bizim saklanmakta olduğumuz ağaç gövdesinin on adım ötesindeki helaya geldiler. Beyaz iç donları ve konuşmalarından uykudan yeni uyandıkları anlaşılıyordu.

134 um

Saraydayken bunlardan birini Hazinedar ağaya bir sepet ceviz verirken görmüştüm. Başında, tepesi Mısır'daki piramitler gibi sivri, deve tüyünden keçelenmiş bir külah vardı. O zamanlar duymuştum; bunlara Kızbekçileri deniyordu.

Raviyân-ı ahbâr şu güne rivayet ve nâkılân-ı âsâr bu nev'a hikâyet ederler ki Fatih Sultan Mehmed Han bu sarayı yaptır-¦ diktan birkaç ay sonra, gecelerden bir gece, tıpkı Rukâl gibi, haremdeki cariyelerden biri, bilinmez hangi nedenle, o zaman daha alçak olan duvardan atlayarak kaçmaya çalışmış, bu sırada Darphane kapısı yanında bir garip derviş kendisini görüp yardım etmiş ve onu hemen kapmm yanındaki asırlık ceviz ağacının gövdesindeki kovuğa saklayarak Babüssaade ağasına haber ulaştırıp sağ salim saraya dönmesini sağlamış. Dervişin bu dürüst hareketi padişah tarafından duyulunca huzura çağırtılıp kendisine ne istediği sorulmuş. O da hem geçimini sağlamak, hem de rahatça Allah'ı zikretmek üzere bu ceviz ağacının yanına bir ocak yapılmasını ve oraya bir görev bağlanmasını istemiş. Padişah is- * ~ tenilen yere Kızbekçileri adıyla bir

ocak yaptırıp idaresini dervişe vermiş ve saray bahçesinin korumasına da bakmak üzere hizmetinde 40 kişi görevlendirmiş.

babil'de ölüm istanbul'da a;k|135

Türklerin ilk bilinçli çevrecileri sayılan bu adamlar Boyabat, Kargı ve Elûs kazalarından gelmiş kırk kişiymiş. Bunlar bahçedeki çınarların arasına armut, zerdali, kayısı, dut ve üzüm asmaları ile sıra sıra yeni ceviz fidanları dikmişler. Dutların sarısı, moru, beyazı ve siyahından ayrı ayrı pekmezler, üzümlerden şıralar yapıp padişaha ikram ederlermiş. Zamanla nesiller değişip dervişler paraya tamah eden ikiyüzlülere dönünce üzüm asmaları ve dut ağaçları kurumuş ve yalnızca ceviz ağaçları kalmış. Cevizlere o zamanlar "koz" denildiği için burada görevli neferlere de halk "Kızbekçileri" yerine "Kozbekçileri" der olmuşlar. Bizi o gece yağmurdan koruyan ceviz ağacı, işte o dervişin eliyle diktiği bahçenin en yaşlı cevizi idi.

iki kozbekçi neferi heladan koğuşlarına döndüklerinde Rukâl, "Gökyüzü iyiden iyiye aydınlanmadan derhal buradan uzaklaşmam gerekiyor!" diye düşündü. Bohçasını bağrına bastırıp eteğini beline bağladı ve başını kovuktan çıkarıp şafağın sesini dinledi, ilk adımını atmıştı ki acı ile kıvranıp yere yığıldı. Ayak bileğindeki kırık, gece boyunca soğumuş ve gitgide artan acıyı ta parmaklarının ucundan hisseder olmuştu. Rukâl'in anlık iniltisini ıslak bir dal parçasının çamura gömülme sesi takip etti ve alacakaranlığı "Kim var orada?" diyen laubali bir ses yırttı. En yakın çınarın gövdesine işemekte olan iriyarı bir kozbekçi neferinin, Patlak Memi'nin sesiydi bu ve çok geçmeden başımıza dikilivermişti. Korkunç yüzünden elmacık kemikleri fırlamış, derin iki kuyuyu andıran gözlerinin akı içinde karası, çeper görünümlü iki benek gibi düşmüş bir adamdı Patlak Me-mi. Azman bedeni üzerinde iri kafası ile o anda çok korkunç bir mahluk gibi görünmüştü gözümüze. Bir eliyle uçkurunu bağlamaya, diğer eliyle de kuşağındaki yatağanını kavramaya çalışarak konuşmaya başladı. Sözcükler ağzından dağılarak çıkıyor, belli belirsiz küfürler ediyordu. Akşamdan kalmışların mahmurluğuyla zor konuşuyor gibiydi. "Sen de kimsin bre?!" demişti heyecan dolu bakışlarla Rukâl'e. Elleri devamlı oynuyor,

136

zihnindeki düşünceler, onu bir suçlu gibi yakalamak mı, yoksa bir saraylı gibi hürmet göstermek mi gerektiği konusunda tedirginlikle gelip gidiyordu. Rukâl'e baktıkça ve onun yüzündeki acıyı gördükçe acıyası geldiğini, sonra da güzelliğini fark edip onu bir dişi olarak görmeye başladığını fark ettim. Birkaç dakika kekeleyerek bir şeyler sormaya, Rukâl'in neden burada olduğunu, başına neler geldiğini öğrenmeye çalıştı. Ayağındaki acının zaten onu bir yere kaçamaz konuma düşürdüğünü gördüğü için de içi rahattı. Kendince ona kur bile yapmaya başlamıştı. "Bu adam" dedim içimden "Rukâl'i korumak yahut himaye etmek mi istiyor, yoksa ıslak bedenini kucaklamak mı?!.." Patlak Memi kıyafetine bakarak Rukâl'in saraylı olduğunu ilk bakışta anlamış ve aklında bin bir plan kurmaya başlamıştı. Gitgide tedirginleşen tavırlarından onu hiç görmemiş olmayı istediği anlaşılıyordu. Çünkü karşısında duran kadın bir ateş külçesi idi. Dokunan herkesi yakabilirdi. Saraya ait bir kadınla değil konuşmak, onun yüzüne bile bakmak bin bir çeşit sorgu sual gerektirirdi. Bu kadın da nereden çıkmıştı şimdi?!.. Ve ne kadar güzeldi.

babil'de Ölüm istanbul'da a ş k I 1 3 7

Takrir edemem çektiğim âlâmı felekten Zira ki onun zikri de bir güne elemdir

Tarihçi Râşid

Felekten çektiğim elemleri anlatamıyorum. Çünkü onu anmak da yine bir tür elemdir.

XIV

Bu, Karanlıklara Gözümü Açtığım ve Kaderimden Kederime Kaçtığımdır

Şehrin öteki yüzü hiç de Rukâl'in hayal ettiği gibi değildi. Bulunduğu odanın küçük penceresinden gizli gizli baktığı sokaklardaki hayat, sarayın dışındakinden çok farklıydı. Burada yaşamın daha zor olduğu anlaşılıyordu. Surların dışında otla-yan sürülerin çıngırak seslerine içerdeki sokak köpeklerinin ve oynayan çocukların gürültüleri karışıyor; onları arada sırada bir seyyar yoğurtçunun yüksek perdeden söylediği "Yoğuuur-dum süt kaymaaak!" feryadı bölüyordu. Yedikule sur kapısındaki gümrük görevlilerinin koğuşuna bakan bir han odasında olduğumuzu neden sonra anladık. Bütün gün içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye gelip gidenlerin kontrol ve yoklamalarının yapıldığı sur kapısı akşam ezanları okunurken törenle kapatılıyor ve dışarıdaki su kanalının üzerine asılan köprü bocurgatın büyük gıcırtısı ile kaldırılıyordu. Arada sırada bir cenaze alayı sur dışındaki mezarlığa bir ölü götürüyor, bazen bir saman

138

babil'de ölüm istanbul'da a ; k I 1 3 9

arabası, bazen sebze yüklü bir kağnı kontrol edilerek içeriye alınıyordu, öğlen saatlerinde köpek ve kedi kovalamacasının hırıltılı çığlıklarını bir ciğer satıcısının, omzundaki sırıklara asılı sığır ve koyun ciğerleriyle bağırarak geçmesi izliyordu. Geceleri sur kapılarındaki nöbetçilerin devriye sesleri duyuluyor, belli aralıklarla sessizliği değişik perdelerde ve her defasında başka makamdan söylendiği hissi uyandıran "Yekdir Allah Ye-eeeek!..." nidaları dolduruyor, bu sesler birbirini kovalarcasına surlardaki bütün nöbetçiler tarafından sıra ile tekrarlanarak kentin çevresini dolaşıyordu.

Güneşin, sur bedenlerinden şehre dökülen son ışıkları da boşlukta eridiğinde, sokağa çıkma yasağının başlamak üzere olmasının telaşı ile insanlar hızlı adımlarla evlerine yöneliyor ve dışarısı birden sessizleşiveriyordu.

Rukâl ile kaldığımız hanın arka sokağa açılan kapısı bugün her zamankinden daha erken kapatılmıştı. Bütün gün nöbetçilerin kontrollerinin daha sıkı yapıldığı gözlerden kaçmıyordu. Sokaklarda bizim bilmediğimiz bir şeyler olduğu kesindi. Zavallı Rukâl'in, bütün mobilyası bir küçük sedirden ibaret olan odanın taş zemininde, aksayan ayağıyla pencere ile kapı arasında gidip gelişinin ve kâh kapıyı dinleyerek, kâh pencereyi gözleyerek bin bir düşünce içinde karamsar ve uykusuz bir geceye daha başlayışının üçüncü günüydü. Kapı eşiğinde duran su testisi boşalmış, odada yiyecek adına bir kuru somun parçasından başka bir şey kalmamıştı. Rüzgâr şiddetini arttırmış, pencere pervazlarından ıslık çalarak içeriye dolmaktaydı. Yatsı cemaati dağılmış, sokaklar ölüm sessizliğine bürünmüş, Rukâl'in beklediği Patlak Memi yine gelmemişti. Yorgunluk ve açlık başını döndürüyordu. Buraya geldiğimiz gün bir çıkıkçı nineye sardırılan ayağındaki ağrı gittikçe şiddetleniyordu. Kandilin yağı bitmek üzereydi. Gecenin bir yansında kapı iki kısa iki uzun aralıklarla çalındığında Rukâl bitkinlikten bayılmak üzereydi. Gücünü toplayıp kapıyı dinledi. Aynı şifre yinelendiğinde

i!

usulca mandalı kaldırdı. Koridorun solgun ışığında ufak tefek bir adam fısıltıyla, "Korkma bacım, sessizce hazırlan, hemen gideceğiz." diye emrederken usulca içeriye süzüldü. Bu adam Patlak Memi değildi ama kendisine "Bacım!" demişti. Bu onun olup biteni bildiğini ve kendisini tanıdığını gösteriyordu. Çünkü Rukâl, üç gün evvel akşam vaktinde buraya bir erkek kılığında takma bıyık ve sakallarla girmişti. Hancı bile odayı kiraladığı kişinin bir kadın olduğunu bilmiyordu. Gelen kişinin "Bohçanı al, sokucu akrepler peşimize düşmeden çıkalım buradan!" emri Rukâl'i başından bir kazan kaynar su dökülmüş gibi etkiledi. Çaresizdi, ne denilse yapmak zorunda olduğunu hissediyordu. Bir Caferi kıyafetini andıran üstlüğünü giydi ve ayaklarının ucuna basarak gizlice koridoru geçtiler. Bir an yüreği bu heyecan ve korkuya dayanamayacak sandı. Gelen adam bütün sorularını cevapsız bırakıyor ve "Yolda anlatırım!" diyordu. Birkaç dakika içinde kapıya yaklaştıklarında adam elinde taşıdığı meşin torbanın dibinden arayıp çıkardığı bir keseyi hancının eline tutuşturup arka kapının sürgüsünü açtırdı. Sokağa süzüldükle-rinde ise birkaç köpeğin havlamasına, hanın ön kapısının yumruklandığını gösteren sesler karışıyordu.

Yüzlerini yalayan rüzgâr her şeyi biliyordu ve olanlar en az bu rüzgâr kadar sertti.

Bostancıbaşının zülüflü baltacılar koğuşunda yaptığı gizli oturumda onaltı gizli servis hafiyesi yer alıyordu. Rukâl'in ortadan kaybolduğunun anlaşıldığı ikinci günde bu olay sarayda büyük bir skandala neden olmuş, Sultan Murad-ı Salis'in kızla-rağası önce azledilip sonra cellada teslim edilmiş, bostancı ağaya da gerekli araştırma için "Ya cariyemiz, ya başın!" denilerek ancak üç gün mühlet verilmişti. Sarayın muhafazasından sorumlu olan bostancı ağa da adamlarından ikisine çarşaf giyindirip mahalle kadınlarının arasındaki dedikoduları dinlemek üzere esir pazarına birini, kadınlara vaaz eden camileri

t

140 um

dolaşmak üzere de ötekini göndermiş, ayrıca iki adamını da Samatya ile Cibali civarını dolaşıp kapılarında davul asılı kötü şöhretli evleri kolaçan etmelerini, kanun kaçaklarının saklandığı Fener'deki Çivit boyalı konaklara da uğrayıp durumu kolaçan etmelerini söylemişti, istihbarat çavuşlarından en yetenekli ikisinin İstanbul hanlarını dolaşmaya, Üsküdar'a yolcu taşıyan sandalcıları sorguya çekmeye yollamış, ayrıca üç neferi de dilenci kılığında iskelelere yerleştirmişti. O gün bohçacı kılığında sur diplerindeki genelevleri dolaşan iki kadın da yine bos-tancıağanın emriyle hareket ediyorlardı. Ağa, çolak ve topal olan adamlarından bir takım oluşturup âmâ ro-' lüyle goygoycu Kalen-

deri dervişleri kıyafetinde akşam yeniden buluşmak üzere sokaklara salmayı da ihmal etmemişti. O gün bostancı-ağanın huzuruna dilencilerin, terzi esnafının, bedestendeki kuyumcuların ve bekâr odalarının kethüdaları birer

birer girip gizlice kendilerine durum bildirilmiş ve devlet adına yine gizlice arayacakları kişinin bir cariye olduğu söylenip kimseye sezdirmeden araştırma yapmaları emredilmişti. Yatsıdan sonra fenersiz sokağa çıkma yasağı bostancı ağanın işini kolaylaştırıyor ve gece boyunca aramak istediği yerlere ellerinde kırmızı mürekkep ile basılmış üç hilal damgalı özel izinler bulunan adamlarını gönderebiliyordu. Rukâl ile Yedikule'deki hanın arka kapısından çıktığımızda kapıyı

babil'de ölüm istanbul'da aşk|141

yumruklayanların BC tarafından üzerimize salındığını sanmakta yanılmıştım; bu gelenler bostancı ağanın adamları olmalıydı.

öte yandan valide sultan, yeniçeri ağasıyla gizlice görüşüp "Rukâl denen yosmanın derhal bulunup gerekenin yapılması" talimatım vermekte gecikmemiş. Bu durumda yeniçeri ağasının ilk yaptığı işin, bostancıağayı huzura çağırtıp, gelişmelerden ilk önce kendisinin haberdar edilmesini istemek olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırız.

Rukâl ile ceviz ağacının gövdesinde sabahladığımız gün, bizi bulan kozbekçisi Patlak Memi, bu güzel kadını tıpkı ocaklarının kurucusu ve pirleri olan iyi yürekli adam gibi önce saraya teslim etmeyi düşündü. Ne var ki kendisine yüzlerce soru sorulacağından da korkuyordu. Rukâl'in parmağmdaki zümrüt kaşlı yüzüğün çekiciliğine dayanamadığı bir an gelince de "Ocağın kurucusunun canı cehenneme!" diyerek bizi bir gün boyunca aynı ağaç kovuğunda sakladı. Toprak bir çanakta sıcak çorba ile Rukâl'in ayağına yakı diye sarmak üzere kuyruk yağı bile getirdi. Ertesi gün akşam nöbetini tutmaya gönüllü olup her şeyi göze alarak Rukâl'e önce bir erkek kıyafeti giydirdi, başına bir barata, yüzüne de bıyık ve sakal uydurup canının acımasına aldırmadan kan tere batmış vaziyette İstanbul'un çamurlu kenar sokaklarından Aksaray'a, orada gündüzden tedarik ettiği atlara binerek boş çayırları geçip Koca Mustafapaşa sahilinden Samatya Ermeni mahallesi yoluyla Yedikule'deki bekâr hanına götürdü. Yolda bir yandan anlatıyor, kendisini Megrilistan'a kadar götürecek bir arkadaşından söz ediyor ve gemiyle önce Alaiye'ye, oradan da adresini vereceği bir esirci aile yardımıyla baba ocağına gideceğini söylüyordu. Alaiye'de onunla ilgilenecek aileye teslim edilmek üzere bir mektup yazıp arkadaşına verecekti. Söylediğine göre her şey yolunda giderse iki aya kadar annesine kavuşabilir, doğacak şehzadesini orada büyütebilirdi.

142 I um

Bütün bu yaptığı iyiliklerin karşılığını da yurduna vardıktan sonra Rukâl kendisi takdir edecekti artık. Üstelik satır aralarında ima ettiğine göre bu firar sarayda duyulunca, Rukâl onun yaptığı bu iyiliğin karşılığını daha iyi ölçebilmeli, ileride ona vereceği hediyeyi daha iyi takdir edebilmeliydi.

Yatsı ezanları okunurken hana vardıklarında Patlak Memi, bir çıkıkçı kadın getirip Rukâl'in ayağını sardırmıştı. iyi kalplilik ve âlicenaplık gösteren her erkek gibi o da zavallı Rukâl'i kendisine inandırmış olmanın huzurunu taşıyordu ve "Ben şimdi gizlice gidip nöbetime devam edeceğim. Yarın gelir, kapıyı iki kısa, iki uzun aralıkla vururum; benden başka kimseyle görüşmeyesin!" diye tembih ederken de onu sahiplendiğini imaya çalışıyordu. O gece Patlak Memi handan kaçarcasına uzaklaşırken Rukâl yapayalnız kalmış olmanın acısını ilk kez tadıyor ve bana sarılarak teselli bulmaya çalışıyordu. Ben onun can eğlencesi, sevinci, kederi, umudu ve hayalî idim.

* * *

Nefes nefese bir kaçıştı bu. Topkapısı surlarına bitişik Rum kilisesinin duvarı dibinde birkaç dakikalığına hem dinlenip hem Rukâl'in ağrısı gittikçe artan ayağını yeniden sararken, "Ben" dedi adam, "Memi'nin ocakdaşıyım. Bana Alapaça Te-mür derler, iki gün sonra seni Antalya'ya gitmek üzere olan bir kalyona bindireceğim. Şimdi Fener'de kız kardeşimin evine gidiyoruz. Orada ayağına yakı vuracaklar. Ha unutmadan, kuşağımda bir mektup var. Alaiye'de bulacağın aile için. Limana vardığımızda mektubu sana vereceğim ve sen de bana L&M kitabını vereceksin."

Rukâl ne fikir yürütecek, ne de itiraz edecek konumdaydı. Kaderinin benim kaderimle karıştığını nereden bilebilecekti ki!... Yalnızca içinden dua ediyordu. Hiç bilmediği bu adamdan kendisine zarar gelmemesi, Tanrı'nın kendisini koruması için dua ediyordu. Şu anda başına gelenlere boyun eğmekten gayrı

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 43

elinden gelen bir şey olmadığının farkındaydı. Bir ara bohçasını yoklamak geçti içinden. Elleri bana dokunduğunda biraz rahatladı. O anda aklına "Bu adam L&M'in bende olduğunu nereden biliyor peki?!" sorusu geldi. Çünkü beni daha saraydan kaçmadan iki gece evvel kızlarağasından ödünç almıştı. "Eğer Alapaça bunu biliyorsa kızlarağası ile irtibatlı demekti. Bu da benim saraydan firarımın farkına varıldığı anlamına gelir. O hâlde bu adam belki de hükümdarımın adamıdır ve beni geri götürecektir. Eğer geri gidersem bütün olanları ve karnımda taşıdığım bebeği sultanıma anlatma şansım doğar. Eğer bu adam kadınefendiyle irtibatlı ise ölüme gidiyorum demektir." Rukâl, zihninde "Eğer..."leri çoğalttıkça çoğalttı. Bütün olasılıklara bir de benim ve BC'nin olasılıkları eklenince hiçbir şeyin berrak olarak anlaşılmasına imkan kalmıyordu. Bana göre peşimizde-ki adamlar, hiç kuşkusuz BC'nin adamlarıydı. Sultanın bu firardan haberi olsa bile o bir cariyenin kendisine ihanet ettiğini düşünüp belki de erkeklik gururunun bütün incinmişliğiyle onu gözden çıkaracak, boynunun vurulmasını isteyecekti. Karnında bir şehzade taşıdığını ve onu yaşatmak için böyle bir kaçışı planladığını nereden bilecekti ki! O yükseklerde bir adamdı, bu entrikalardan pek çoğundan haberi hiç olmazdı. Hele BC'den ve BUAM'dan bırakınız haberdar olmayı, böyle bir gizli teşkilatı havsalası bile almazdı. Onun meddahları vardı, öyküler anlatıp kendisini eğlendiriyorlardı. Devleti yöneten adamlar da her şeyi güllük gülistanlık gösterdikleri için ülkede bir problem yok sayılıyordu.

Peşimizdeki adam bana çoktandır aklıma gelen ama hep zihnimden uzaklaştırdığım bir düşüncenin gerçek olabileceğini gösteriyordu. BC benim Osmanlı sarayında durmamı artık uygun bulmuyor olabilirdi. Nitekim saray beni koruyamamış, masum bir cariye bile hiçbir özel amacı olmadan beni surların dışına çıkarabilmişti. BC ikinci defa böyle bir tehlikeyi göze alamazdı. Rukâl'i limana götürdüğünü söyleyen bu adam mutlaka

1441 um

babıl'de ölüm istanbul'da a f k I 1 4 5

BC'nin kiralık figüranlarından biriydi ve beni kim bilir nereye götürecek, Rukâl'e kim bilir neler yapacaktı?! Ürpertim soğuktan değil, bu düşünce ile içimin üşümesindendi.

Rukâl ve ben... istanbul'un varoşlarında ve kötü mahallelerinde çaresiz kalmıştık, ikimizin de irademiz elimizde değildi, hakkımızda kararı veren de, uygulayan da başkasjydı. Çaresizlik, onun dizlerindeki dermanı ve omuzlarındaki yükü ağırlaştırıyor, benim ruhumu karabasanlara salıyordu. Zavallı cariye, bir gece evvel uyku perisini küstürdüğünde benim satırlarım arasında teselli ararken okuduğu bir gazelden aklında kalan beyitleri mırıldandı içinden ve sultanı bütün bunlardan haberdar etmesi için ağlayarak Allah'a yalvardı. Sonra da adamın verdiği peksimetten ısırdığı lokma düğümlendi boğazında. Lokmayı yutabilmek için Temür'ün matarasından su içerken elini göğsüne bastırmış, küçük darbelerle yutkunmuştu. Çocukken babasının kilisesinde saçlarını okşayıp dualar ederek boynuna astığı tılsımlı muska değdi eline. "Aaah, babacığım!" diye iç geçirdi, "Sevgili babacığım! Ne talihsiz kızın varmış!" Bu muskayı yıllar yılı uzak hatıraların biricik anısı olarak en kıymetli varlığı gibi hep saklamış ve ona her dokunuşta Megrilis-tan'ı hatırlamıştı. O göğsünde durdukça içi rahat ediyor, babasının hayalî gözünde canlanıyor, sanki kendisine ettiği duanın geçtiğine ve kiril harfleriyle yazılı bu isevî muskanın kendisini koruduğuna inanası geliyordu. Belki şimdi daha çok ihtiyacı vardı bu muskanın korumasına ve avucunda sıktıkça sıktı. Neden sonra avucunun içinde kendisini koruyacak başka bir şeyin varlığını da hissedip biraz ferahladı. Mutlu bir gecede, sultana okuduğu üç şiire karşılık kendisine hediye ettiği üç küçük pırlantaydı hissettikleri ve kaçacağı gece onları bu muskanın içine saklamış, fark edilmesin diye pamuk ile de çevresini doldurmuştu. Hatta muskanın gümüş zarfına tamah eden olmasın diye de onu değiştirip üçgen biçiminde balmumuna batırılmış bezlere sararak adi kaytandan bir ip ile boynuna asmayı ihmal

etmemişti. Bu muska ve içindekiler, onun hem maddi hem manevi son hayat sigortası idiler ve avucunun içinde onu hissettikçe hayata bağlanıyordu.

Kilise duvarının kuytu bir köşesinde biraz dinlendikten sonra Alapaça Temür meşin torbasından iki kadın kıyafeti çıkardı. Bunlar siyah çarşaftan yapılmış altlık ve üstlüklerdi. Kılık değiştirmek üzere birini kendisi aldı, diğerini Rukâl'e uzatıp sırtını döndü. Alapaça soyunurken belinde tanıdık bir kayış görünce bütün olup biteni anladım ve ürperdim. Bu, Efendim Fuzulî'nin matarasının kayışıydı ve Alapaça'nın cepkeninin altında tesadüfen bulunmadığı açıktı. Keşke Rukâl'e, "Bu adam senin değil benim peşimde!" diyebilecek gücüm olsaydı. Üzerime bir hüzün bulutu çöktü.

Rukâl'in çıkardığı erkek kıyafeti ile takma sakal ve bıyığı duvarın dibindeki çalıların arasına saklayıp yeniden yollara düşüldüğünde nereye götürüldüğümüzü kestirmeye çalışarak sokakları bir bir inceledim. Arkamızda yeniçeri samsoncularınm koku ve iz bulmak üzere yetiştirilmiş köpeklerinin sesleri duyuluyordu. Rukâl'in kaderine ben, benim kaderime Alapaça hükmediyordu. Arkadan gelenler ise her zaman ikinci planda kalmaya mahkumdular. Bilgi güç demekti ve saltanat güç ile yönetilirdi. BC'nin gücünü hissetmeye başlamıştım. O sırada Rukâl, "istanbul, Murad'ım Efendim'in sarayı dışında meğer ne zorlu bir şehirmiş!" diye geçirmekteydi içinden.

Ben, Efendim Fuzulî'nin kölesi, sarayda gül kokularına bülbül seslerine alışıktım, dışarda dikenler bağrımı kanatmaya başladı. Ve Leylâ'm acı çekerken çaresizliğimin sesini kimseciklere duyuramadım...

fa a b i I' d e ölüm istanbul'da aşk{147

Ayıttı ol pert bir gün düşüne girüren birşeb Sevincimden nice yıllar geçiptir görmedim uyku

Zati

O periler güzeli, "Günün birinde, bir gece rüyana gireceğim!'diye söz verdi... Bu sözün sevinciyle nice yıllar geçiyor ki gözüme uyku girmedi!

XV

Bu, İncinin Denize Atıldığı ve Aşkımın Papa'ya Satıldığıdır

Ben, Efendim Fuzulî'nin kölesi,*bir Ceneviz kalyonunun sintinesinde nereye gittiğimi, nereye götürüldüğümü bilmeden ölümle boğuşuyorum. Yolculuk başlayalı üç gün oldu ve gittikçe daha çok başım dönüyor, daha çok içim bulanıyor. Taşıdığım aşkın ve öykünün ağırlığını taşıyamamaktan korkuyorum, ihanetle suçlanmaktan korkuyorum. Bilge Akeldan'ın sırrını heder etmekten, BC dışında kimsenin bilmediği hazinelerin sonsuza kadar unutulmasından ve uzaya açılan kapıların hep kapalı kalmasından korkuyorum. Bir sandığın içindeyim ve zaman ilerledikçe çevremi saran tehlikelerin sayısı gitgide artıyor, iki önemli düşmanım var burada. Tuzlu su ve azgın fareler.

Dersaadet'ten ayrılmanın hüznü içimi burkuyor. Julian takvimine göre Eylül sonlarında olduğumuzu gemiciler konuşurken işittim. Yeryüzünün halifesinin yayınladığı menşura göre bugün Müslümanlar oruç tutmaya başlayacaklarmış. "Öyleyse

hilal görünmüş olmalı!" diye düşünüyorum. Burada düşünmek için çok zamanım oluyor zaten. Yedikule zindanlarına tıkılmış tembel mahkumlar gibiyim. Duruyorum ve bekliyorum. Olacakları bekliyorum. Kâh 'olacak olur' diyorum ve kendimi teselliye çalışıyorum, kâh 'olacak böyle olmasın' diyorum, ıstıraba düşüyorum. Ramazan hilalini düşünüyorum. Efendim onun için bazen sevgilinin kaşı der ve bazen de âşıkın mihrabı. Oysa bir hilal bir dolunaya göre nedir ki?!., insanlar ne kadar garip; tamlığın değil de eksikliğin yolunu gözlüyor ve gitgide eksilen hilali yeniden gördüğü zaman oruç tutuyor, bayram yapıyor, ay başlatıyor, yıl başlatıyor.

Akdeniz'in açık sularında fırtınaların bu denli sert, dalgaların bu kadar şiddetli olacağını ne gemimizin kaptanı, ne de şehirden çıkınca birdenbire vahşileşen, azgınlaşan ve insanlıklarını rafa kaldıran korsanlar biliyordu. Bense bir açık denizin ne olduğunu ilk defa tanıyordum..

Üç ambarlı kalyonda iki yüz kadar silahlı muhafız, kırk üç de mürettebat var. Ambarlardan biri fıçılar ve anforalarla dolu. içlerinde zeytinyağı, şarap, susam ve gülsuyu taşınan anforalar bunlar. Limandayken üst ambarın bölmelerinden birine konul mayı hayal ederek sıramı beklerken gördüm, gemiciler sırasıyla Halep kumaşları, murassa silahlar, istanbul işi ok ve yay takımları, sahtiyan koşumlar, Kafkaslardan getirilmiş kürkler, istanbul bedesteninde işlenmiş takılar, arastada yapılmış kamçılar, vurmalı ve telli sazlar ile gümüş yemek takımlarını korkuya dayalı bir tedirginlik ve özenle istifliyorlardı. Ben kapı eşiğinde sıramı beklerken, alt ambarda kafesler içinde Uzak Doğu papağanları ve muhabbet kuşları ile bölmelere bağlanmış arap atları ve cins köpekler ve tazılar görmüştüm. Yolculuk boyunca birbirlerini korkutmayı veya ürkütmeyi bir oyun haline getireceklerini bilemezdim elbette. Artık papağanların ne söylediklerini anlayamayacak kadar sesler birbirine karışmakta. Bunlara ses de denilemezdi aslında; yalnızca ahenksiz bir uğultu. Babil kulesini

148 um

yapan işçilerin uğultusuyla ölçülebilecek bir ses bolluğu. Herkesin konuştuğu ama hiç kimsenin diğerini anlamadığı geniş salonlarda bile bunca gürültü bulunmazdı. Besbelli ki açık deniz dalgalarının gemi bordasına çarptıkça çıkardıkları sesler çıldırtıyor onları. Benim de içinde bulunduğum sandık, işte bu tepişip duran atların, havlamayı ve hırlaşmayı ritmik bir uykusuzlukla ölçen köpeklerin ve öğrendikleri onca sözcüğü unutarak ulu orta çığlıklar atan papağanların arasında kalmış durumda. Yazık ki kaptan ile serdümenden başka hiçbir canlı benim buradaki varlığımdan haberdar değil. Tıpkı, dalgalar kalyonumuzun bordasını dövdükçe cildimi çizik çizik eden elmaslar ve altınlardan haberdar olmadıkları gibi.

Çanakkale Boğazı'na bakan Sultaniye ile Kilitbahir hisarlarını geride bıraktığı sırada işaret ve alay sancaklarını fora ettirip korsan flamasını tokalatan, ardından da mürettebatının teçhizat ve üniformasını değiştirten kaptan, açık denizde seyreden korsanlık yasalarına göre seyreden her gemi gibi birtakım hazırlıklar yapmaktaydı. Silahlar çıkarılmakta, silyon fenerlerinin üzeri kalın keçelerle kaplanmakta, geminin kaçmaya veya kovalamaya hazır konuma gelmesi için çaba harcanmaktaydı. Bütün bunları gemicilerin telaşlı ayak sesleri ile küfürlü ve tedirgin konuşmalarını dinleyerek arılayabiliyordum.

iç denizlerde ticaret bandırasıyla dolaşıp İstanbul limanına girerken konçimentosunu Galata'daki gayrimüslimler için şarap ve Balkapanı'nda satılmak üzere yemeklik yağ olarak açıklayan bu kalyon, gerçekte bir Musevi ailesine ait idi. Bayezid Han zamanında Engizisyondan kaçıp istanbul'a sığınan Sevil-lalı bir aileydi bu ve büyük babaları Yasef Nasi, Sultan II. Se-lim'in danışmanlığını yaparak sarayda önemli bir yer edinmiş, sonra da ailenin genç kuşakları tercümanlık, hekimlik gibi görevler alarak saray ile yakın ilişkide olmayı sürdürmüşler. Nasi ailesinin bir kolu italya'da, diğer bir kolu Fransa'da imiş. Hepsi de deniz ticaretiyle uğraşıyor ve değişik şehirlerde ticari temsilcilikler

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 4 9

alıyorlarmış. Fakat her korsan gemi gibi bunlar da kârlarını rüzgâra, denize ve diğer korsan gemilerine bağladıklarından bazen çok büyük kazançlar elde ettikleri halde bazen aylarca gemilerinden ses çıkmıyor, hatta bazı bazı gemileri diğer korsanlar tarafından da yutuluyormuş. Bundan elli yıl kadar evvel Nasi ailesinin büyükleri düşünüp hesap etmişler ve denizdeki hayatın, Musevi bir ailenin girebileceği ticarî risklerin çok ötesinde olduğunu görerek başka çareler aramışlar. Görünüşte ticaretle uğraşan kalyonları kullanarak uluslararası bir istihbarat örgütü kurmayı o zaman başarmışlar. Şimdi Akdeniz'de hakimiyetin durmadan el değiştirdiği yedi düvelden haç adına ispanya Krallığı, Venedik Cumhuriyeti, Roma'daki Papalık, Ceneviz, ingiltere ve Fransa ile hilal adına Osmanlı devletleri arasında bilgi alıp bilgi satıyorlar, dünya entelijansiyasını yönlendiriyorlardı. Zaman zaman kalpazan madeni paralar ile piyasalarda spekülasyonlar yaptırıyor, levanten altını denilen taler, Hind altını, Bisitî ve Abbasî altınlarını bu ülkelerin piyasalarında dolaştırarak, yahut keselerle götürüp keselerle toplayarak enflasyona ve ucuz alımlara yol açıyorlardı. Para keseleri kadar taşıdıkları kokain tablet ve hokkalar, esrar dolu anfora ve şişeler de bütün bu ülkeler arası haber alma işinde etkili oluyordu ve kalyonlarının hepsinde bu tür kaçak mallar ile altınlar için gizli bölmeler vardı. Her devlette bu aileden üst düzey bir yetkili bulunuyor, her kral yahut hükümdar bu aileden birisini tanıyor ve kendi çıkarları için diğer devletler hakkında bilgi toplaması karşılığında ona sandık sandık paralar ödüyordu. Yasef Nasi'nin torunları çok iyi örgütlenmiş bir aile şirketi gibi çalışmaktan haz duyuyorlar, asla biri diğerinden daha çok kazanma hırsına kapılmıyordu. Bazen birbirlerini hiç görmeden veya dillerini hiç anlamadan doğup ve ölüyorlar, ama uzakta bir yerde kendi kanlarını taşıyan bir akrabaları olduğunu bilmenin güveni ile gizli belgeleri alıp satıyorlardı. Yedi düvelin her devletinde istenilen bilgileri değiş tokuş eden bir Nasi var idi. En değer verdikleri sırları, büyük dede Yasef'in "Aile olduğunuzu

150 L*M

babil'de ölü

in istanbul'da a ş k i 1 5 1

saklayın!" talimatıydı ve canları tehlikeye düşesiye kadar asla birbirlerini tanıyor görünmüyorlardı. Böylece kendilerinden bilgi satın alan devletlerin karşısında aile yerine kişiler, örgüt yerine hafiyeler bulunuyor; bu da gizli servislerin başka devletler aleyhinde planladıkları aşırı taleplerini yahut casus satın alma girişimlerinde akrabalık bağlarının tehdit unsuru olarak kullanılmasını bertaraf ediyordu. Haçlı ordularının papalık ile gizli bağını yönlendiren tapınak şövalyeleri bile Nasi ailesi kadar gizli bir aşk ile çalışmamışlar, kendi hayatlarını, hiç tanımadıkları uzak akrabalarının yaşamalarına tercih etmişlerdir.

Akdeniz yolculuğuna bir sandık içerisinde çıkmak istemezdim. Hele de alt güvertenin gizli bir bölmesinden geçirilerek sintineye yerleştirilmiş, çinko kaplanarak sızdırmazlığı sağlanmış bir sandık içerisinde boğulur gibi; yahut romantik dalga sesleri yerine atların ve papağanların seslerini dinleyerek Akdeniz seyrine çıkmayı hiç istemezdim. Sandıkta Papa'ya hediye edilmek üzere Kıbrıs'tan alınmış üç kutsal haç ve iskenderiye'deki çingenelerden ucuza kapatılmış tanrıça îsis'in bir karış büyüklüğündeki altın heykeli, Fransa kralına sunulmak üzere Mısır, Tunus, Cezayir gibi Doğu Akdeniz ve Mağrip topraklarında bulunan Osmanlı hakimiyeti hakkında hazırlanmış raporlar ve sultanın Akdeniz politikasıyla ilgili düşüncelerini içeren bir belge kopyası, istanbul'da o günlerde konuşulmakta olan Akdeniz ile Şapdenizi'ni Süveyş'te bir kanal ile birleştirme projesi hakkında fizibilite raporlarının kopyaları, Sakarya-Sapanca-Iz-mit Körfezi arasında açılmak üzere kazı çalışmalarının başlatıldığı Karadeniz-Marmara Kanalı Projesi'nin nasıl geri durdurulabileceğine dair siyasî ve etnik rapor, Protestan Kardinallere hediye edilmek üzere içleri minyatürlerle dolu Bin bir Gece Masalları, Tutîname ve Pança Tantra (Kelile ve Dimne) çevirileri ile sultanların kişilik tahlillerini yapabilmek için kopyalanan divanları, Doğu bilimini etkileyen pozitif bilim kitapları, Osmanlı medreselerinde okutulan kitaplardan ünlü hattatlara yazdırtılıp altınla ciltlenen birer master kopya, Grekçe, Sürya-nice, Latince ve Arapça tarih ve tıp kitapları, bitki köklerinden ilaç yapmaya yarayan şifalı bitkiler kitabı ve nihayet birkaç pırlanta ve yakut broş, kolye, sorguç ve mücevher kakmalı hançerler, benim yol arkadaşlarımdı. Ve ben, şiddetli lodostan kaynak yeri yırtılan, sonra da geminin kedi kadar büyük fareleri tarafından sık sık ziyaret edilen bu sandığa tamamen tesadüf eseri girmiştim. En azından şimdilik böyle düşünüyordum. Dedim ya, burada insanın düşünmeye çok zamanı oluyor.

152 u,

Zavallı Rukâl, benim Leylâ diye sarıldığım mazlume... Hatırası ne kadar da gerilerde kalmıştı benim için. Aradan uzun asırlar geçmiş gibiydi. Onu çok özlüyordum. istanbul'un salaş semtlerinde onsuz geçen her gecede sıcak göğsünü özleyerek teselli bulmaya çalıştığım saatleri de özlüyordum. Bir hamam külhanında BC'nin reisine teslim edilmek üzere beklediğim gün de, Alapaça Temür'ün götürdüğü evdeki ilk gecesinde umut ile korku arasında gidip gelirken de, hatta Giritli bir denizcinin yatağına çekilmek istendiği vakit, namus belası deyip ona teslim olmamak için boğuştuğu dakikalarda da hep ondan ayrılmamak, onu sahiplenmek, elimden gelse onu korumaktı emelim. Emel ile elem arasında yalnızca bir dizge farkı olduğunu o gün anladım. Zavallı Rukâl, ırzına geçilmek istenen hamile bir kadının acısıyla eteklerinden akan kanların üstüne yığılıp kalmıştı o sabah. Bu evde sık karşılaşılan olaylardan olduğu için evin sahibesi olan madam, derhal Ba-lat'ta oturan güvenilir bir ebeyi çağırtıp gerekeni yaptırtmıştı. Kadın hastalıkları konusunda Galatalı Rum hekimleri aratmayacak kadar uzmanlaşmış olan ebenin, Rukâl kendine geldiği zaman söylediği son sözler, "Düşük yaptın kızım, birkaç gün dinlenmen gerekiyor." olmuştu. Rukâl'in, uğruna bütün hayatını maceraya sürüklediği şehzadesi, kan topundan bir cenin halinde, paslı bir leğen içinde, bilinmeyen bir mezarlığın duvarı dibine götürülüp atılıvermişti aç köpeklerin havlamaları arasında. O an Rukâl'in, ölmek istediğine, bunun için bütün varlığıyla dua ettiğine şahit olmuş ve bir öfkenin ne demek olduğunu anlamış, korkmuştum.

Alapaça, Patlak Memi'nin arkadaşı değildi. Bostancı ağanın hafiyelerinden biriydi ve BC'nin hikâyesini öğrenip altın ilah heykelleriyle dolu hazinenin peşine düşmüştü. Gizli araştırmaların ikinci gününde kozbekçilerini sorgulamış, Patlak Memi'nin nöbetini bırakıp gittiğini tesbit ederek onu tek başına bir hücreye almış, ellerini ve ayaklarını bağlayıp burnundaki

1

babil'de ölüm istanbul'da aşk|153

kılları teker teker cımbızla çekerek bir hayli işkenceden sonra bütün direncini ve düşünme yetisini kırmıştı. Konuşmasını sağlamak için önce ona bir sicimin ucuna bağladığı dikenli çivileri yutturmuş ve yemek borusunu yırtarcasına geri çeke çeke ölümle hayat arasında gidip gelmesini sağlamıştı. Patlak Memi küçük hesapların adamı olduğunu, can havliyle gerçeği söylediği zaman göstermişti. Nitekim Alapaça, kendisine söylediklerini başka kimseye anlatanlasın diye dilini ensesinden asılarak ebediyyen susturduğu zaman hâlâ ölmemek için yalvarıyor ve Rukâl'e küfürler yağdırıyor, onu gördüğü güne lanetler okuyordu. Alapaça hiç zaman kaybetmeden ve kimseye haber vermeden bir plan yapmış, bostancıağanın adamlarından hızlı davranıp Yedikule'deki hana gelerek Rukâl ile beni kaçırmıştı. Vardığımız randevuevi onun ortağı olduğu bir madam tarafından işletiliyor ve o da kendi bölüğünün bostancılarından bazılarını evin hem pezevenkliğini, hem fedailiğini yürütsünler diye orada görevlendiriyor, ücretlerini de kadın eti olarak ödüyordu. Patlak Memi'den öğrendiği Rukâl'in kaçış planını kendi çıkarları için yeniden formatlamak üzere Karaköy limanındaki Ceneviz kalyonunun kaptanıyla görüşmüş ve ona dünya güzeli bir kadından bahsetmiş, iki gün sonra gemi demir alacağı saatte getireceğini söyleyip üç kese Ceneviz altınını da peşin almıştı. Ne var ki Rukâl'in karnında sultanın şehzadesini taşıdığını bilmiyordu ve bebeğin düşmesi üzerine telaşa kapılınca Galata meyhanelerinden birine yol uğratmış, o gece küp dibinde sızıp kaldığı için bostancıağanın, İstanbul sokaklarına saldığı hafiyeler ekibini her akşam bir araya getiren toplantısına katılamamıştı. Alapaça'nın gelmediğini gören bostan-cıağa pirelenip bir hafiye de onun ardına takıvermişti.

Alapaça ertesi akşam Madam'ın evine geldiğinde izlendiğini bilmiyordu. Onu izleyen adam da aynı evden iki kadının kolkola çıkmasından şüphelenmeyerek uzunca bir müddet bekledikten sonra aklı başına gelip kadınların önce çamurlu

154 um

babil'de ölüm istanbul'da ask|155

sokaklardaki ayak izlerini iskeleye kadar incelemiş, birinin ayak izlerinin kadın olamayacak kadar büyük olduğunu görünce de kuşun kafesten kaçırıldığına hükmederek derhal bir sandal kiralayıp limana yollanmıştı. Limanda önce gizli servisin gözcüsünü buldu. Onu bostancıağaya haberci gönderip hareket etmek üzere olan kalyonun evrakını kontrol amacıyla liman muhafızlarını harekete geçirdi. Bu arada Rukâl elinde avucunda nesi varsa alınmış olarak sandaldan kalyona adım atmak üzereydi. Tek eşyası olan bohçasında, birkaç parça giysi arasına sarıp sarmaladığı ben vardım ve diğer eli, terli ve diri göğüslerinin arasında iyiden iyiye ıslanmış olan muskasının üzerinde duruyordu. O sırada ne gideceği yeri, ne de başına gelecekleri biliyordu benim biçare Rukâl'im, Leylâ'm. Bildiği yahut bilmek istediği tek şey, artık bostancıağamn korkusunu bir daha çekmek zorunda olmayacağıydı. Gerçi hiçbir şeyin önemi de yoktu artık. Uğruna varolma mücadelesi verdiği sultanı da, karnında taşıdığı şehzadesini de kaybetmişti. Megril diyarına varasıya kadar benim varlığımla teselli bulmayı ve muskasmdaki mücevheri olsun kaybetmemeyi diliyordu.

Geminin iskelesine adım atar atmaz sandalcı ile birkaç tayfa, kalyon güvertesini solgun bir ışıkla aydınlatan fenerin altında ona yılışık yılışık sokulup bilmediği bir dilde "Ayak bastı parası!" dediler. Yolculuk ücretini istediklerini sanıp telaşlandı. Kendisini buraya getiren adamın ücreti ödediğini sanıyordu. "Tanrım!" diyordu içinden "Çileli başımda daha ne çileler gizledin Tanrım!" Kesesinde hiç akçesi yoktu. Yine de bir umutla elini belindeki kuşağa attığında kesesinin de yerinde olmadığını gördü. Telaş ile koynundaki muskayı mı, yoksa beni mi vereceğinde tereddüt ettiğini hissettim ve beni pırlantalarla tarttığı için onu bir kez daha sevdim. Elleri titriyordu, üşümüştü ve korkuyordu. Başı dönmeye başlamıştı. Kan kaybından halsizleşmişti. Ellerindeki ve dizlerindeki derman çözülünce bohçası yere düştü. O ana kadar orada benim

varlığımı bilen bulunmuyordu. Belki Alapaça'yı takip eden adam... Güverteye köşebendim üzerine düşmüştüm ve az kaldı şirazem dağılacaktı. îlk defa canımın yandığını hissettim. Bu acı yere düştüğümden miydi, yoksa ondan koparıldığım-dan mıydı anlayamadım, ama gerçekten canım yanmıştı. Dizleri üzerine yığılan Rukâl kırık bacağındaki acılarla ayağa kalkarken beni yerden aldı ve eliyle sırtımı son kez okşayarak ayak bastı parası isteyen ızbandutlara uzattı. Aralarında Ru-kâl'ın acizliğine ve belki de güzelliğine yönelik kıskançlığa yorumlanabilecek kahkahalar atan bu serseri tipli adamlardan, dişleri tütün kullanmaktan simsiyah kesilen uzun boylusu onun koluna girmek istedi. Diğerleri hâlâ akçe diye diretiyorlardı. Rukâl onlara beni uzattığında ayrılık acısını peşin peşin tatmış oldum. Rukâl'den ayrılmak çok zor, hem de çok zor olacaktı. Bir Kays'm Leylâ'dan ikinci kez ayrılması mümkün müydü? İkinci Leylâ'dan da ayrılmasına canı dayanır mıydı Kays olanın? Eğer dayanırsa ve eğer ayrılış kader olursa, Dicle kıyılarının yahut Necid çöllerinin Kays'ları beni kıskanmayacaklar mıydı? Ben bunları düşünürken kendimi yine yerde buldum. Hem bu kez, öfkeyle yere çarpılmıştım ve formalarımın dikişleri yerinden oynamış, iğne delikleri parşömenimde yuva yapmıştı.. "Altın" diyorlardı adamlar, "Altın istiyoruz!" Bu sefer canımın az önceki kadar yandığım söyleyemem. Direnme, alışma, tatma veya kanıksama denilen şey bu olsa gerekti. Sevgili için acı çekmek böyle oluyordu demek?!.. Biçare Rukâl, beni yerde koymamak için ayağındaki henüz iyileşmemiş kırığı unutup öyle bir atıldı ki, ıslak tahtalara kapaklanıverdi. Doğrulmak istediğinde sağ elinin işaret parmağının kanamaya başladığını fark etti. Kaptan olup biteni görmeseydi belki tayfalar onu para için hırpalayacaklar, üzerine saldıracaklar, ücretlerini sarkıntılık ederek alma yolunu tutacaklar ve o da parmağının acısıyla muskasmdaki tek sermayesini çıkarıp verecekti.

156

Kaptanın emriyle dağılan adamların arasından çıkarıp kalyonun tek konuk kamarasına hapsettiklerinde Rukâl, ayağının acısına elindeki sızının eşlik ettiğini gördü, içyağı ile yandırılmış kandilin loş ışığında elinin kanamaya devam ettiğini ve bir damla kanın da benim üzerime damladığını fark ettiğinde çok üzüldü. Bu damla, ırmakların çakıl taşlarına benzeyen desenlerle bezenmiş ebrulu iç kapağımdaki sayfamın en berrak ve duru bölgesine, sultanın yanından döndüğü bir gecenin seherinde kara mürekkeple yazdığı bir "âh" sözcüğünün "he"sine teğet düşmüştü. "Ah"taki "h" harfi halka biçiminde olduğundan bu kan damlası onun kenarında sanki diğer yaprakları koparılmış bir gelincik lâlesi, bir şakayık gibi durmuştu. İşte o an Rukâl'in içi ezilmiş ve bu şakayıkın yapraklarını tamamlamak istemişti. Sonra siyah bir halkayı andıran "he"nin çevresine parmağından akmakta olan kanın üç damlasını daha koydu ve bu hüzünlü günbatımının orta yerinde, "ah"ı okutan düz çizgili elif harfinin dalında kırmızı bir gelincik bütün güzelliğiyle açıverdi. Tam da Diclenin serin yamaçlarında bıraktığım Leylâ'mın, daha ben parşömen iken önce Kays adını yazdığı ve sonra öpüp sildiği yerdi burası. Kendimi kaybedecek gibi oldum. Nasıl bilebilirdi burayı? Tam da Leylâ'nın dudağının değdiği yeri nasıl bilebilirdi? Sanki aşkımı keşfetmişti. Ah keşke aşkımın onu keşfettiği günden beri bu keşfedilmeyi beklediğimi fısıldayabilsem kulağına şimdi? Kan rengi hatıralarımı bir gelincik üzerinde çakıştıran bu mutluluk beni uçmaklara göndermiş gibiydi, iki sevgilim; Leylâ ile Rukâl gelincik üzerinde buluşmuş, dudakları yanağımda aynı noktayı öpmüştü. Ben Leylâ'yı mı; Rukâl'i mi daha çok sevdiğimi, yahut hangisinin hatırasına daha çok sahip çıktığımı hiçbir zaman anlayamadım zaten. Leylâ'nın adının Rukâl olu-verdiği şu anda bunu bilmek de istemediğimi fark ettim artık.

Birkaç dakika sonra kaptan içeri girmek için izin istedi. Rukâl boynunu büküp oturmaktaydı. Daracık kamaranın lumbu-zuna başını dayayan kaptan, "Okumayı sever misiniz, madam?" deyiverdi hiç Rukâl'in yüzüne bakmadan. Bir kadının

babil'de ölüm istanbul'da aşk|157

elinde kitap görmenin hayretiyle ağzından istemeden çıkmıştı bu sözler. Rukâl gözyaşlarını saklamaya çalışırken başını salladı ve kurumak üzere olan gelinciğin renklerine son bir kez bakıp "Şiiri severim!" diyerek beni gösterdi. "Bir müddet bende kalabilir mi madam? Sizin adınıza onu gemimde saklarım, içindekileri okuduğum zaman da konusu üzerinde tartışabiliriz hatta!" diyerek güvenini kazanmıştı kaptan Rukâl'in. Ama onun iznini ve vereceği cevabı beklemeden beni alıp kendi kamarasına götürmeyi de ihmal etmedi. Sonra da dil bilen hafiyelerinden ikisini çağırtıp benim dilimden ne anladıklarını sordu, üzerimdeki "Kitâb-ı Leylâ ve Mecnûn" adını ve saray kütüphanesine ait damgayı okuttuğu vakit Rukâl'e sorular sormak üzere tekrar kamaraya döndü. Galiba benim saraya ait olduğumdan kuşkulanarak Rukâl'in de saraylı olabileceğini düşünmüştü. Zeki adamdı kaptan. Eğer tahmin ettiği şeyler doğru ise Rukâl üzerine yaptığı alışverişin müthiş bir aptallık olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye hazırlanmalıydı. İşin doğrusunu Ru-kâl'den öğrendiğinde de derhal saraya haber uçurmak istedi ama güvertedeki seslerden zaten liman muhafaza şalopasmın gemiye aborda olmak üzere olduğunu gördü.

Ertesi sabah Üsküdar sırtlarından gün doğarken kalyon limandan ayrılmak üzere demirlerini topladı.

Sarayburnu ile Kızkulesi arasından geçtiğimizde kaptanın kamarasından Rukâl'in son çığlığını duydum. Onu sorgulamak üzere gemiye binen üç yeniçeri zabiti, gerekli bilgileri aldıktan ve elem dolu macerasını öğrendikten sonra temiz hava alması için kalyonun tavlon güvertesine çıkarmış ve güya yalnız bırakmışlar, gemideki yolcuların denize atlamasını önlemek üzere hemen oracıkta bir denizcilik kanunu uydurarak ayağına 50 okkalık bir gülle zincirlemişlerdi.

Rukâl, iskele bahçeliğine açılan puntellere tutunup sevdiği adamı bıraktığı Topkapı Sarayı'nı seyretmeye başladığında, yıllarca içinde yaşadığı yeri denizden ilk defa gördüğünü fark etti

15 8

ve bacalardan tütmeye başlayan dumanlar, onun gözlerini buğulandıran bir hüzün oluverdi. Ne var ki bu hüzün de uzun sürmedi ve bir anda kendini boşlukta buldu. Son çığlığı Topkapı duvarlarında yankılandığı sırada tutunduğu puntelin zinciri elinde duruyordu ve ayağındaki gülle onu Boğaz'in dibine doğru hızla çekmekteydi.

Meğer o gece bostancıağa Rukâl'in izini bulduklarını Yeniçeri ağasına haber vermiş, o da "Bizzat ben kendim ilgileneceğim!" talimatıyla diğer adamları ve hafiyeleri kalyondan uzak tutup üç zabitini göndererek kendisi ilgilenmişti.

Zabitlerden ikisi Rukâl'e sorular sorarken komplo uzmanı olan üçüncüsü kalyon iskele bahçeliğine yakın puntellerden birinin halkalarını gevşetmiş, onun hemen önüne de 50 okkalık bir gülle koymuştu. Gülle denize eğimli olarak yerleştirilip fren görevi yapmak üzere önüne küçük bir fünye yerleştirilmiş, fünyeye bağlanan gizli bir misina da alt ambara kadar uzatılmıştı. Bu misinanın hızla çekilmesi hem gülleyi harekete geçirecek, hem de korkuluk*görevi yapan punteli yerinden kurtaracak bir düzeneği çalıştıracaktı. Geriye yalnızca kurbanın buraya getirilip puntele tutunduğu anı gözlemek kalıyordu. Uydurma denizcilik kuralı da komplonun bir parçasıydı elbette.

Ertesi gün haberciler Bâbıhümayun'dan içeriye "gizli" kaydıyla iki ayrı mektup götürdüler:

"Devletlû, saadetlû, fehâmetlû efendim hazretleri,

Rukâl nâm cariye-i kemterâneniz Ceneviz keferesinin şarap hamulesi taşıyan üç ambarlı kalyonuna iltica ile dünkü seher vaktinde nefsine kıyarak Marmara sularında mâhîler zümresine karışmıştır. Allah rahmet eylesin. Kozbekçi neferlerinden Patlak Memi, yeniçeri bendelerinizden Alapaça Temür ve adı geçen

babil'de ölüm istanbul'da a;k[159

kalyonun inzibat süvarisinin bu firarda parmağı görülüp yağlı kement ile cezaları derhal verilmiştir. Gayrisi içün emr ü ferman zât-ı şâhânelerinindir.

Ali kulunuz, fi, 13 Rabiülâhir, sene 999"

îkinci mektup bunun kadar detaylı değildi ve imza yerinde bir isim de bulunmuyordu. Haseki sultan okuyup yırttı:

"İnciyi denize düşürdük!"

Şimdi burada, şiddetli lodostan dolayı içine hapsedildiğim sandığın duvarına başımı vura vura dalgaların sesini dinlerken düşünüyorum da, Rukâl'den sonra eğer yeniçeri ağası Saray-burnu açıklarında gemiyi demirletip kaptanın elinden beni al-dırtmasaydı, bu yolculuğu bundan yıllarca önce yapacak, Sultaniye Kalesi'nden o vakit geçecektim. Şimdi rutubetten gevşeyen şirazem aslında o günden sonra hoyrat ellerle hırpalandı. Babil hazinelerinin peşinde hayatlarını altına satanlar ile bilimsel gerçekleri arayanlar arasında en çok bu yıllarda kavga konusu oldum. Birinciler bana İstanbul'un batakhane hayatını, ikinciler de kibar muhitlerini sunuyordu. Birincilerin yoksulluğu sanki ikincilerin varsıllığındandı. Şimdi geriye dönüp bakıyorum da, ihtişam ile sefaleti bu kadar iç içe yaşamadım hiç, hırsızların ve hırsızlığın çeşitlerini hiç bu kadar yakından görmedim. Bilimsel gerçekleri arayanlar da, altın ilahların peşinde olanlar da acımasızca cinayetler işliyor ve kendilerince bunu haklı görüyorlardı. Birincileri insanlığı, diğerleri kendilerini kurtarmak için yapıyorlardı üstelik bunu. Hangisinin amacı daha masumdu, hangileri daha haklıydı, anlamak zordu. Bu acımasız kovalamacalar ve entrikalar arasında sayfalarım arasında şifreler, haritalar, hazine krokileri arayanlara ait ferini yitiren gözlerin sayısını ben de unuttum şimdi. Yalnız bir ayırım

160

I L8.M

yapabiliyordum, Efendim Fuzulî'nin matara kayışına sahip olanlar hırsızlar, hançere sahip olanlar ise bilginlerdi ve ben Süryani kütüphanecinin kayıp hançeri bir daha bulunmasın, bulunursa da bunların eline geçmesin diye hep dua ediyordum. Çünkü onlar kayış üzerindeki çizgileri bir harita sanıyorlar, üzerindeki hiyeroglifleri de birer işaret olarak algılıyorlardı. Onlar daha çok minyatürlerimle ilgileniyorlar ve resimlerim arasında bu işaretlere benzer şekiller arıyorlardı. BC üyeleri ise hep şiirlerimle ilgileniyor ve beyitlerin arasındaki anlamlardan şifre çözmeye çalışıyorlardı. Ellerine düştüğüm insanların ilgilerine göre ben onların Cemiyet üyesi mi, yoksa ihtiras kurbanı hazine avcıları mı olduklarını anlayabüiyordum. Acı olan, bütün bu arenada kimsenin beni ben olduğum için önemsemeyi-şiydi. BC beni hapsedip korumak ve yedi yılda bir toplanıp hakkımda kararlar almak; hazine avcıları da beni korunmaktan kurtarıp yedi dakika geçmeden dağıtmak istiyorlardı. Her iki grup da bana ait olmayan dünyaların insanlarıydı ve yabancısı olduğum bu çevrede gitgide zamanı unutuyor, Leylâ'yı arama azmimi yitiriyor, şiirin leziz bahçelerinden uzaklaşıyordum. Bir gün Leylâ kendiliğinden çıkıp gelirse belki ona,

Ger ben ben isem nesin sen ey yar Ver sen sen isen neyim ben-i zâr

diyecek durumdaydım artık. Efendim Fuzulî çölde Leylâ ile karşılaşan Kays'ı anlatırken sanki şimdiki benim halimi tasvir ediyor, o zamana ait Mecnûn'un çöllerde geçen yılları ile benim çağdaş bir çılgınlığa uzanan yolumu aydınlatıyordu. Leylâ'dan geçme ve varolma faslındaydım. Efendim'in öyküsündeki Mecnûn ile aramda bir fark kalmamış, ayrılık gayrdık aradan kalkmıştı, içimde hep bir umut taşımaktan asla vazgeçmedim. Leylâ'm Dicle yamaçlarının hüzünlü kızı, Leylâ'm Efendim Fuzulî'nin öyküsündeki kara bahtlı çöl güzeli, Leylâ'm

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 6 1

Rukâl idi. Hangisi diğerinden baskındı, hangisinin aşkını diğerine tercih edebilemeyeceğimin karabasanlarındaydım. Yine de umudumu yitirmemiştim. Rüyalar ve hayaller benimdi, dizelerim arasında bunlardan sayısız ilham devşirebilirdim. İşte öyle umutla hayal kurduğum gecelerimden birinin sabahında, beni okuması ve gizemlerimden haber vermesi için birini daha getirdiler yanıma. Kanun Koyucu'nun ölümünden on yıl kadar sonraydı. Sokollu Mehmed Paşa'nın payitahtta ve ülkenin her yanında Sokollularla Sokollu taraftarlarından oluşan bir şebeke kurduğu ve her yanda devşirme siyaseti güttüğü zamanlardı. Üsküdar'da Sokollu'nun kethüdası Hüsrev Paşa'nın kona-ğındaydık. Sonra o girdi içeriye: Feridun Bey. Dost bir yüzü vardı. Münşeat yazıyormuş. Rüstem'den olma ve Mihri-mah'tan doğma Ayşe sultan ile yeni evlenmiş. Aşktan, sevgiden anladığı her halinden belli idi. Beni eline alır almaz kalbinin heyecanla çarptığını hissedebildim. Çünkü ilk baktığı, parmak uçlarıyla yokladığı ve sonra da koklamayı akıl ettiği şakayık deseni idi. Hani Dicle kıyısında bıraktığım Leylâ'nın kömür karasıyla yazdığı adımın üzerine Rukâl'in kanıyla çizilen şakayık resmi... Hani benim en kıymetli hazinem!... Evet, bu adam aşkı biliyordu.

Sayfalarım arasında hızla ilerliyor, gözlerinin ucuyla okuyor, belki okumaktan öte ezbere bildiği bir şeyi arıyormuş gibi bir tavrı vardı. Anladım ki Anadolu diyarında ve Dersaadet'te kopyalarım gitgide yaygınlaşıyor, öykümü bir okuyan bir daha okumak istiyordu. Oruç günlerinin karlı gecelerinde köy odalarında, konaklarda, kahvehanelerde toplanan insanlar benim öykümü dinleyerek bir yandan ağlaşıyor, bir yandan da Efendim'in beyitlerinden çocuklarına ahlâk giysileri biçiyor, terbiye gömlekleri giydiriyorlardı. Ben onların tam da gönüllerine sesleniyordum. Hem de bir gönül medeniyetinin zenginliğiyle sesleniyordum.

162

I L&M

Feridun Bey, sayfalarımı hızlı hızlı çevirirken bir gönül tecrübesinin kazanımlarıyla hareket ediyor, neyi arayacağını bildiği gibi ne bulduğunun da ayırdında oluyordu. Nihayet ayrı bir heyecan ile okudu:

Billah nedür âne aşka mefhûm Bu sırr-ı nihânı eyle malûm

Evet bu beyti doğru seçmişti. Efendim Fuzulî, Süryani kütüphanecinin kendisine emanet ettiği sırrın bir şifresini de bu beytin numarasına vermişti: 688. "Sırr-ı nihân" tamlamasıydı dikkatini çeken Feridun Bey'in. Aşkın bir gizli sır olduğunun altını çizmek gerektiğinin farkındaydı. Efendim Fuzulî'nin divanını da okumuştu besbelli. Onun neyi nasıl söyleyeceğini, yahut niçin söyleyeceğini biliyor gibiydi. Gerçekten de bir okuyucu, sevdiği şairin bütün dizelerini okuduğu zaman onun nasıl düşüneceğini de bilebiliyordu. Bunu Feridun Bey'in, kendisini dikkatle dinleyen BC üyelerine yaptığı açıklamalardan anladım. Efendim Fuzulî'nin aşk konusunda düşündüklerini isabetle biliyor ve diyordu ki:

"Üstad Fuzulî'ye göre âşık bir pervanedir; nasıl pervane ateşi görünce kendini o ateşte yakmak isterse, âşık da kendini aşka atıp öylece yanmalıdır."

Burada önemli olan sevgili değil, bizzat aşkın kendisidir. Onun aşk ile olan bağı, şiiri süsleyen ve güzelleştiren bir konu olmasıyla değil, bilakis varlığının anlamını seyrettiği bir ayna olmasıyla pekişir. Bir ışık, bir renk, bir heyecandır onda aşkın anlamı ve hayatı yaşanılır kılmak ancak aşk ile mümkündür. Ona göre bir aşka, ancak aşk olduğu için âşık olunabilir; gerisi kuru laftan ve asılsız görüntüden ibarettir. Sevgilinin kimliği, ister sufiler gibi Tanrısal, ister ozanlar gibi tensel olsun, değeri yoktur onun için. Kendi aşkı için kendi soyut sevgilisini de zihninde yaratır o ve ona aşk deseninden ruh biçer, güzellik

babil'de ölüm istanbul'da aşk[163

kumaşından giysi diker. Güzel öyle güzelleşir ki onun dizelerinde, her âşık orada kendi sevdiği güzeli bulur, kendi aşk serüveninin acılarını, ayrılıklarını, hasretlerini hisseder. O, aşkın acı ve ıstırabını anlatır durmadan. Ayrılık, dert ve üzüntüyü arar her dizesinde; kavuşmayı, neşeyi ve mutluluğu istemez, basit görür onları. Acı çekmekle olgunlaşacağına, yüceleceğine inanır insanın ve kendisi de acı çekmekte özge bir zevk bulur. Hamuru aşk ile yoğrulmuş birisi için bu pek de zor olmasa gerek. Aşk için geldiği dünyada yine aşk ile hüküm sürmek...

Der ki o, "Tanrı, büyük ve sonsuz gücüyle balçıktan, yanakları gelinciğe, göğüsleri beyaz güle benzeyen güzeller yarattı. Bu güzelliğin değerlendirilip sevilmesi için de âşıkların gönüllerine aşk ateşini yerleştirdi. Tanrı bu gönülleri üzüp can yakmayı da sever. Yarattığı âşıklara, güzellerin kahırlarına da katlanma gücü verir. Güzeli ve güzel seven gönülleri yaratmış olduğuna göre yüce Tanrı'nın âşıklara günah yazmasına ve onları (dünyada) cehennem ateşine atmasına şaşmamak gerek." Fuzulî'nin öngördüğü bu süreç bir kulluk sınavıdır âdeta; âşık orada başarılı olursa aşk cehenneminden vuslat cennetine geçebilir. Ne ki, cennete girmek için önce ateşte yanarak temizlenmek gerekir. Aşk öyle bir ateştir ki, ruhları bin türlü kirinden arıtır. Ona göre aşk ateşi yaktıkça âşıka itibar kazandırır ve rütbesini arttırır. Aşk işinde başarılı olmak, sevgilinin iltifatını ve aşkını kazanmak için, bu yanışın derinlikli olması gerekir. Ne kadar çok ya-narsa âşık, o kadar pişer bu meydanda. Çünkü bütün dertlerin çaresi aşktır, ötesi büyük bir boşluk...

Yine der ki: "Bendeki aşk yeteneği Mecnûn'dan daha fazladır. Oysa âşık diye onun adı çıkmış bir kere."Bütün zamanların aşkları birbirine benzer şüphesiz ve bütün zamanlarda âşıklar birbirlerinden devralırlar bayrağı. Âdem'le Havva'dan kalan kurallar geçerlidir hâlâ bu yarışmada ve Ferhadlar, Keremler, Va-mıklar, Salamanlar, Romeoların adı yazılı olan şeref listesinin

164

en başında kendi adının bulunmasını isteyendir o. Bir ömrü bu ideal uğruna yaşamak kaç kula nasip olur dersiniz efendiler?!., işte bu yüzden Fuzulî gerçek aşkın âşıkıdır. "Dünya halkına bir şiir sofrası açtım." der bir şiirinde ve devam eder. "O sofrada her türlü nimetlerin çeşit çeşit zevkleri vardır. Bana gelen misafir ister Türk, ister Arap, ister Acem olsun, asla mahcup olmam. Çünkü sofram o derece tamamdır. Kim isterse gelsin ve ne isterse yesin; bu nimet eksilmez." Mezopotamya toprağına, Babilli bilgelere yakışan bir cömertlik, Arşiya Akeldan adına bir âlicenaplık ve üst üste sayısız medeniyetin birikiminden ilham alan bir yüksek kültür sofrasıdır onunki. Şiire yansıdığı zaman bütün bir şark şiirinin en rafine sözlerini aktarır ve bütün o sözler aşkta düğümlenir, "llimsiz şiir, temeli olmayan duvar gibidir." der o, "Ve temelsiz duvar asla sağlam sayılmaz, erken yıkılır." diye sürdürür sözünü. Bunun için bilimlerin pek çoğunu uzmanlık derecesinde öğrenmişti zaten. Mantık, hendese, astronomi, tıp gibi pozitif bilimler ile tefsir, hadis, kelam, fıkıh gibi dinî bilimler bunlardandır. Yine de aşkı ilimden üstün tutar ve gönlü akla tercih eder.

Belki dostlarım, belki hiçbir Türk şairi, aşkı onun kadar samimiyet, coşku, heyecan, duyarlılık ve içten anlatamamıştır. Aşkı yalnızca tensel zevk olma kılığından çıkarıp bütün soyut düşüncelerini içine yükleyerek ilahî bir zirveye doğru yükseltmesi ve onu âdeta bütün insanlığın kabul edeceği estetik boyutta ifadelendirmesi, Platon'un asırlarca evvel yoğurduğu bir güzellik postulatını kendi zamanının düşüncesine göre somut -laştırarak sunması elbette onun adını gökkubbeye kazımaya yetecektir.

Feridun Bey'in heyecanla sürdürdüğü bu sözleri herkes dikkatle dinliyor ve benim kadar Efendim Fuzulî'ye de kutsallık yakıştıracak övgüleri birbirlerine tekrar ediyorlardı. Neredeyse BC adına, Efendim Fuzulî'nin, Akeldan gibi bir bilge kişi olduğunu

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 6 5

dile getireceklerdi. Bunu beni ellerinde tutarken daha saygılı olmaya başlamalarından arılayabiliyordum.

Feridun Bey'in o gece bütün beyitlerimi okumasını, bütün sırlarımı keşfetmesini, bütün hazinemi ortaya dökmesini istiyordum sanki. Aşk üzerine şiirli sohbetleri ne kadar özlediğimi anlamakla birlikte nice zamandır şairlerden uzaklarda tutulduğumun da farkına vardım. Beni aşkın yağmur olup yağdığı, zamanın aşka kurulduğu, aşkın zekat olarak verildiği coğrafyalara götürsünler istiyordum. Aşk ile yoğrulmak, aşktan yorulmak istiyordum. Ayinini tamamladıktan sonra bitkin düşen bir aşk dervişi olmak istiyordum; ve bütün ayinlerim aşk dairesinde dönmekten ibaret olsun istiyordum. Leylâ'nın hasreti, hicranı, firkati içimi yaksın, yaksın ve ânımın kıvılcımlarından gökler tutuşsun istiyordum. Efendim Fuzulî böyle diyordu zaten, içimdeki aşk ateşim söndürmeye gözümden su serpeyim istiyordum. Ama yangınım çok büyümüştü, gözyaşlarını söndürmeye yetmiyor, bilakis alevlerini çoğaltıyordu. Alevler çoğaldıkça gözlerim daha çok yaş döküyor, daha çok su serpilince alevler daha da büyüyor ve bu kısır döngü ile hem su, hem de ateş aşkımın içinde büyüyorlardı. Gün gelecek gözyaşlarını beni boğacak diye düşünüyordum. Bir mum gibiydim. Başımda sevda ateşi, gözlerimde yaş ve bedenim durmadan eriyor, can ipliğim durmadan yanıyordu. Gözyaşlarını içinde boğulmaya ramak kalmıştı. Feridun Bey ile karşılaştığım gece aşka ve Leylâ'ya ne kadar hasret olduğumu anladım. Zavallı Feridun Bey, ne iyi bir sahip olurdu bana... Aşkı söyleşip ağlaşırdık. Belli ki o da gizli bir aşkın sarmaşığına yakalanmış, çınar gibi bedeni içten içe hasar görmeye başlamıştı. Hatta beni bırakıp gitmeden aşka dair fikirlerini son cümlesine kadar öğrendiğim gecenin sabahında, gözleri balıklar tarafından oyulmuş çıplak cesedini Zindankapısı yakınında sahile vurmuş olarak bulanlar onun, sevdiği Cibalili Rum dilberine aşkını ispat için önce

166

bağrını hançerle çizdiği, sonra da yatağanını karnına saplayarak kendini Halic'in sularına bıraktığı, üstelik Rum kızının asla onu kurtarmak için kılını kıpırdatmadığı masalını bile uydurdular. Ben, işin aslını BC'nin diğer üyeleri konuşurken duydum; Babil'in altın ilah heykellerini isteyen hırsızlar o gece yolunu kesip önce bir han odasına götürmüşler, işkence tahtasına çırılçıplak oturtup bütün bildiklerini söylettikten sonra bir yatağan ile karnını deşmişler ve horozlar öterken cesedini Halic'in sularına bırakıvermişlerdi.

Bütün bu entrikalar, cinayetler ve harcanmış ömürlerden sonra ruhumun aşkı neredeyse unuttuğunu, hatta şiddete alışmaya başladığını görüyordum ve bu beni çok huzursuz ediyordu. İşte bu yüzden şimdi Akdeniz'e açılan ticaret bandıralı bu korsan gemisinde rutubetten kabarmaya ve ağrımaya yüz tutan bedenim, güverteye çarparak yaralanan alnım, bütün yırtıcılığını ve oburluğunu sergilemek üzere savunmasız ayaklarıma, kollarıma ve giysilerime hücum eden fare kolonisinin etimi koparırken verdikleri acılar arasmda düşünüyorum da, dilimden anlamayan gurbet ellerde başıma ne gelir diye hiç düşünmüyor, hatta tebdil-i mekanda ferahlık vardır diye kendimi teselli ediyorum. Üstelik şimdi İstanbul'dan ayrılmak, vaktiyle Leylâ'nın obasından kaçıp sahralara sığındığım zamanki duygularımı tazeledi. Hatıraları unutmak olanaksızsa hatıralarda unutulmak kader olur. Ben bu kaderi bir kez yaşamıştım ve o zaman Leylâ'dan somut bir hatıram bile yoktu. Oysa Rukâl bana dünya durdukça kıymeti artacak bir armağan bırakmıştı ölüme giderken. Kanayan parmağının al kanlarıyla, ebedî bir nakış olarak yanağıma çizdiği ve sonra da öptüğü o şakayık resmini az şey mi sanıyorsunuz benim için? Ona hazineleri değişmem. Dicle yamaçlarında bıraktığım Leylâ'mın dudaklarının değdiği ve gözyaşlarının yıkadığı o kömür lekesinin üzerinde açan bu çiçeği hazinelere değişmem... Onu bana Leylâ

babil'dc ölüm istanbul'da aşk[167

vermişti, şimdi ancak Leylâ'yı veren alabilirdi. Bu şakayık bana hayat veriyor, güzellik veriyor, aşk veriyordu. Anladım ki sevdiklerim beni hep aynı şekilde ve yanağımın tam üzerinden öpeceklerdi. Anladım ki dudak izleri hep üst üste gelecek ve ben o buruk tuz tadını dâima hissedecektim.

Rukâl'den ayrı geçen bunca yıllar boyunca, İstanbul'da hayatı buğulandıran yağmurlar, fırtınalara teslim olan kışlar ve hüzünle nemlenen baharlar, benim şakayıkıma bir buse gibi dokundukça ortadaki siyah "h"nin mürekkebi yayılarak hem halkanın içini tamamlamış, hem dışına doğru taşarak kan rengi yapraklarda lif lif çizgicikler oluşturarak şakayıkın boynunu bükmüş, aşkımın azabını gerçek yüzüyle resmetmişti. Bu değişimden anladım ki Rukâl de beni çok sevmişti, belki Leylâ gibi sevmişti, Leylâ olup sevmişti, öykümü okuduğu gecelerde sık sık gözyaşlarının bağrıma döküldüğünü hatırladıkça bu şüphem yerini hakikatli duygulara bırakır.

Şakayık ki dağların lâlesidir, bağrında kocaman bir dağ vardır. O dağ ki dağlama yarasının yanığından, yahut bahar yağmurlarının ışığındandır, bağrımda benim ebediyyen yanacaktır. O yanış ki Rukâl'in ceviz gövdesinde bana sarılarak uyuduğu gecede bir çiğ tanesi idi ve o gece ulu ceviz ağacına isabet eden yıldırımlardan birisi, dallarda zikzaklar yapa yapa inmiş ve Rukâl'in gözünden al yanağı üzerine, oradan da gelincik tomurcuğuna damlayan o çiğ taneciğini yakmış, sonsuza dek bağrı yanık bırakmıştı. Ne Yunan mitolojisindeki Narkisos'un (Narsis) yıldırımla cezalandırılan aşkı, ne de Doğu mitolojisindeki lâlenin bağrında bekleyen çiğ tanesine düşen yıldırımın sevdası, böylesine narin bir yaprağı, üzerindeki çiğ tanesiyle birlikte dondurabilirdi. Rukâl'in alnıma çizdiği şakayık, tıpkı al bir kömür külçesi gibi dondurup üzerine kara bir ben gibi kondurduğu yanağının ta kendisiydi.

Ve ben, Efendim Fuzulî'nin kölesi Kays, bağrımdaki bu gelincik tasvirine her bakışta talihsiz Rukâl'in al yanağındaki benini

168 um

yeniden öpüyor olacağım. Rukâl, seni ne kadar çok sevmiştim, seni ne kadar Leylâ diye sevmiştim, Rukâl, bilsen ah!.. Rukâl, güzelliğini ne kadar övsem, o kadar gerçeği söylemiş olurum!., inan bana Kafkasların şakayığı!.. Sen benim Dicle'de bıraktığım sevgilimdin. Dudakların dudaklarına karıştı onun.

Rukâl, gelin olamadığından mı nedir, gelinciği çok severdi ve şimdi ben varoldukça, bu gelincik tasvirinde benimle birlikte hep varolacak. Dudağının değdiği yerde kalbim çarpıyor Rukâl... Kafkasların şakayığı!..

Dost bî-pervâ, felek bt-rahm, devrân bt-sükûn Derd çok, hem-derdyok, düşman kavt, tâli'zebûn

Fuzulî

Dost pervasız, felek acımasız, zamanın da dur durağı yok... Dert çok, dert ortağı yok, düşman kuvvetli, talih düşkün...

XVI

Bu, Vatikan'da Adımın Değiştiği ve İmdadıma Bininci Yılın Yetiştiğidir

Yılları saymaktan bıkıp usandım artık. Çok yorgunum. Denizde geçen o onaltı nem ve barut kokulu günün sarsıcı macerası, hatıralarımın uzak bir yerinde, buğulu günlerle sarıp sarmalanıyor gitgide. Eğer şimdi anlatmazsam ne Girit ile Malta arasında Ceneviz korsanlarının gülleleriyle kalıbımın bozulduğunu ve ne de Mora açıklarında kaptan-ı derya Koca Murat Re-is'in karakol kadırgalarından kaçırılmak için sıkıştırıldığını kemere çivilerinin acısını bir daha hatırlayamayacağım. Bazen sancakları değiştirip bazen fenerleri söndürerek yapılan lodos seyrinde, kaçırıldığım kalyona isabet eden güllelerin gümbür-tüsüyle titreyen denizcilerin çılgın ölümlerini bile unutacağım neredeyse.

Gerçekten zor günlerdi benim için. Yıpranmışhğın, dışlanmışlığın, pörsümüşlüğün çöküntüsü içinde çırpmıyordum.

1 7 O um

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 7 1

Sintinedeki su ayaklarıma değecek seviyeye ulaştığında farelerin hücumlarından kurtuluyor ama elbisemin dikişlerini çürüten, yazılarımın estetiğini bozan, daha da önemlisi Leylâ'nın dudak izleriyle al şakayık ve başlığımı bozan nem ile baş edemiyordum.

Deniz yolculuğumun, şenlikler, lüks ve entrikalar ülkesi sayılan Venedik'te son bulacağını sanırken villalar, heykeller ve papazlar ülkesi Roma'ya yönelmemiz Dalmaçya kıyılarında yıllardır süregelen savaşlardan dolayı idi. Kaptan, Akdeniz'de atlattığı tehlikelerin bir benzerini daha yaşamayı ve hele de Veglio adası ile Segna Limanı açıklarını aşabileceğini hiç düşünmek bile istemedi. Bosna muhafızı Telli Hasan Paşa'nın askerleriyle Koca Murat Reis'in leventlerinin buraları aldığını ve gemileri kontrol ettiklerini biliyordu. Ragusa açıklarında serdümene, herkesi şaşırtacak bir karar ile "Sekiz derece sancak!" komutunu vermesi bu yüzdendi. Üç gece sonra Ancona'daydık. Oradan muhafızlar ve askerler eşliğinde Vatikan'a gitmemiz iki gün sürdü.

Gerçek bir köle olduğumun bilinene işte burada vardım. Efendim Fuzulî'nin muhteşem kölesi değildim artık. Belki esir pazarlarında karanlık yüzlerin alıp sattığı zavallı bir köleydim. Burada hiçbir yer ve hiçbir şey benim alıştığım hayata benzemiyor. Osmanlı topraklarında yaşadıklarım bir rüya gibi gelmeye başladı gözüme. Salonları, zindanları ve keşişleriyle ünlü Vatikan bambaşka bir iklim gibi eritiyor hayatı. Rafaello'nun resimleriyle süslü salonlarda beni dinleyecek kimsecikler yok. Buradaki günlerimin susmak ve dinlemekle geçeceğine karar verdim ve herkesi, her şeyi dinledim, insanları dudaklarından değil kalplerinden duyuyor ve anlıyordum. Onların gerçek kimlikleriyle gerçek düşüncelerine tanıklık etmek hoşuma gidiyordu. Tanıklık bilmek demekti. Kalplerde olanları bilmek ise ağır bir yük... Çünkü bilgi öldürücü savaş silahları kadar tahripkâr olabiliyordu bazen. Mavera ile göbek bağı bulunanların dışında bilgiyi hazmedebilen çıkmıyordu, insanlar hep güçten

yana tavır koyarken kalplerindekini daima saklıyorlardı. Tanıklık etmeye başladıktan sonra bilinmezleri bilmek, çözülmezleri çözmek ve aşılmazları aşmak için onca azgın çabalamanın içinde hep kendilerinden farklı biri olarak yaşamanın ağır yükünü onlardan almış gibiydim. Tanıyor, biliyor ve susuyordum. Kazananların kaybettiğini, yok edenlerin yok olduğunu, doğanların öldüğünü görerek susuyordum. Efendim Fuzulî'nin sözlerinin haklı çıktığını, bilginin bir dedikodu kıskacı olduğunu, her ne var ise aşkta varolduğunu, zihnin önünde kalbin durduğunu, gönlün akla galip geldiğini tanıklık ederken daha iyi görebiliyor, anlıyor ve yine susuyordum. Israrla susuyordum. Yüreklerin Allah'ın elinde olduğunu bilerek susuyordum.

Yüksek pencerelerinden San Pietro bazilikası ile basamak basamak uzanan bahçelerin göründüğü bir sarayda yaşadık uzun zaman. Burası ispanya Habsburg-larının haki-miyetinde bir kilise devleti olan Ro-ma'nın kalbi sayılıyor ve her yanda Rönesans izleri ile Michelan-gelo'nun sanatı ve Machiavel-

li'nin kültürü görülüyor. Katolik kilisesinin başında bulunan Papa'nın, kaynağını Hıristiyanlıktan alan iki önemli özelliği var; en yüce yargı makamında bulunmak ve din konularında yanılmaz olmak. Papa'nın üstünlüğü ve yanılmazlığı

1 7 2 l*m

babil'de ölüm istanbul'da a j k I 1 73

ilkesi protestanlara karşı da bu devleti güçlü kılıyor. Yir.mi yıl evvel başlayan mali kriz Cenova ve Venedik cumhuriyetleri ile Napoli ve Sicilya krallıklarını şiddetle sarstığı halde burada Osmanlı gümüşünün değer kaybı ancak yüzde yirmiler, altında da yüzde onlar civarında kalmıştı. Vatikan'ın bir badem yaprağı kadar ince ve bir şebnem tanesi kadar hafif olan sikkeleri diğer devletlerin dana gözünü andıran gümüş paralarıyla eşit değerdeydi ve yedi sikke bir Osmanlı akçesine denkti.

Papa IV Julius'un huzuruna getirildiğimde yolculuğumu tamamladığım sandıktan ikindi güneşinin ışıklarıyla parlayan rengarenk süslemeli bir salonun ortasında uzanan masa üzerine ilk çıkartılan ben oldum. Yasef Levi'nin kardeşi ve kalyonun kaptanı büyük bir titizlikle sandıktaki eşyaları birer birer dizdiler masanın üzerine. Kardinal heyetine bizi sırayla tanıtıyorlardı. Gümüş yemek takımları ve murassa silahlardan sonra sıra kırtas ve yazılı hazinelere gelmişti. Kardinaller burada bilim dilinin Latince olmasını gelenekselleştirdikleri için olsa gerek ilk önce Latince tıp ve eczacılık kitapları dolaştı elden ele. insanların toprakla beraber alınıp satıldığı bir ülkeydi bu-, rası ve bilim yalnızca papazların tekelindeydi. Katedrallerin dehlizlerinden geçilen atölyelerinde kitapları kopyalayan, çoğaltan ve yazanlar yalnızca din adamlarıydı. Burada düşünmek ve yazmak, dini tam bilmeyen halka bırakılamayacak kadar yüksek bir ayrıcalık sayılıyordu. Kilisenin gücü ve haçlı ruhunun sonucu olan bu tutum, tıpkı Osmanlı ülkesinde olduğu gibi sanatçılara değer verilmesini öngörüyordu. Sultanlarının sanatçıları ve şairleri gibi burada da ressamlar ve hey-keltraşlar korunuyordu. Papalar saraylarına çağırdıkları iç mimar, ressam ve heykeltraşlar ile övünüyor, onların çokluğu ile tarihe geçmek istiyorlardı.

Yasef Levi ile kaptan, getirdikleri bunca kitap ve avani için resmi bir tören ile kutsanarak ödüllendirildiler. Ardından papanın önünde diz çökerek omuzlarına birer imtiyaz

nişanı takıldı. Vatikan muhasebecisinden alınmak üzere de ellişer kese altın hediye edilip salondan çıkarıldılar. Kaptan, Pa-pa'nın asasını öptükten sonra geniş salonun kapısına doğru yürürken zihninden alacağı altınların hesabını yapıyor, gözleriyle de salonun tavanlarıyla duvarlarını renklendiren tablolara bakıyordu. Bunlar Boticelli ve Michelangelo'nun desenleriydi. Salonun büyük kapısı zırhlı muhafızlar tarafından kapatıhn-k ca Papa ve kardinaller masanın başına toplanıp kaderdaşlarımın

i ciltlerini, resimlerini, kâğıtlarını tek tek incelemeye koyuldular.

Dıştan bakıldığında bunların kalın kalın ciltler içinde saklı olan konularla değil de sanki kâğıtlar ve resimlerle ilgilendikleri sanı-labilirdi. Bir tek Papa kitaplara düşkün biri gibi davranıyor ve hemen her kitabın ne olduğunu öğrenmeye gayret ediyordu. Birkaç saat Latince kitapları inceleyip konuştular. Bana henüz kimse el sürmemişti. Gün batarken bütün kardinaller salonun doğu cephesindeki altın haçın önüne toplanıp diz çökerek koro halinde mırıldanmaya başladılar. Sesleri gittikçe yükseliyordu. Avuçların yüzler hizasında birleştirilerek dua edildiğini ilk defa burada gördüm. Neden sonra çan sesleri her yanı kaplamıştı ve yalnızca sarayın değil, kentin bütün evlerindeki ve kiliselerinde-ki pencerelerden insanların üzerine alacakaranlığı dolduruyor-du. Meğer üç ay önce Papa, çanların günde üç nöbet çalınmasını emretmiş. Adına da "Türk çanı" diyorlar. Dalmaçya kıyılarında korsanlık yaparak Osmanlı gemilerine saldıran Uscochiler devamlı mağlup olmaktan bıkıp da Papa'dan buna bir çare düşünmesini istediklerinde böyle bir çare düşünülmüş ve Adriya-tik'e kıyısı bulunan Hıristiyan ülkelerin kiliselerinde, çanlar eşliğinde bütün katolikler Tanrı'nın Türkleri mağlup etmesi için günde üç öğün böyle yakarmaya başlamışlardı.

O gece Papa'nın incelediği son kitap ben oldum. Dilimden anlamıyordu ama hem yazıma, hem de minyatürlerime hayran kaldığını bakışlarından ve kalbinin vuruşlarından anlaya-biliyordum. Lirik bir şiir kitabı olduğumu, bir aşkı anlattığımı

174

biliyordu. Gençlik yıllarında, henüz kiliseye kapılanmadan âşık olduğu Toscanalı kızı hatırlayarak beni okuyabiliyor olmayı istediğine tanıklık ettiğimi bilse utanırdı elbette. Kalbinden geçenlerin titrek hüznü beni de heyecanlandırıyordu. Floransa bahçelerinde görmüştü onu ilk kez ve yüzlerce kez. Ama ve bir kez olsun konuşamamış, sevgisini açıklayamamıştı. Belki o zaman bunu yapabilseydi şimdi burada bir papa değil, babasının dülger atölyesinde ağaç yontan bir adam olacaktı, ama hayatın geri kalan zevklerini ıskalamadan yaşamış olacaktı. Belki onun sarı saçlarını avucuna alıp koklayacak, ona bir çocuk verdiği gün alnından öpecek, her akşam evine giderken ona bir şeyler alacak, eli boş olduğu gün bile yüreği dolu olacaktı. İlk gördüğü gün kalbine ılık bir şeylerin aktığını hissettiği o mavi gözler bir gün olsun hayalinden çıkmamıştı. Aradan uzun bir ömür geçtiği halde ruhunun bir kadın ile arasında bölünmüş parçasının birleşeceğini umutsuzca bekleyip durduğu kalp atışlarından belli oluyordu. Aşk bizzat ruhunda oluşan bir şeydi ve yıllar geçerken ne azalmış, ne artmıştı. Bunca yıl merak, hep merak ettiği şey de Toscanalı kızın da kendisini sevip sevmediğiydi. Acaba bir kerecik olsun o da kendisini böyle düşünmüş olabilir miydi? Eğer düşündüyse -ki buna inanıyordu- Kutsal Meryem'in cennetteki evinde onunla buluşacaklarını biliyordu. Sık sık sevgi üzerine vaaz verişi biraz da bu inancını diri tutmak içindi. "Sevgi, ruhların çeşitli yaratıklar arasında bölünmüş parçalarının birleştirilmesidir." diyordu, mıknatısların aksine aşk işinde benzerlerin birbirini çektiğini ve karşıtların birbirini ittiğini, bunun ruhlar arasında da olduğunu söylüyordu. Ona göre, aralarında doğal nitelikler bakımından bir uyuşma veya benzeşme olmayan iki kişinin birbirlerini sevmeleri mümkün olamazdı ve benzeşmelerin çokluğu oranında sevgi ve aşk da çoğalırdı. Şimdi kendisi onu düşünüyorsa, onun da kendisini düşündüğü bir zaman elbette var demekti.

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 7 5

Papa, ellerini tıpkı Rukâl'in ceviz ağacına saklandığı yağmurlu gecede yaptığı gibi cildimin şemsesi üzerinde birleştirerek sevdiği ilk ve son kadının şimdiki görünümünü hayal etmeye çalışırken uykuya mağlup oldu. Ertesi gün, hizmetlerini gören genç papaza, ilk iş olarak benim dilimden anlayacak bir tercüman çağırtmasını söylemek oldu. Öğleye doğru altmış yaşlarında, belinde divit ve elinde kâğıtlar ile bir papaz girdi huzura. Küçük bir çocuk iken denizci olan babasıyla birlikte Malta'ya gittiği bir seferde Barbaros Hızır Hayreddin Reis'in gemileriyle giriştikleri bir çatışmada esir alınıp Osmanlı ülkesine götürülmüş Antonio adlı bir Venedikli'ydi bu. istanbul'da Sultan Bayezid'in sarayına hediye olarak sunulmuş, zekâsıyla çevresindekileri etkileyince de sarayın kolej eğitimi veren Enderun mektebine verilmişti. Birkaç yıl sonra Antonio, Orhan adıyla önce çeviri hizmeti veren diloğlanları arasında bulunmuş, otuz yaşlarına geldiğinde de saraydan çıkıp Galata'da tıp öğrenmeye başlamış, ihtisas için Malta'ya Ceneviz mektebine gittiği günlerde de önemli tıp kaynaklarının Vatikan kütüphanesinde olduğunu duyup buraya gelmiş ve beline zünnar bağlayıp eski dinine dönerek kilisenin hizmetine girmişti. Papalıkta Osmanlı ülkesiyle ilgili araştırmaları o yönlendiriyor, Osmanlı kitaplığının sorumlusu olarak görev yapıyor ve Sultan Murad efendimizin Venedik asıllı eşi Safiye Sultan'm büyük büyük dayısı olduğunu iddia ediyordu.

Antonio beni eski bir dosta rastlamış gibi sıcak karşıladı. Meğer Enderun'da Lala Hasan Ağa onlara L&M'in öyküsünü sık sık anlatır, o da kendisine bir Leylâ bulamamanın burukluğu ile hayaller kurarmış.

"Saygı değer Papa Hazretleri!" diye başladı sözlerine, saygıyla eğdiği başını kaldırmadan ve devam etti "Bu kitap Romeo ve Juliet'e benzeyen bir aşkı anlatır. Üzerinde Kitâb-ı Leylâ vü Mecnûn yazıyor. Yani ki Laila & Mad diyebiliriz buna!" cümlesini de eklemeyi unutmadı ilk sayfamı parmağıyla göstererek.

176 l.m

"Doğu milletlerinde genç yaşlı, kadın erkek herkes bu öyküyü bilir. Pek çok şair bu öyküyü her dilde tekrar tekrar yazmışlardır. Bu nüsha Bağdatlı Fuzulî'nin kaleminden çıkma. Üzerinde de bizzat Türk sultanı Murad'ın kütüphanesine ait saray mührü var. Nasıl oradan çıkıp size ulaştı bilemiyorum ama çok kıymetli bir yazısı ile muhteşem minyatürleri var."

"Biraz oku bana Antonio!" dedi Papa Julius. Antonio, henüz çocuk iken Leylâ ile birbirimizi sevmeye başladığımız okul günlerimizi anlatan bazı beyitlerimden özetleyerek okumaya başladı. Minyatürlere geldikçe papaya göstererek iki saat kadar öykümü konuştular ve bana pek acıdılar. Papayı en fazla etkileyen de çölde Leylâ ile karşılaştığım zaman onu kendi iç dünyamda yaşıyor bulmam olmuştu. Ne de olsa bu içselliğe pek de yabancı sayılmazdı papa hazretleri. O, insanın aradığı şeyi en sonunda yine kendi içinde bulmasını önemsiyor, vaazlarında bunu sık sık anlatıyor, sevgiye önem verilmesi gerektiğini söylüyordu.

"Signorelli'nin tabloları kadar güzelmiş Fuzulî'nin şiiri!" dedi Papa Julius biraz dinledikten sonra ve "Duyduklarımı söyleyebilecek pek az şairimiz var bizim." şeklinde sürdürdü sözlerini. Bu sırada elini havada elipsler çizer gibi sallayıp gözlerini kısarak bir hayıflanmayı da ifade edivermişti. Pencereden giren güneşin son ışıkları da salonun duvarlarında erirken uzaklarda, çok uzaklarda kalmış bir ülkeyi anar gibi sürdürdü sözlerini: "Doğu milletleri duygularını ses ile, biz ise renk ile daha iyi anlatıyoruz galiba. Bu kitabı iyi koruyunuz ve içindeki minyatürleri incelemeleri için resim atölyemizdeki üstadlara birer birer gösteriniz."

Papanın özel kütüphanesine "Layla & Crazy" adıyla kaydo-lunmuştum. Oysa ki "Laila and Mad" diye yazmaları gerekirdi. En azından ben böyle olmasını isterdim. Crazy "deli" demekti. Oysa ben deliliğe çılgınlığı tercih ederdim. Mad sözcüğü aklını yitiren bir âşıkı daha iyi tanımlayabiliyordu çünkü.

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 77

Hekim Antonio bana yeterince değer veriyor, bağrımdaki acıları giderecek tedaviler yaptırıyor, kılık kıyafetime ve estetik görüntüme özen göstererek zaman zaman da benimle konuşuyor, geçmiş hayatının belli karelerini beyitlerim arasında hatırlayıp yeniden yaşıyordu. Yeni efendim o idi. Beş yıl kadar bir köle gibi her götürdüğü yere gittim, her seferinde hizmetine koştum. Bu arada Osmanlı ülkesinde neler oluyordu, bilmiyordum. Bildiğim, Rukâl'in hatıralarının her defasında biraz daha hafızamdan silindiği ve Leylâ'mın bütün aşk ihtişamıyla ruhumu eritmeye başladığıydı. Vaktiyle Rukâl'e Leylâ diye sarılmıştım, şimdi Leylâ Rukâl'in berrak çehresiyle gülümsüyordu bana. Yalnızlık, hele de dil bilmez gurbetlerde yalnızlık ne kötüydü. Leylâ Rukâl miydi, yoksa Dicle yamaçlarında elinin kokusunu duyduğum kara saçlı kız mı, artık karıştırıyordum. Aşkımın bütün gücünü susarak gösteriyor, böylece onu korumaya çalışıyordum. Tanıklık yapmak aşkımı unutulmaktan kurtarıyor, her gördüğüm eşya, her duyduğum olaydan aşkıma bir paye çıkartıp büyütmemi sağlıyordu. Üstelik bazı günler kütüphaneden ve Antonio'dan ayrılarak renklerin dünyasında kendime avunulacak zamanlar çıkarttığım da oluyordu.

O yıllarda Papa IV. Julius'un hizmetinde bulunan dört büyük ressam vardı: il Caravaggio, Annibale, Carracci Rubens ve Alman İmparatorluğundan Elsheimer. Bu ressamların her birerinin resim atölyelerini bir bir dolaştım. Öğrencilerine nasıl davrandıklarını, bazılarının yeteneksiz asilzadelere nasıl yaranmaya çalıştıklarını gördüm. Genç öğrencilerini nasıl eğittiklerini, onları renklerle tanıştırırken eşyaya bakmanın yolunu yordamını da nasıl anlattıklarını izledim. Tıpkı Doğu mistikleri gibi bunlar da eşyanın ruhu olduğundan, ona bakacak gözlerin bunu fark etmesi gerektiğinden dem vuruyorlardı.

Burada tanık olmanın yanında susup seyretmeyi ve izlemeyi öğrendim. İzlemek çok güzeldi. Renklerin, sayfalarım arasındaki minyatürler gibi küçücük bir sayfaya değil

178 l*m

de metrelerle ölçülen şövalyelere, tuvallere, duvarlara yayılışını hayretle izliyor ve tabiatta varolan her şeyin, ama her şeyin hiç değiştirilmeden, sitilize edilmeden, aynen resmedilmesini eğlenceli buluyordum. Bazen birinin diğerinden daha fazla başarıyla tuvale bir portre yapmasını ölçebiliyor, bazen bir natürmort ile bir deniz perspektifini karşılaştırabiliyordum. "Keşke" diyordum, "Rubens istanbul'da olsaydı da Rukâl'in bir portresini yapsaydı sayfalarımdan birine, yüzü Leylâ'nın yüzüne benzeseydi, hasretim böyle dağlarca büyümezdi içimde." Sonra yine "Keşke..." diyordum.

Renklerin dünyası benim için eğlenceli bir hayat sayılabilirdi, eğer gurbet olmasaydı ve dilimi anlayabilselerdi. Bir de Rukâl yanımda olsaydı; yahut Dicle'nin kara saçlı kara gözlü kızı Leylâ. Onu çok özlüyordum. O dediğim hangisiydi bilemiyordum, ama onu çok özlüyordum...

Burada kara giysili papazlar ve loş kütüphane duvarları görmekten sıkıldıkça ressamların dünyasında gezinirken acısını çıkartıyor, renklerin olağanüstü tenasübünü bol bol seyrederek mest oluyordum. Sinyor Antonio, bendeki minyatürlerden ilham çalarak saray ve villaların duvarlarını boyayabilsinler diye beni resim atölyelerine de bırakıyordu arada sırada ve ben resim üstadlarıyla birlikte kırlara, saraylara, villalara ve asillerin evlerine gidiyordum. Ressamların yaşadıkları pastoral hayatı seyretmekten kendimi alamadığımı itiraf etmeliyim. Bu ressamlar biraz garip insanlarmış gibi geliyordu bana. Belki sanatçı duyarlılığı diyordum ama yine de anlamakta zorlanıyordum. Daha doğrusu onlar beni şaşırtmaktan sanki zevk alıyorlardı. Onların sevgilileri Leylâ gibi değildi mesela. Sevgililerinin bütün resimlerini açık saçık çiziyor, bütün karşılaştıkları hanımlara sevgili gibi davranmaktan çekinmiyorlardı. Burada kadın ile erkekler birbirleriyle çok rahat görüşebiliyor, daha ilk görüşmede karşılıklı aşktan bahsedip reveranslar ve komplimanlardan çekinmiyorlardı. Gerçi kilise bu tür davranışlara

babil'de ölüm istanbul'da a 5 k I 1 7 9

hoşgörüyle bakmıyordu, ama insanlar birbirlerine âşık gibi davranmaktan aşkın ne olduğunu ve aşkın felsefesini anlamaya fırsat bulamıyorlardı. Hele aralarında biri vardı ki -adı bende saklı kalsın- çok çapkın bir adamdı. Soylu hanımların tablolarını yaparken onlara ilan-ı aşk etmekten kendini alamıyordu. Bazen onu tersleyen hanımlar da çıkmıyor değildi -Antonella Layla bunlardan biriydi- ama genellikle soylu hanımların şuh pozlarını resmetmek için onları baştan çıkardığı biliniyordu. Üstelik kocalarına onların şuh pozlarını tablo olarak sunarken alacağı ücreti iki kat arttırmayı da ihmal etmiyordu. Kırdığı cevizler Papa Julius'un kulağına dedikodular halinde ulaşıyorsa da sırf sanatına değer verdiği için bilmezden geliyor, soylu beylerden bir şikayet almadığı için de üzerine gitmiyordu. Hatta bir gün günah çıkartması için kendisini kiliseye davet ettiğinde bunlardan birini detaylarıyla anlatmış ve papayı sinirlendirmişti de. Çapkınlık elbette ki şiirle akraba sayılırdı. Bu yüzden pek çok şiir ezberlemişti. Yarı üryan hanımların resimlerini yaparken onların memeleri, kalçaları ve ince bellerini anlatan dizeler okuyabiliyordu. Buna rağmen bahar dalları Vatikan bahçelerini beyaz zambaklar gibi doldurduğu bir gün yemyeşil vadilere doğru uzun uzun şiir okumuş, içindeki yalnızlığa gizli gizli gözyaşı dökmüştü.

Roma'da kaldığım yıllar içerisinde şiirin serbest ve uyaksız söylendiğini, aristokrat sınıf tarafından bunun da değerli kabul edildiğini gördüm, istanbul'daki hayatımda söz ancak uyaklı olursa değerli olurdu ve manzum olmayan söze şiir denilmezdi. Bunun için bütün güzel sözler şiir formatında söylenmeye çalışılırdı. Oysa burada roman dedikleri bir uzun yazı türü vardı. Doğulu şairlerin mesnevilerde anlattığı aşkları onlar roman diye uyaksız ölçüsüz, bilim kitabı gibi yazıyorlardı. Roman, evlerin damını açıp okuyucuyu yatak odalarına götüren bir mahremi-yetsizlikti sanki. Oysa şiir bütün heyecanı yüreklere yükleyen ve bu yüzden hep asil kalabilen bir tür olarak bilinir. Roman

bir ifşa, şiir ise bir yaradır ve yaralan teşhir etmek ancak acıyı çoğaltır. Efendim Fuzulî'nin coğrafyalarında romanesk olan, ya bir aşktır ya bir cengaverin hayatı. Her ikisinde de herkesçe örnek alınacak yanlar vardır üstelik. Oysa romanı bir burjuvazinin eğlencesi gibi anladım ben. Şiir ideal olanı anlatırken, roman olağanı dillendiriyor çünkü. Sınıf kavgalarıyla çalkanan bir topluma roman çok şey verebilir, ama problemlerini halletmiş bir devlet için şiir varken romana neden gereksinim duyulsun?!.. Buradaki romancının bütün emeğini ve sayfalar boyu anlatıp durduklarını, İstanbul'da bir şair yalnızca bir tek beyte sığdırabi-lir, iki dizenin arasından açtığı pencerede onların hepsini okuyucusuna yaşatabilirdi, istanbul'daki beyit, burada ciltlerin içinde gösterilebiliyordu. Burada söz, laf gibi söyleniyor, orada kelam oluyordu. Burada çoğaltmak, orada kısaltmak önemliydi.

Roma, Romus ve Romulus efsanesini de öğretti bana. Tapınaklarda, tiyatrolar ve odeonlarda, sirkler, bazilikalar, hamamlar ve tarihî agoralarda hep efsaneleri anlatılan prenses Silvia ile Tanrı Mars'ın ikiz çocukları olan Romus ve Romulus'u. Silvia, bana Rukâl'i hatırlattığı için çokfsevdim bu efsaneyi. Öyküde Amilius SiMa'yı tahtından kovar ve o da çocuklarının hayatını kurtarmak için, tıpkı Rukâl gibi çırpınır, Leylâ gibi ağlar ve onları bir beşik içerisinde Tiber ırmağına bırakır. Akıntıyla sü-reklenen ikizlerin çığlıklarını duyan bir dişi kurt gelip onları emzirir. Roma, o iki çocuğun kurduğu kenttir ve Roma'sız bir tarihten söz edilemez.

Roma'nın bir yönetim biçimi, bir siyaset olduğunu da öğrendim tabii. Yunan'm mitolojisi ve isa'nın dini üzerinde yükselen bir yönetim ve adı cumhuriyet. Merkezdeki küçük açının çevreye yayılırken çok büyük bir alan yaratması yani. Yönetimin nimeti de külfeti de halk üzerine büyük bir yelpaze ile yansıyor.

Roma beyaz ırk demekti ve ispanya'dan Mısır'a, Afrika'dan Baltık denizine, Galya'dan Mezopotamya'ya dek yayılmıştı.

babil'de ölüm istanbul'da a ş k 1 1 81

Yüzlerce yıl, yüzlerce devleti sınırlarına kattı, yönetti. Osmanlı şimdi onun eski topraklarında ve onun ülkeleri üzerinde hüküm sürüyor. Anadolu'ya"Diyâr-ı Rum (Roma diyarı)", Osmanlı padişahlarına da "Hakan-ı Rûm (Roma hakanı)" denilmesinin nedenini buraya geldikten sonra anladım. Yine de burada krallara ait zirveleri tesbit kolay oluyor. Oysa Doğu'nun sultanlarından hepsi ayrı bir zirvedir.

Ve nihayet Roma zindan ve cüzzam da demekti. Roma zindanları, her gün işkence gören Akdenizli Müslüman leventlerle doluydu. Engizisyon zindanlarında işkence gören mahkumlar hiçbir zaman kısa sürede ve acısız olarak öldürülmüyorlardı. Papazlar onların ruhlarını temizlemek için acı çekmelerini sağlayacak özel yöntemler bulmuşlar, mahkum kendinden geçtikçe hekimler tarafından kendilerine getirilip tekrar işkenceye yatırılmaya başlamışlardı. Burada insanı ikiye, üçe katlamak ve sırtından başlayarak bütün kemiklerini kırmak için hazırlanmış aletler vardır. Mahkumları gerdikleri Andreaus Ha-çı'nın şöhreti bütün dünyada biliniyor. Çivili dolaplar, içi kazık döşeli kapanlar ve keskin uçlu mızraklar, etleri kemikten ayırmak üzere hazırlanmış sivri kancalar ve kafatasını sıkıştıran mengeneler ve daha neler neler... Burada günün her saatinde bir mahkumun işkence tahtasında can verdiğine, gecenin her diliminde bir mahkum çığlığı ile uyanacak bir bebeğin varolduğuna yemin edilebilir. Ayaklarına giydirilerek yavaş yavaş sıkıştırılan demir ayakkabıların acısıyla inleyen mahkumların sesleri bazen ta papalık salonlarından duyulur ve keşişlerin yüzlerine görevlerini yapmış olmanın huzurunu yansıtan bir sevinç yayılabilir; kenti kuşatan surların dışından gelen çığlıklarla aç bırakılan cüzzamlılarm kederleri evlerin bacalarından zulüm karası olarak tencerelere düşebilir. Kent pazarına un, bal ve süt mamulleri getiren köylüler arada sırada ruhunu şeytana teslim etmiş bir kadın ile erkeğin cinsel itiraflarını ağızlarının suyunu akıtarak dinleyebilir, sonra da

182İUM

babil'de ölüm istanbul'da a ; k I 1 8 3

onların diri diri yakılarak ruhlarının temizlenmesi törenini seyredebilirler. Yığın yığın odunların üzerine dikilen haçlara bağlanmış onlarca günahkârın ve islam dinini inkar etmediği için kulakları ve burunları kesilmiş yüzlerce tutsağın burada yakıldığına tanık oldum ben. Hele bir keresinde kentin üzerini yanık et kokusu kalın bir çatı gibi kaplamış ve günlerce,rüzgâr esmediği için insanlar yemeden içmeden kesilmişlerdi.

iyileri ve kötüleriyle Roma ayrı bir medeniyet demekti ve bütün renklerin arasında sürüp giden hayatım bir gün gözümün önündeki bütün tabloları buğulandırıverdi. BC'yi yanıba-şımda buldum.

Almanyalı ressam Elsheimer'ı ilk gördüğüm gün sevdiğimi söyleyebilirim. Ne var ki zaman içinde bu sevginin yerini kızgınlıklarım aldı yavaş yavaş. O diğerlerinin aksine ta baştan beri benim minyatürlerimle değil beyitlerimle ilgileniyordu. O sırada Türkçe öğrenmeye başladığının ve beni her görüşünde biraz daha ilgilenmesinin nedenini Roma'da ikinci kışımı geçirirken anladım. Artık Osmanlı elifbasını biliyor ve benim dilimden anlıyordu. Roma zindanlarındaki mahkumlardan onbir adedinin şehir meydanındaki çılgınca şenliklerden sonra idam edildiği günün akşamında beni kütüphaneye teslim etmek yerine evine götürürken ürpermiş ve başıma gelecekleri anlamıştım. Evinin duvarına boydan boya resmettiği Babil tapmağının antik resmini ve Efendim Fuzulî'nin vaktiyle Bağdat'ta bir çınar ağacının dibine gömdüğü hançeri gördüğüm vakit neler hissettiğimi kimse tahmin edemez.

Bu ev ve bu kent BC'nin merkezi olabilir miydi? Eğer öyleyse BUAM'ın kurulacağı tepe buralarda bir yerlerde olmalıydı. Cemiyet'in yedi üyesi yedi yılda bir belki de burada toplanıyorlardı. Eğer burada toplanıyorlarsa neler görüşüyorlar ve BC üyeleri neden hâlâ tabletleri gömülü oldukları yerden çıkartıp bilimsel çalışmaları devam ettirmiyorlar. Dünyanın her devletine uzanan kolları acaba bunda ne gibi bir sakınca görüyor?

Dünyanın bilimsel çalışmalarda geldiği nokta mı henüz yeterli değil? Eğer öyle ise Cemiyet'e üye yedi insanın asıl görevleri neler? Bir yerlerde krallıklar kurup ülkeler batırdıkları yahut dünyanın siyasî dengesini düzenleyecek kararlarını uygularken neyin peşinde oluyorlar? Hepsi üst düzey konumda olmalarına karşın zaman zaman dilenci yahut tacir kılığında dolaşmaları, sadrazam yahut kral olabilmeleri neyin nesi oluyor? Bütün i ı bunları düşününce o güne kadar hançeri hâlâ Bağdat'ta gömü-

! i'« lü duruyor sanmanın rahatlığı uçup gitti üzerimden ve yerini

sorumluluk bilincini yitirmiş çocukların tedirginliği kapladı. Belki de Cemiyet hançeri çoktan bulmuş, ama rakamların ve harflerin yazılı olduğu sahtiyan şerit ellerinde olmadığı için benim sayfalarımdaki gizli şifrelere muhtaç konuma düşmüşlerdi. Bu da demektir ki eğer BC üyeleri şifreleri gösteren beyitlerimi tesbit edebilirlerse beni bir daha başkalarının eline geçmemek üzere paramparça edecekler, belki yakacaklar, külümü savuracaklardı. Ama bunun için neden istanbul'da değilim de Roma'dayım; cemiyet neden benim vatanımda değil de Papalık ülkesinde konuşlanmış. Oysa bilimde, siyasette, ekonomide istanbul daha önde değil mi? "Belki de artık değil!" şüphesi girdi ilk kez içime.

Gümüş şamdanın çevresine oturup törensel bir hava içerisinde buhurlar yakarak dualar eden, sonra da ikişer parmakları yumulu ellerini birbirlerinin elleri üzerine getirerek selamlaşan o üç adam sayfalarımı heyecanla incelemeye başladıklarında, gariptir, kendimi bir macerayı yaşamaya hazır hissettim. Konuşmalarından anladığım kadarıyla benim izimi bulmaları çok zor olmuş. Yıllarca Osmanlı sarayından beni kaçırmanın yollarını aramışlar. Sonra istanbul'un kıyı semtlerinde ve kenar ma-hallelerindeki hazine avcılarının tuzaklarından korumak için plan üstüne planlar yapıp kan dökmüşler, kanlarını dökmüşler. Oysa kader şimdi beni kendi ayağımla onların masasına

1841 um

düşürmüş. Bunun şerefine kadeh kaldırdıklarında hepsi sevinçten mest olmuş gibiydiler. Artık yapacakları iş, kimseye hissettirmeden beni baştan sona inceleyip şifreyi oluşturan rakamları tesbit etmekmiş.

O güne kadar ellerinde bulunan bilgileri değerlendiren asilzadenin kalın bir ses tonuyla anlattıklarından sonra, "işimiz zor!" diye söze başladı Avusturyalı tüccar. "Fuzulî şair eğer üstad kütüphaneciden aldığı sırrı biliyor idiyse mutlaka bu kitabın içine bir yere yazmıştır. Çünkü ondan sonra kaleme aldığı bütün kitapları inceledik, bir sonuca ulaşamadık, içindeki öykünün anlatılış biçimi ve üslubu açısından bu kitabın, okuma yazma bilen hemen herkes tarafından çoğaltılan yüzlerce nüshası ve Avrupa'da dolaşan versiyonlarıyla hemen hiçbir farkı yok. O hâlde Fuzulî şair, bizzat bu kitabın bir yerine bir şifre yerleştirmiş olmalı."

"Bütün yapraklarına bakalım!" dedi Venedikli hekim. "Gizli bir divit ile fligran usulünde yazılmış olmasın?" Ve oturdukları kerevetin duvara dayalı arkalığına üç büyük şamdan daha getirip bütün yapraklarımı tek tek ışığa tutarak sırayla baktılar. Leylâ'nın dudak izlerini göremediler ama beyitlerim arasında Kel-dani alfabesine benzettikleri bazı harfleri söğüt yaprağı bıçakla kazıdılar. Kâğıdımın âherli olduğunu bilselerdi bu kadar uğraşmazlar, serçe parmaklarını ıslatarak istedikleri yerimden boyamı, rengimi ve mürekkebimi silip götürebilirlerdi. Kâğıdımı inceleme işlemi sonuçsuz kalınca Rukâl'in ölürken resmettiği bağrımdaki gelincik çiçeğinden şüphelendiler. Tozlu bir bez parçasını hoyratça ıslatarak çiçeğimi bozmaya başlamaları üzerine attığım çığlığı duyabilselerdi yaptıkları yobazca katliamın değil Babil, dünyanın bütün hazinelerine değmeyeceğini anlarlardı. Bu kara cehaletin ikonaklast bir gelenekten geldiğini anladım. Bir zamanlar kiliselerdeki ikonaları tahrip edenler de aynı kafayı taşıyan yobazlar olmalıydı. Islak paçavranın sürtülmesiy-le Rukâl'in kanı sayfa üzerinde dağılmaya başlayınca öleceğimi

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 8 5

sandım. Çaresizce olardan seyrederken sevdiğim kadının hatırasına sarılıp sonsuz uykumu uyumak geçiyordu içimden ve tabii bir daha uyanmamak..

Çekiştirme, örseleme, mıncıklama işlemleri bitip de ellerine herhangi bir ipucu geçmeyince, üç adam, bu sefer okumaya başladılar. Elsheimer bulgularını özetledi:

"istanbul'da altı ayin -ayin sözüyle yedi yılda bir yapılan buluşmayı kastediyordu- öncesi yapılan görüşmelerin raporlarına gpre haleflerimiz hançerin sapı üzerine sarılacak kayışın gerçek rakamlar ile harfleri yansıtmadığını, Hilleli şairin hiyeroglifleri resim yapar gibi kaydetmesinden ve daha sonra saraç ustasının bunları kayış üzerine kabartma usulü işlerken sanatına özenmemesinden dolayı harfleri oluşturan mıhların farklı okumalara kapı araladığını varsayıyoruz. Şeridin aslı olan parşömen ise hepimizin bildiği gibi artık liflerine ayrılmış durumda. Tek çare, bu kitabın içinde gizli olan rakamları tesbit etmek. Yine önceki ayinlerde gelinen noktaya göre Hilleli şair şifreyi içinde aşk sözcüğü geçen beyitlere yerleştirmiş. Bunun özel bir nedeni yok; şairin aşka verdiği kişisel önem dışında. Belki de üstad kütüphanecinin ona "Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır." dediği içindir. Bu kitabın içinde 66 beyitte aşk sözcüğü bizzat geçiyor. Bu rakam Doğu mistisizmine yansıyan yönüyle ebcede vurulduğunda "Allah" adını karşılıyor. Daha önceki incelemeler, aşk beyitlerinin her birinde ortak şifre sözcüklerin yer almadığını, oysa en azından sır, nihan, gizli, haber gibi sözcüklerin geçtiği beyitlere daha önem verilmesi gerektiğini bize gösteriyor. Bizden önceki Doğulu üstadların aşk üzerine çok şeyi tartıştıkları anlaşılıyor. Ne var ki Doğulular aşktan şimdi bizim anladığımızı anlamıyorlar. Onların aşkla ilgili çok geniş bir medeniyet birikimleri var. Bu yüzden biz aşkı onlar gibi anlamaya çalışarak işe başlamalıyız.

Onlar aşkı birkaç açıdan ele alıyorlar. Mecazî, ilahî, mistik ve tensel. Hilleli şairin önemsediği aşk ise platonik bir vadide

186 um

babil'de ölüm İsta

nbul'da aşk I

187

akıyor. Doğu'da gönül diye bir şey var ayrıca. Kelime anlamı bizim yürek veya kalp dediğimiz şey ama ondan çok ayrı bir kavram. Bir nesneden çok bir tavır, somuttan çok soyut bir öge. Muhammedîler dışında gönlün ne olduğunu tam olarak açıklamak mümkün görünmüyor. Onlar da bunu açıklamıyorlar zaten, yaşıyorlar. Çünkü aşk gönülde tecelli ediyor, doğuşu da varlığı ve batışı da gönülde. Bizim bildiğimiz sevgi ve tensel ilişkiler Doğulu aşkın yalnızca bir versiyonu, hatta en aşağı versiyonu. Ondan ötede daha yedi katman var aşk için. Bu öyle bir hastalık ki hasta, bu hastalıktan zevk alıyor ve kurtulmak, derman bulmak istemiyor. Öyle bir acı ki, aşk sahibi bunu arzu ediyor ve aşk derdine uğrayan kişi bir daha iyileşmek istemiyor. Acı çeken, acıdan kurtulmayı dilemiyor. Zor gibi gözüken şeyleri kolay gösteren de, doğuştan olan huyları ve doğal eğilimleri değiştiren de o. "Seven" bir sıfat orada ve "sevilen" bir isim. O ismi bilmek sevmek için de, uğrunda ölmek için de yeterli. Seven sevilenin uğrunda daima hasret, hicran, ayrılık, firkat acıları ile besleniyor. Acılar olmadan, uykusuz geceler olmadan huzur bulamıyor âcjeta. Bu yüzden âşıklar Doğu'da, yıldızların çobanları olarak bilinir. Onların göz kapakları bulutlara ders okutur, gözleri denizlerle yarışır. Sevgili uğruna canlarını öyle verirler ki tekrar can verebilmek için tekrar dirilmek isterler. Aşklarında ortaklık istemezler ve rakiplerine karşı acımasızlıkta zirveler alçak kalır. Bu konuda şehirleri yıkmak bir yana, harabeleri bile yeniden harab edecek kadar acımasız olabilirler. Öyle âşıkları vardır ki ünlü sufi-lerden Arabî ve Mevlanâ'nın aşk yorumlarına hiç durmadan yeni yorumlar ilave etmek ve onların bir cümlesinden her dakika yeni bir kitap çıkarmak istercesine derece derece aşkı çoğaltıp dururlar. Onlar aşklarını arttırdıkça yazıcılar bunları daha abartarak yazarlar. Aşk konusunda ciltler ve kütüphaneler dolusu bilgi üretilmiştir Doğu'da. Yalnızca aşkı tanımlamak için harcadıkları mesaiyi söz gelimi hekimlik alanında harcamış olsalardı belki ölüme çare bulurlardı."

Elsheimer, kendisini dikkatle dinleyen ve o güne kadar aşkın bu derece derinlikli olabileceğini hiç düşünmeyen arkadaşlarına daha pek çok şey anlatabilirdi şüphesiz; bu konuda her türlü araştırmayı yapmıştı. BC şifrelerinin aşk ile örtüldüğüne inanıyordu çünkü. Bunda da haklıydı, "önceki üstadlanmız kitabı başından itibaren inceleyip en çok şu iki beyit üzerinde durmuşlar!" dedi parmağıyla beyitlerin sayfalarını göstererek. Bunlardan ilki öykünün kahramanları olan Kays ile Leylâ'nın okulda birbirlerini sevmeye başlamalarının ortaya çıkması sırasında söylenmiş beyittir ve gizli aşkın ortaya çıkışını anlatır.

Ref oldu hicâb-ı şâhid-i râz Aşk oldu melamet ile demsaz

Diğeri de şu sayfadaki,

Billah nedir ane aşka mefhûm Bu sırr-ı nihanı eyle malum

beytidir ki Leylâ Kays'ı sevdiği için annesi tarafından azarlandığında ona cevaben "Ben o gizli aşkı bilmiyorum, o nasıl bir şeydir hele söyle de içinde bulunduğum durumun aşk olup olmadığını arılayayım!" dediği sırada söylenmiştir.

"Şimdi bu beyitlerde ortak taraf aşk ile beraber sır anlamına gelen 'râz ve sırr-ı nihan' sözcüklerinin geçmesi. Yani her ikisi de gizlilik esası içinde vurgulanmış. Sanırım Hilleli şair aşk ile gizliliği yan yana getirirken dıştan bakılınca aşkın gizli olması gerektiğine işaret etmiş, ama aslında gizli sırrı buralara koyduğunu anlatmaya çalışmıştır."

"O halde," dedi Avusturyalı tüccar heyecanla, "aşkı anlatan beyitlerde gizlilikle ilgili başka sözcükleri de arayalım."

Ben o anda "Tamam, bu iş bitti, ömrümün sonu geldi!" diye düşündüğümü itiraf etmeliyim. Çünkü bu bakış açısı tam da Efendim Fuzulî'nin düşündüğü şeydi. Hançer ile papirüs şeridi ayırdığında ve ikisini de ayrı bir yere gizlediğinde aklına gelmişti

1 88

babil'de ölüm istanbul'da a ş k [ I 8 9

gizlilik sözcüklerini şifre yapmak. BC'nin daha önceki üyeleri bu sözcükleri bilmeden iki beyti tesbit etmişler ve onları ebced hesabına vurarak kafa patlatıp durmuşlardı. Şimdikiler gizlilik sözcüklerini düşünerek sırrıma bir adım daha yaklaşmış oluyorlardı. Elsheimer bu düşünceyle kitabı öykünün başladığı yerden itibaren yeniden hızla okumaya başladı. "Evet! işte bir tane daha!" diye sevinçle yerinden kalkıp okudu:

Aşk olduğu yerde mahft olmaz Aşk içre olan karar bulmaz

Buradaki gizlilik sözcüğü "mahfî" idi ve ben bir kez daha ürperdim. Çünkü bu beyit 607 numaralı beytimdi ve şifrelerin ilki bu rakamdan ibaretti. Daha önceki üyeler bunu gözden kaçırmış ve ikinci şifre olan 617. beyitten işe başlamışlardı. Bir daha geriye dönmek kimin aklma gelecekti!

Elsheimer çok zeki bir adamdı. Sanat kabiliyeti kadar mantık örgüsü ve siyaset birikimi vardı. Tarih felsefesi ve politika biliyordu. Sahip olduğu özellikler ile BC'nin büyük üstadı bile olabilir, BUAM'ın kuruluşunu gerçekleştirebilirdi. Her üye gibi o da kendisini BC'nin yüksek idealleri için feda olmaya hazır görüyor, yaptığı tablolardan gizli olarak BUAM eskizleri, plan çizimleri ve uzay desenleri yapıp dosyalıyordu. Arşiya Akel-dan'ın hatırasına dünyayı ve evreni korumak ve düzenlemek zorunda olduğunu hissediyordu. O gece konağına kapanıp beyitlerim arasında aşkı ve gizliliği arayıp bulacağına ve üstad kütüphaneci ve Efendim Fuzulî'den bu yana parçaları bir türlü birleştirilemeyen BC tabletleri ile Babil hazinelerine açılan kapının sırrım çözmüş olacağına hiç şüphe yoktu. Tabii eğer gecenin o en yorucu ve uykusuzluğun da en dayanılmaz olduğu vaktinde hizmetçisinin kapıyı tıklatıp "Papa hazretleri rahatsızlanmış efendim; kapıda bir görevli var, konsülün sizi çağırdığını söylüyor." dememiş olsaydı. Ön avludan at kişnemeleri ve konak halkı uyanmasın diye onları sakin tutmaya çalışan bir

\ i

seyisin sesleri geliyordu. Elsheimer şaşkınlıkla "Gecenin bu saatinde mi?" diye homurdandı önce içinden Papa'ya küfrederek ve ardından da beni Avusturyalı tüccar dostuna teslim ederken "Bunu saklayıp istirahate çekiliniz aziz dostum. Döndüğümde her şey ortaya çıkmış olacak!" diye de tembih etmeyi unutmadı.

Elsheimer konağına tam üç gün sonra dönebildi. Papa'nın hasta ziyaretine giderken giydiği protokol elbisesi çamur, kan ve yırtıklar içindeydi. Kapıdan girdiği an kapıldığı dehşeti ömrünün sonuna kadar unutmayacağından şüphe etmiyorum. Çünkü o gittikten sonra gelen adamların konaktakilere neler ettiğini, nefes alan herkesi -buna kedi ile papağanlar da dahildi- küçük parçalara ayırıp diğerlerine yedirmek için zorladıklarını, sonra da cesetlerini lime lime salonun ve odaların içine dağıttıklarını, kadınları ve çocukları topladıkları odadan gelen çığlıklara kahkahalarla cevap vererek gün ağarasıya kadar vahşice eğlendiklerini, nihayet Avusturyalı tüccar ile Venedikli hekimi işkence ile konuşturup öldürdükten sonra konağın altın ve gümüşlerini yağmaladıklarını görünce hangi aile reisi olsa dehşete düşerdi. Elsheimer'in, o günden sonra bütün acısını, yaptığı resimlere yansıttığını ve beni saklı olduğum şövalye zırhının içinden alıp götüren hazine avcılarının bulunup cezalandırılması için Roma'nın en ünlü üç şövalyesini himayesine aldığını ve bu okuma yazması bile olmayan kara cahil haydutların hepsini tek tek ele geçirip gece karanlığında cesetlerini parçalattığını, ama beni bir türlü yeniden ele geçi-remediğini çok sonradan öğrendim. Çünkü hırsızların o gece beni götürüp teslim ettikleri efendileri, kardinalin has bendelerinden olan rahip Giovanni idi ve Roma'dan ayrıldığım güne kadar hekim Antonio bile onun hücresinde hapsedilmiş olduğumu hiç bilmedi. Sonraki günlerde Giovanni'nin hep "Ne güzel plan idi! Acele ettim. Elsheimer'in şifreleri çözmesinin uzun süreceğini iyi hesaplayamadım!" diye yakınmalarını dinleyip durdum.

190İL.H

Sonraki yıllarda Roma'daki en heyecanlı günlerimin limana gelip giden Osmanlı kadırgalarını ve kalyonlarını seyretmekle geçtiğini söyleyebilirim. Bu kent elimden Leylâ'mı aldı, ama bana bilmediğim bir dünyayı verdi. Quirinale sarayının yapımı bitip açılışının yapıldığı gün Vatikan'a gelişimin üzerinden tam beş yıl geçmişti. O gün bütün Katolik devletlerin kralları buradaydı ve Papa Julius, törende Rahip Giovanni'nin teşrifatçı olarak görevlendirilmesini istemişti. Ertesi gün rahibin odasından ilk ve son defa çıktım. Çünkü rahip kendisine bağışlanan büyük onur nedeniyle Papa'ya bir hediye sunmayı istediğinde bunun ben olmam gerektiğini düşünmüştü. Yazık ki Papa'nın beni daha evvel gördüğünü ve hatta beyitlerimden bazılarını okuttuğunu bilmiyordu. Roma tarihinin yeniden canlanması kadar ihtişamlı kutlamaların olduğu o günde bir yandan şölenler yapılırken, diğer yandan mahzende Giovanni'nin kellesi uçuruluyordu. Roma o gün ve ertesi gün çılgınca eğlendi. Halk üç vakit dua etmeyi unutacak kadar çılgın eğlenceler buldu kendisine ve sokaklar anason kokusuyla dolup taştı.

Zangoçların iri çanlara ait halatlara asılma zamanlarını unutmaları Papa ve konsil üyelerini tedirgin edince Roma'nın geleceğine ilişkin acil eylem planı yapabilmek üzere toplandıklarında ben de o salonda idim. Burası Yasef Navi tarafından Vatikan'a getirildiğim ilk günde Papa IV. Julius ile görüşüp şefkatli kucağında sabahladığım salon idi. Pencereden yine San Pietro bazilikası görünüyordu ve Habsburgların zenginliği salonun tavanlarından ve duvarlarından insanların kalbine renk olup yayılıyordu. Ne var ki salonda bulunanların çoğu, benim ilgimi çeken bu ihtişamın sona ermekte olduğunu düşünüyorlardı. Roma, artık eski gücünü yitirmiş olmanın ezikliğini taşımaya mahkumdu. Şimdi yükselen yıldız Türklerinki idi ve bugün, bu çatının altında, Osmanlı'yı değerlendirmek de gerekiyordu. Konuşulanlardan Roma'nın gerçekten de problem yumağına dönüştüğünü arılayabiliyordum. Bunlardan biri de istanbul ile

babil'de ölüm istanbul'da

aşkl

191

düzenlenecek ilişkilerin seyri idi. iyi niyet gösterisi için, Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göçüyle başlayan hicri takvimin bininci yılı kutlamalarını bahane ederek Sultan'a elçiler göndermenin bu ilişkileri olumlu etkileyeceğine dair bir karar aldılar. Ne de olsa Sultan III. Mehmed'in annesi Safiye Sultan kendi kızları sayılırdı. Papa Julius o anda beni hatırladı ve hediyelerle birlikte benim de götürülmemi söyledi. Ne de olsa Safiye Sultan ve belki de oğlu Mehmed beni tanıyordu ve bundan hoşlanacaklardı.

Vatana dönme düşüncesinden mi; yoksa Leylâ'nın hatırasına yeniden kavuşma sevincinden miydi içimdeki coşku, bilmiyordum ama o geceki kadar hiç sevinmemiştim. Roma'ya yorgun gelmiştim ve dilimden anlamayan iklimlerde yaşamak beni daha da çok yormuştu. Susmanın ve izlemenin erdem olduğunu, tanıklığın gerçeği, bilginin de acıyı çoğalttığını öğrenmiştim ama çok hasret, çok acı, çok azab çekmiştim, istanbul'da neyi özlemiştim, yahut istanbul'da acı hatıralardan başka beni bir bekleyen mi vardı; elbette hayır. Ama orası istanbul idi.

Beni istanbul'a çeken Leylâ'nın aşkı mıydı; yoksa kaderim mi, karar veremiyordum. Hoş geldin bininci yıl!..

tmtiyâz-ı sabit ü seyyarı müşkildir hayâl Zanneder kestî-nisînân sâhil-i derya yürür

Koca Ragıp Paşa

Duran ile yürüyenler (yahut gezegen ile sabit yıldızlar) arasındaki farkı kestirmek zordur. Gemi yolcusuna göre yürüyenler sahillerdir çünkü.

XVII

Bu, Damlanın Derya ile Ahengi miydi; Ya Akdeniz'de Bir Korsan Cengi miydi?

Bir geminin süzülüp geçtiğini kıyılara bakarak izlemek, bir gizem içinde dalıp kaybolmak gibidir. Akdeniz'in durgun sularının, lodosların ve poyrazların hücumuyla hırçınlaşmaya yüz tuttuğu bu mevsimde hiçbir deniz, benim dalgalarına hayran kaldığım bu sular kadar gizemli olamazdı herhalde. Çünkü Ro-ma'dan İstanbul'a gidiyorum, düşler ve hayaller kurarak. Yolculuk başlayalı yaklaşık iki gün oluyor. Mesina ile Sicilya geride kaldı. Alay sancaklarıyla donatılmış kalyonumuz, pruvamızda turna kanadı seyreden çekelveler, kadırgalar ve kalitalar ile korunuyor. Papa'nın özel gemisi olduğu için Akdeniz'in haçlı korsanları, Osmanlı sultanına dostluk mektubu ve bazı hediyeler götürdüğü için de Türk korsanlarının herhangi bir saldırısından emin ilerliyoruz. Ne var ki Akdeniz'de Mağripli yahut Berberi korsanlar da türemişlerdi son zamanlarda. Dahası Malta'da konuşlanan Saint-Jean şövalyelerinin de gemi azıya

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 1 9 3

aldıklarından bahsediyor denizciler. Malta açıklarını geçtik ama her ne olursa olsun, Akdeniz'de yelken açan her gemi bir potansiyel tehlikedir ve bir geminin kimliği belirlendiğinde zaten ya iş işten geçmiş olur, ya yakın temas ile rampa ateşinde konuşulan dil imdada yetişip gemi serbest bırakılır.

Akdeniz'de büyük balık küçük balığı yutar. Yüzyıllardır bu böyledir. Bu yüzden pek çok korsan gemisi başka kimlikler altında hareket eder de, ancak işaret sancaklarıyla diğer bir gemiye mesaj gönderildiğinde mesajın okunup okunmadığına bakılarak yad mıdır, yabancı mıdır anlaşılabilir, işaret sancaklarının okunabileceği kadar yakına gelen bir gemi ise zaten salt tehlike demektir.

Ben, Papa'nın özel elçisi tayin edilen dostum Antonio ile beraberim. Bunca yıldan sonra o da benim gibi istanbul'u yeniden görecek olmanın verdiği heyecanı taşıyor. Gençlik hatıralarını dolduran sarayda ve enderun mektebinde geçen günlerinin buruk lezzetiyle belki eski arkadaşlarına rastlamanın umudunu taşıyordu kalbinde. Bense belirgin bir umuttan bile yoksunum. Gittiğim kentte hatıralarım var ama sevdiklerim artık yok. Kaderim ile hayallerim çakışacak mı, yoksa çatışacak mı, bilemiyorum. Kalyonun kıç üstünde yer alan iki kamaradan küçük olanında, seyir alet ve haritalarının bulunduğu daracık odada, ben denizin bütün romantizmini özümseyerek hayaller kurarken, Antonio sıkı sıkıya yapıştığı traş leğenine yediklerini çıkarmakla meşgul. Bitişiğimizde köprüüstü ve önümüzde serdümene ayrılan küçük alan yer alıyor. Grandi dire-ğindeki gözcü dört saatte bir değişiyor. Rüzgârın şiddetini arttırdığı saatler ile yağmurlu zamanlarda gözcü yerine eğitimli bir gemi maymunu alıyor nöbeti. Bu maymunların ellerini alınlarına siper yaparak uzaklara bakışlarından ve bir gemi, yahut kara gördüklerinde çıkardıkları seslerden hayrete düştüğümü itiraf etmeliyim.

194 l*m

Seyir kamarasında, uzunca bir adamın ancak ayaklarını büzerek yatabileceği küçük sedirin üstündeki rafta tomarlanmış haritalar, kenardaki sandıkta da usturlablar, pusulalar, kömür ve çelik çubuklar, sekstand ve rubu tahtaları bulunuyor. Özellikle gece seyrinde kullanılan rubu tahtaları ile usturlaplar yıldızların yerlerine göre yön ve rota tayinine yarıyor.

Antonio'yu deniz tuttuğu için papatya kökünden yapılmış ilaçlar alıyor ve kendine geldiği vakitlerde devamlı haritaları inceliyor. Ptolemaius'un 1380'lerde yaptığı Grekçe coğrafya rehberi, Battista Agnese'nin oniki yıl evvel Papa için hazırladığı dünya atlası, Barbaros Hızır Hayreddin Reis'in kardeşi Oruç'u ele geçirdikleri vakit Rodos şövalyelerine ganimet olan Türk haritaları, değişik korsan gemilerinden alınmış papamundolar, atlas minorlar ve Akdeniz liman resimleri, özellikle Arap denizcilerin yaptıkları büyük ölçekli portolonlar, limanlar ile fenerleri gösteren çizimler, gemilerde görüntülü haberleşmeyi sağlayan sancak işaretlerinin kod çizelgeleri, kısaca kamarada bulunan her şey, onun devamlı araştırdığı yazılı dokümanlar. Akdeniz'de dolaşan her gemide bu kadar harita bulunmayabilir, ama kaptanların çoğu harita çizimini ve pusula imal etmeyi bildikleri için seyir kolayca yapılır. Bunca zengin haritaları görünce ben "Acaba?" dedim içimden, "Piri Reis'in Atlas Okyanusu haritasının bir kopyası da var mıdır bunların arasında?!"

Antonio, dün bütün gün, kod çizelgesinde yer alan üçgen, kare veya dikdörtgen flamaların karşılıkları olan harfleri ezberlemeye çalıştı. Böylece geminin pruva direğine çekilen flamalar ile gemiden gemiye yahut gemiden karaya hangi mesajların gönderildiğini anlayabilecek, ona göre kaptanların kendisine sadakatle seyrettiklerinden emin olacak ve aksi durumlarda önlem alacaktı. Antonio denizcilik bilgisine o kadar merak salmıştı ki, ben, hiç olmazsa dünkü mehtaplı gecede, Akdeniz'in beyaz köpüklü sularına bakarak romantik anlar geçirebileceğini, Efendim Fuzulî'nin lirik dizelerinden söz ge-limi Leylâ'nın, aşkını aya anlatma sahnesini okuyacağını boşa

babil'de ölüm istanbul'da aş k I 1 9 5

umud edip durdum. O, mide bulantıları arasında denizcilik dersleri çalışıyor, bense hayaller kuruyordum. Denizcilerin ise bizimle pek ilgilendikleri yok gibiydi. Kumanya getiren ızbandut ile arada sırada haritalardan veya seyir aletlerinden birini alıp yerine diğerini koymak için gelen kalyon süvarisi de olmasa, kamarada bizi unuttular sanılabilirdi. Neyse ki gözcü maymunların grandi sepetinde ritmik sıçrayışlarla nasıl dönüp durduklarını, bacaklarından uzun olan kollarını öne doğru nasıl salladıklarını, ellerini siper ederek nasıl uzakları gözetlediklerini seyretmek de benim için eğlenceli sayılırdı.

Antonio, haritaların karaları gösteren kısımlarındaki resimleri birer birer inceliyor, mitolojik simgeler, bölgeler arasındaki sınırlar, egemenlik alanlarını gösteren bayrak ve insan resimleri -söz gelimi Afrika'da sırtını sıra dağlara dayamış çadırlardan başını uzatan siyah adamlar, berduşça gezen aslanlar ve pinekleyen maymunlar, Anadolu coğrafyasında kaleler ve yeniçeri kıyafetli adamlar ile yeşil bayraklar, Mısır ve Kızıldeniz taraflarında deve figürleri, ispanya ve Fransa taraflarında şatolar, büyük haçlar, sedir bitkileri yer alır-, her ülkeyi temsil eden simgeler üzerinde saatlerce göz yoruyor, en çok da deri üzerine çizilmiş olan bu harita ve portolonlarda değişmeyen iki öğeyi, derinin boyun kısmına resmedilen rüzgâr gülü ve pusula

196 um

çizgileriyle çizen kişinin dinini belli eden tasvirleri iyiden iyiye inceliyordu. Meryem ile İsa tasvirleriyle kurslar bulunan haritalar Hıristiyanlarca, hilal ve ayet bulunan haritalar da Müslümanlarca çizilmiş olanlardı. Antonio eğer BC'den haberdar olsaydı, yahut Babil ilahlarının altın heykellerini bilseydi, bu haritalardan birinin üzerindeki Siruş başlıklı hançer figürü mutlaka dikkatini çeker ve diğer haritaları" incelemeyi bırakıp bu ceylan derisindeki gizleri çözmeye çalışıyor olurdu. Hatta bu haritanın altında bulunan çivi yazılı harflerle "Arşiya Akeldan adına bunu koruyunuz!" cümlesini okuyabilirdi. Bir kez daha anladım ki benim kaderim olan şey, başkaları için bir bilmezlik hali idi.

Bir ara, yabancı bir kalyondaki yolculuk hayatının ne kadar cimri olduğunu düşündüm. Burada sözler bile çok çıplak. Denizciler burada sevgilerini ve hüzünlerini Doğulu milletlerin gemilerindeki gibi göstermiyorlar. Oysa denizde neler neler gelir kalbe. Mehtaba bakınca, yahut sudaki yakamozları seyrederken bir masala girmek, kırkıncı kapıdan bir mutluluk ülkesine geçivermek olasıdır. Dalgaların şiddetli yahut hırçın, durgun yahut okşayıcı sesleriyle rüyalara dalmak da mümkündür. Antonio'ya bunları anlatmak, Leylâ ile olan maceramı yeniden hatırlatmak, hatta çöl gecelerinin ılık havasıyla Akdeniz'in berrak suları arasında bir dostluk kurmasını sağlamak için neler vermezdim, istanbul'a gidiyordum ama bu yolculukta mutlu olmadığımı anladım; ve yabancı bir ülkede, gurbette gibi hissettim birden kendimi. Ufuktaki gurubun ve denize hızla giren güneşin ardından içimi bir sıkıntı kaplamış gibiydi. Yeniden saraya gidiyordum, bu doğruydu, ama Rukâl de, eski sevdiklerim de artık yoktular. Belki vezirler, sultanlar, devletlular arasında yeniden itibara kavuşacak, Efendim Fuzulî'nin adını andırarak Leylâ'mı aramayı sürdürecektim ama içimi yangınlara salacak bir acı hep yanıbaşımda, çevremde, bağrımda olacaktı. Bir ayrılık açışıydı bu... Leylâ'nın mı, Rukâl'in mi olduğu belli olmayan bir ayrılık. Yağmurlu ikindilerde görülen hüzünlü bir

babil'de ölüm istanbul'da aşk|197

rüya gibiydi hayat. Mehtap, kurşunî bulutlar arasında görünüp kaybolmakta, rüzgâr şiddetini arttırmaktaydı. Akdeniz'in sesi şiir gibiydi. Saatler sabaha yaklaşıyordu ve biz Modon'a yaklaşıyorduk...

Kaptan Jacopo Maggiolo'nun "Hamlacılar küreklere!.." komutu duyulduğunda gözcü maymun çıldıracak gibi bağırıyordu. Modon açıklarında üç geminin silyon fenerleri görünüp kaybolmuştu. Bunlar Malta kalyonları olmalıydı. Büyük olasılıkla Malta açıklarından geçerken hızlarını ve rotalarını tahmin ederek görüş mesafesi dışında kendilerini takip etmişlerdi. Çünkü geceleyin fener söndürerek saldırmak Saint-Jean şövalyelerinin yöntemiydi ve korsanlık geleneğine göre bu denizlerdeki en büyük şerefsizlik sayılırdı. Antonio derhal köprüüstü-ne, kaptanın yanına gitti. Malta adasında bir kilise cemaati olarak yaşayan, Rodos'ta karakol gemileri bulunan en azılı korsan filosu bu şövalyelerinki idi ve Akdeniz elli yıldır bu filonun dehşetini yaşıyordu. Koloniel yerleşimde misyonerlik için adalarda garnizonlar kurup Akdeniz'i haraca keserler, aldıkları Müslüman esirleri kılıçtan geçirir, Hıristiyan olanları satarak kiliseye gelir sağlarlardı. Sırf bu amaçla Malta'da bir denizcilik okulu kurmuşlar ve Barbaros'tan sonra Akdeniz'de hakimiyet sağlamışlardı. Tek çekindikleri Sultan Mehmed'in kaptan-ı deryası Koca Murat Reis'in gemileriydi. Onun dışında kime ait olursa olsun saldırır, ganimet veya vergi alırlardı. Müslümanların bininci yılını tebrik için Papa'nın Osmanlı hükümdarına hediyeler göndereceğine ait istihbaratı yapmışlar ve her zaman olduğu gibi kimliklerini gizlemek üzere gemilerini Arap kara-kalarına benzetmişler, sancaklarını arya ile yerine Portekiz flamalarını toka ederek Maggiolo'nun üzerine geliyorlardı. Mag-giolo rüzgârı arkasına alarak vakit kazanmak ve böylece sabahın olmasını beklemek istiyordu. Belki çekeceği işaret sancakları ile gerekli mesajları yollayabilir ve kutsal bir amaçla seyrettiğini anlatabilirdi. Gerçekten de bu seyir Papalık için kutsal bir

198 Um

amaca yönelikti. Papa bu hediyeleri sunarak Osmanlılar ile barışı devam ettirmek, belki valide Safiye Sultan'ın kan bağını kullanarak Osmanlı hapishanelerindeki mahkumlardan beşyü-zünün serbest bırakılmasını ve barışın devamını sağlamak istiyordu. Karşılığında üç ambarlı özel kalyonunu cins atlar, özel yetiştirilmiş şahinler, ayaklan halhallı ceylanlar, gümüş tasmalı yetişkin tazılar ve bunları sunmak için de yirmi genç kız ile yirmi delikanlı gönderiyordu. Sultanın huzuruna çıktıklarında her birerinin elinde hediye dolu tepsiler bulunacaktı ve ben de bu tepsilerden birinin üzerinde eski dostlarıma kavuşacaktım.

Maggiolo ne bütün bu armağanların tehlikeye atılmasını, ne de kalyonun bir çatışmaya girmesini istiyordu. Bir çatışma demek, hediyelerin hasar görmesi demekti çünkü. Verdiği karara göre kalyon Koron adasına doğru hızla rotasında devam edecek, muhafız gemiler şövalyeleri durduracak yahut oyalayacaktı. Gün ışımaya başladığında ardımızda aborda olup yanan üç Papalık, iki de Malta gemisi ile sahile yığılan Modon köylülerini gördük. Denizde gemi parçalarına tutunup hayatta kalmaya çalışan yaralıların çığlıkları duyuluyordu. Savaş sularında hayatta kalan tek Malta gemisi ise yaralılarını toplamakla uğraşıyordu. Maggiolo rahat bir nefes alıp "Geride kalan gemi tek başına bize saldıramaz!" diye sevinirken asıl tehlike kendini gösterdi. Meğer şövalyelerin planı bu kadar değilmiş ve Maggiolo tam da onların planlarına göre hareket edip tıpış tıpış Koron açıklarına gelivermiş. Şimdi karşısındaki onüç pare-lik Malta filosu karşısında kendi gemisi korumasız, çaresiz ve hız kesmiş olarak kızıl külahlıların arasında kalmış durumda. Teslim kararını Antonio ile birlikte verdiler. Çatışmaya girmeden teslim olacaklar ve gemileri yedeklenip Malta'ya varınca durumu kardinale anlatıp kurtulmaya çalışacaklardı.

Arap alayı çevresini saran korsanlar arasında Maggi-olo'nun gemisi Malta'ya dönmek yerine Girit'e doğru yol almaktaydı. Mora yarımadası görünmez olduğunda vakit de

babil'de ölüm istanbul'da a 5 k I 1 9 9

akşama yaklaşıyordu. O gece olanları ben de hatırlamıyorum. Yalnız Koca Murat Reis'in "Kasd-ı kâfir!... Gaza niyyetine!.. Koman kurtlarım!" haykırışıyla yırtılan gecenin karanlığı ve ardından deniz üzerindeki büyük yangını biliyorum. Ne olandan, ne de olacaklardan bihaber kaç zaman geçtiğini bilmiyorum, kendimi Leylâ'nın hayaline sarınmış olarak bırakıverdim savaşın içine...

Canandan muhabbet alıp verdiler bana Somu benim de canımı cânâne verdiler

İzzet

Sevgiliden bir parça sevgi alıp bana verenler, sonra da (buna karşılık) benim canımı alıp sevgiliye verdiler.

XVIII

Bu, Eski Hatıraların Canlandığı ve Kalbimin Anda Bin Kez Yandığıdır

Murat Reis kara bulutların gökleri kapattığı bir sırada kamufle edilmiş ateş kayıklarını gönderip Malta şövalyelerinin gemilerini aynı anda alevlerle buluştururken "Gaza niyyetine!" diye haykırdığında Maggiolo'ya, yalnızca gemisine ateş sıçramasını engelleyici manevralar yapmak kalmış. Sonra Osmanlı donanması yedeğinde istanbul'a iki günde gelmişiz. Sarayburnu açıklarında atılan dokuz pare top sesleri de beni uyandırmaya yetmemiş. Üzerime düşen pirinç sarısı usturlabın ağırlığı altında şi-razeden çıkmış, sayfalarım dağılmaya başlamıştı ki eski hatıralarımın kokusu dimağımı sarhoş ettiği sırada kendime gelebildim. Evet, bu bahçeyi tanıyordum, bu taş duvarlar arasında kırk yıl geçirmiştim. Eski evimde, Dicle'nin serin yamaçlarını düşünüp ağladığım taş döşemelerin rüzgârını duyarak kendime gelebildim. Sultanın huzurundaydım ve mehter elçi peşrevini vururken ben, derinden derine, üzerime kapaklanan usturlabın cildimi yarıp geçen eksen çivisinin acısını duyuyordum.

.-i

babil'de ölüm istanbul'da aşk|201

Sultan Mehmed'in bağrımdaki şakayık resmini öptüğü sırada gözlerinin dolduğunu ve hüzün dolu erkeksi sesiyle "Rukâl! Babam seni ne de çok sevmişti bilsen! Ve gerçeği ben biliyorum, sana kıydılar!" diye fısıldadığını benden başka kimse ne gördü, ne de duydu. Sultan, Rukâl'e kıyanların kıskançlıkla bunu yaptıklarını düşünüyor, elinde beni tutarken ne BC'yi biliyor, ne de Rukâl'in başına gelenlerin biraz da benim yüzümden olduğunu düşünüyordu. Bilseydi beni başka türlü karşılardı çünkü ve par-mağındaki yüzüğü öperken bir acı tebessümü esirgemezdi. Öptüğü yüzüğün pırlanta kaşını görünce sevinen ben oldum çünkü. Rukâl'i denize düşürdükleri gün koynunda taşıdığı üç pırlantadan biriydi bu. "Demek ki Rukâl'imin cesedi denizde kalmamış!" diye geçirdim içimden ve sevindim. Sultanın bu iki busesinin ikisini de sevdim ve Rukâl'i sultandan ne şakayık için ne de pırlanta için kıskandım. Oysa Dicle yamaçlarında bıraktığım Leylâ'mın dudak izlerine karışan bu beşinci kişinin dudak iziydi ve Rukâl'in kanıyla çizdiği şakayık deseni üzerinde beş ortak aşk yaşıyordu. Oysa aşk işinde ortaklık olamazdı. Mümkün müydü hiç sevenin sevileni paylaşması, olabilir miydi bir gönülde iki aşk?!.. Yakışık almazdı bir evde iki farklı misafir.

Biri diğerini bilmeden aynı buseyi paylaşan bu insanların, Leylâ'nın, Efendim Fuzulî'nin, Rukâl'in, Kanun Koyucu hükümdarın ve Sultan Mehmed'in, gerçekte aşkı bilen gönül vurgunu kişiler olduğunu geçirdim içimden. Alnımda bir güneş gibi parlayan sevgi buselerine dönüşmüştü şakayık resmi. Neden sonra sultan, eski günlerin hatıraları arasından sıyrılıp divan katipleri arasında gezdirdiği gözlerini beyaz yüzlü ihtiyara çevirip "Mehmed Bey!" dedi, "Adaşım, sen sarayımıza Hilye mesnevisini vermiştin, biz de sana L&M mesnevisini bağışlayalım. Bunu vaktiyle atam Süleyman Han, Rukâl nam cariyesine vermişti. Yitirdiğimizi sanıyorduk. Meğer şehirler ve ülkeler dolaşmadaymış. Şimdi geldi ama sarayımızdan bir defa nasibi kesilenin tekrar mahremiyetimize girmesi münasip değildir. Alasın ve okudukça hayır dua edesin, hem Fuzulî şaire, hem hanedanımıza."

202

Saraydan ne yolla olursa olsun bir kere çıkanın bir daha geri girmesine izin verilmediğinin bir töre olduğunu o gün öğrendim. Buna üzülmedim diyemem, ama beş yıldır Anto-nio'dan başka dilimi anlayanın olmadığı kentlerden bunca sıkılmış iken şimdi Frenkçe arkadaşlıklar yerine Hakanî Meh-med Bey'in şarka özgü şiirsel dostluğuna verilmem elbette gönlümü aydınlatmıştı. Saraya dair son hatıram, hünkara sunulan Papalık hediyelerini seyreden valide Safiye Sultan'ın, kendisine hediye gelen genç kızlardan birine sarılıp öptüğü oldu. Seraser desenlerle sim tel işlemeli kırmızı entarisinin

•-İ

babil'de ölüm istanbul'da a ; k I 2 0 3

eteklerini toplayıp huzurdan ayrılırken belki de Korfu'da geçen çocukluk günlerini ve yıllardır unuttuğu adının Bafo olduğunu anımsadı yeniden. Ve sağ elinin üç parmağını yumup kime gösterdiğini anlayamadığım BC yeminine bağlılığını yeniledi. Oğlu, dostluklarını sunmak üzere gelen Venedik elçilerini kabul törenine valide sultan sıfatıyla onu da davet etmekle büyük incelik göstermişti ama kubbealtından gözü nemli ayrılacağını tahmin etmemişti.

Hicrî bininci yıl kutlamaları başlarken ben yeniden doğmuş gibi oldum. İstanbul sokaklarında donanma şenlikleri vardı. Şehzadelerin sünnet düğünü için kırk gün kırk gece sürecek eğlenceler başlamıştı. Şimdilik tek emelim ise Rukâl ile gecelediğimiz ceviz ağacını ziyaret etmek ve o hüzünlü geceyi yeniden yaşamaktı. Yazık ki beni kimse oraya götürmedi ve hasret, bağrımda bir düğüm olup yuvarlandı.

Hakanî Mehmed Bey, evet, kelimenin tam anlamıyla bir divan efendisi ve divan şairiydi. Osmanlının her türlü idarî ve siyasî görüşmelerinin yapıldığı divanda alınan kararları zabta geçirmekti görevi. Evindeki divanda çok oturmaya vakti kaldığını söyleyemem, ama şiirlerini derlediği bir divanı var. Efendim Fuzulî kadar olmasa da arada sırada bu divan sayfalarına güzel gazeller yazdığı oluyor. Yeni efendimin divanîliği kadar bir divaneliği de olmuş vaktiyle. Adını anan herkes bundan bahsediyor nedense, iki yıl öncesine kadar Edirnekapısı civarında divan katipleri için ayrılan lojmanlarda otururmuş. Haz-ret-i Peygamberin ruh ve bedenî güzelliklerini anlattığı Hilye-i Saadet adlı o pek müstesna kitabını yazdığı vakit sultanımız efendimiz kendisine te'lif ücreti olmak üzere caize kabilinden bir hediye vermek istemiş. Ancak böylesi güzel bir kitaba ne verse yetersiz kalır diye düşünüp "Sorula!" diye buyurmuş vezirlerine "Neye ihtiyacı var ise o verile!" Vezirler divan toplantısından sonra "Dile bizden ne dilersen!" demişler. O dahi "Özür dilerim, ben yazdığım kitabın caizesini öte dünyada Efendimiz'in

204 um

bizzat kendisinden dileyeceğim, burada bir şey almayı ucuza satılmak sayarım!" demesin mi? Israrlar fayda vermeyince bir kabine krizi çıkmış sarayda, "Bunu hünkara nasıl söyleriz!" endişesiyle ısrar etmişler bir şey istemesi için. "Hünkar emridir, geri çevrilmez!" demişler. Mehmed Bey'in dediği dedik, bir şey istemez, vezirler de mutlaka isteyeceksin, iddiasındalar. Neredeyse falakaya yatıftacaklar zavallıyı. "Bari herkesin gönlü olsun." diye "Artık yaşlandım, eğer mutlaka bir ihsanda bulunulacaksa yağmurda çamurda evime giderken pek müş-kilat çekiyorum, ata binmeme müsade buyurulsun!" "Tamam!" demişler, "Derhal sana bir at alalım." Ne ki buna da yeniçeri ağası itiraz etmiş, "Nizam-ı âlemdir, şehir içinde at ile dolaşabileceklerin rütbeleri ve kimlikleri bellidir, kadim töreyi korumak vazifedir, zinhar olmaz!" Bu defa ikinci bir kriz patlak vermiş, bir protokol krizi. Sonunda Mehmed Bey'e, Sirke-ci'den Cıgaloğlu Sinan Paşa'nın köşküne çıkan yokuşta bir ev satın alıp iki gün içinde Edirnekapısı'ndaki hanesini nakletmişler de herkes rahat bir nefes alıp hünkara buyruğunun yerine geldiğini bildirebilmişler. Şimditerde kim Hakanî Bey'den bahsetse bu garip vak'ayı anlatıyor.

Mehmed Bey kendisine ihsan olunduğum için pek sevinmişti. Sultan'a teşekkür ederken daha evvel benim öykümü anlatan Genceli Nizamî'nin Farsça mesnevisini ve benim başka bir nüshamı okuduğunu ama benim gibi tezhipli, minya-türlü, saray damgalı bir nüshaya sahip olmakla kıvanç duyacağını söylemişti. Nitekim beni evine götürdüğü zaman da bunu kutlamak için hane halkına helva ikram ettirmiş, ardından da bozulan cildimi, yerinden oynayan şirazemi tamire başlamıştı.

Mehmed Bey'in evinden Bahçekapısı ile saray-ı hümayun görünüyordu. Şehri çok değişmiş gördüm. Bir defa Bahçekapısı civarında Valide Sultan'ın yaptırdığı yeni bir cami ve külliye inşaatı vardı ve Ayasofya'nm minarelerinden birisi de tamirdeydi.

b a b i I' de ölüm İstanbul'da

Hakanı Bey'in evinde şiir dolu yıllar geçirdim. Sabahlara ka--dar şair dostlarıyla şiir üzerine yaptıkları sohbetleri, helva gecelerinin rafine eğlence ve şakalarım, ramazan iftarlarının zengin konuklarını burada dinleyerek eski saray günlerimi hatırladım. Gündüzleri Yeni Cami ve Ayasofya minaresinde çalışan işçileri seyretmek, akşamları da mum ışığında hayaller kurmak beni epey eğlendiriyordu. Ancak bu evdeki en mutlu saatlerim selamlığın güney pencerelerinden Rukâl ile gecelediğimiz ceviz ağacının uç dallarına bakarak kurduğum hayaller oldu. Ağacın saklandığımız gövdesi acaba hâlâ aynı şekilde duruyor muydu, hep merak ettim. Yazık ki beni oraya götüren olmadı. Evin Dübeşte diye çağırdıkları bir halayığı vardı. Bana zaman zaman Dicle'de bıraktığım sevgilimi, çöl kızı Leylâ'yı hatırlatıyor, kumral saçları, buğday teni ve kömür karası gözlerine dalıp gittiğim akşamlarda da bundan garip bir lezzet duyuyordum. Yirmi yaşlarında var, yoktu. Gönlünü Ayaş Paşa'nın yakındaki konağının bahçevanma kaptırmış, ama bir türlü bunu ona hissettirememişti. Ben biliyordum, bahçevan delikanlı da onu seviyor ama geleceğinden korktuğu için, arada sırada konaktan Mehmed Bey'in çocuklarına gönderilen hediyeleri vermek üzere kapıya geldiğinde fırsat bulduğu hâlde onun yüzüne bakmaktan kendini men ediyor, içindeki acıyı büyüttükçe büyütüyordu. Hizmetkârlar için namus en büyük referanstı çünkü. Kim bilir kaç sevgili bu disiplin içinde birbirlerine işmar edemeden yalnızca hayaller kurarak ömür geçirmekteydi.

Mehmed Bey'in evinde kaldığım süre içerisinde ne BC'nin, ne de hazine avcılarının yüzünü gördüm. Bazen izimi kaybettiklerini, belki de beni sarayda zannedip oralarda entrikalar çevirdiklerini düşünerek teselli buldumsa da buna kendim de inanmadım. Çünkü elleri bütün dünya devletlerinin en gizli teşkilatlarına bile ulaşan çok güçlü yedi kişinin şimdilerde Osmanlı ülkesinde üye bulundurmamaları aklıma yatmıyordu. Ama Mehmed Bey'in evinde günler hızla akarken ne karanlık gecelerde hırsız çantalarına, ne de salaş meyhanelerin izbe

arka odalarına uğradı yolum. Gümüş şamdanlı kilise dehlizlerinden de geçmedim uzunca bir zaman, üstelik Galata'ya hiç yolum düşmedi. Bunda Hakanı Bey'in alkol meclislerinden uzak durmasının da etkisi vardı şüphesiz. Şehirde asayişin iyiden iyiye gevşediği hicri bininci yıl kutlamalarının gece şenliklerinde ve gündüz yapılan esnaf alaylarında bile ne Roma'daki murassa hançeri, ne de Efendim Fuzulî'nin matara kayışını gördüm. Yine de birkaç defa korkup heyecanlanmadım değil. Bunlardan ilki Ayasofya'da şenliklerin başladığı gün okutulan mevlid merasiminden sonra Atmeydanı'nı dolduran mü'min-ler arasında dikkatimi çeken bir Rum köylüsüydü. Hakanî Bey'i takip eden bu karanlık adamın sürmeden gözü, ağızdan sözü çalan usta bir yankesici olduğunu, takip ettiği ihtiyarın altın kesesinde muhtemelen birkaç mangırdan başka para bulunmadığını yoklayıp daha yağlı bir ihtiyar bulmak üzere rota değiştirip uzaklaşmasına kadar korkulu anlar yaşadığımı hatırlıyorum. Adam kesenin içindeki akçeleri hissetmiş ama benim bağrımdaki Babil ilahlarının altın heykellerini hissedememişti. İkinci heyecanı da sık sık kapıya gele^ bir dilenci dolayısıyla yaşadım. Evde eski kitap olup olmadığını, okumayı çok sevdiği için okuryazar takımından olan beyefendinin bunlardan birisini kendisine ihsan edip etmeyeceğini sorup duruyordu. Önceleri içimden, "Muhtemelen evde bulunan kitapların niteliklerini öğrenmeye çalışıyor!" diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Ama birkaç seferden sonra o da gelmez olmuştu. Bir defa da Kasımpaşa'nın Sada-bad yolu üzerindeki Zindanarkası Mezarlığı'nda bir adam kesmişti yolumuzu. Esrar kullandığı her hâlinden belli olan bu adam, ıssız servilikler ve şahideleri yan yatmış mezarlar arasında belinden yatağanı sıyırmış ve Mehmed Bey'e "Dökül babalık!" demişti. O gün, Mehmed Bey bir mezar ziyaretine gitmiş, beni de yanında götürüp Aynalıkavak sırtlarındaki topselvinin altında ikindi güneşinin Haliç'te yakamozlar oluşturduğu asude bir vakitte biraz mesnevi okumak istemişti. Ziyaretine gittiği şahidesi çiçekli mezar bakımsızlıktan dağılmak üzereydi. Hakanî Bey'in

babil'de ölüm istanbul'da aşk|207

Farsça ve aruz dersleri verdiği Meyyitzade diye anılan bir delikanlının annesinin mezarıydı bu. Hakanî Bey bu kadında bir ermişlik vehmediyor ve arada sırada mezarına gidip Fatiha okuyordu.

Hakanî Bey'in dostlarına anlattığına göre onyedi yıl evvel Osmanlı askerleri Eğri önlerinde savaşırken aralarında kırkına yaklaşmış, şakaklarında kırçıllar oluşmaya başlamış bir sipahi de varmış. Aklı sık sık istanbul'a kayıyor ve altı aylık taze bir gelin olan hanımı ile karnındaki çocuğunu düşünmeden edemiyormuş. Meğer bu savaşa gelirken onları emanet edecek kimsesi olmadığından, "Ferman padişahın!" deyip yola koyulacağı sırada iki rekat sefer namazı kılmış ve Allah'a şöyle yalvarmış:

"ilahî! Halim sana malumdur. Kalbime öyle gelir ki ben seferden dönmeden şu hatuncuk doğuracaktır. Artık çocuğum sana emanet."

Yeniçeri yanılmış meğer. Kendisi gider gitmez genç kadın hastalanmış ve dört ay sonra da doğurmadan vefat etmiş. Mahalleli onu getirip bu mezarlığın bir köşesine defnetmişler, işin garibi kadının karnındaki çocuk henüz sağ imiş. Mezara konulduktan birkaç gün sonra dünyaya gelmiş ve Allah'ın hikmeti, annesinin vücuduna tırmanıp göğsüne yetişerek emmeye başlamış.

Çocuğun bu ölü memesinde süt bulması, karnını doyurması ve nerede olduğunu bilmeden karanlık bir dünyada kâh uyuyarak, kâh ağlayarak hayatını devam ettirmesi beni de şaşırttı doğrusu ya, olacak olur derler, bir hafta kadar sonra Or-du-yı hümayun Eğri Seferi'nden dönmüş. Bizim sipahi neferi hasret ateşiyle soluğu evinde almışsa da nafile, kapî duva-r olmuş. Hamile karısının ölümünü öğrendiği zaman da inanamamış ve hiç durmadan, "Olamaz!" diye sayıklamaya başlamış, "Ben çocuğumu Allah'a emanet etmiştim. O benim emanetimi korurdu."

208

I L»,M

Nihayet mahallenin erkekleri ona karısının mezarını göstermişler. O kaytan bıyıklı dağ gibi yiğit, henüz bir haftalık taze toprağa sarılıp ağlamaya sızlamaya başlamış. Bir müddet sonra adamın hâli başkalaşmış. Ağlamayı kesip kulağını toprağa dayamış. O da ne! Kulaklarında bir ses. Bir bebeğin masum çığlıklarından başka bir şey de değil üstelik. Hemen yerinden doğrulup yanındakilere bağırmış: "Bre kazma kürek getirin; evladım aşağıda sağdır!"

Bir koşu, mezarcının kazma ve küreği getirilip derhal mezar açılmış. Gördükleri manzara akıllara ziyan. Erkek bir bebek, annesinin çürümeye başlayan vücuduna yapışmış, sağ memesinden süt emiyor. Hayrete şayan olan şey, annenin vücudunun rengi ve şekli değişip elleri ve ayaklan nane çöpüne dönmeye başladığı halde sağ memesinin olduğu gibi korunmuş olmasıymış. Çocuğu alıp mezarı yeniden kapatmışlar.

Kadının kocası olan sipahi iki yıl evvel ölünce Hakanî Bey bu çocuğun bakımını ve eğitimini üzerine almış. Temiz yüzlü zeki bir çocuk bu. Adı nedir bilmiyorum, ama herkes ona Mey-yitzade (Ölü kadının oğlu) diyor. Meyyitzade'nin arada sırada annesine karşı beslediği saygı ve hürmeti ağlayarak gösterdiğine ben de şahidim. Hatta bir keresinde Hakanî Bey ona, "Bak a oğul!" bile demişti, "Öldüğün zaman seni tekrar annenin mezarına gömsünler, mezar taşına da çiçek yerine kallavi işlesinler." Bu sözden "İleride vezir olasın!" temennisi anlaşılıyordu; çünkü yalnızca vezirlerin şahidelerine kallavi yontulur.

O gün vakit ilerlemiş ve serviliklerin koyu gölgeleri altında daha erken gelen akşamın alaca karanlığı mezarlığa bir kasvet yaymıştı. Hakanî Bey "Dökül babalık!" hitabına kuşağındaki keseyi çıkararak karşılık verdi. Ama adam yatağanı boğazına dayayıp "Daha!" demişti "Dökül dedik sana!" Bu, parmaktaki yüzük, pazubenddeki elmas, koyunda saklanan murassa hançer vs. demekti. Hakanî Bey bunları teker teker verirken ben "İşte yine kara günlerim başlıyor, bu adam benim peşimde!" diye ürktüm. Adam Mehmed Bey'i Medine fukarası gibi iç

babil'de ölüm istanbul'da aşk|209

donuna kadar nesi var, nesi yoksa soyundurdu. Bu arada yemenisini ayağına ölçüyor, Bursa çatması yeleğini sırtına geçiriyor, bürümcük şalını beline doluyordu. Sıra mintana gelince düğmelerine bakıp, "Bre senin gibi herif bu mintana neden sedef düğme diktirmez?" diye alay bile ediyordu. Serpuş da baştan gidince Mehmed Bey "Ağam, bari kaftanı bırak da evime gi-debileyim, beni rüsvay eyleme!" dedi. Umursamaz tavrını birden değiştiren adam önce güldü, sonra da "Haklısın herif, analık seni böyle görürse hovardalıktan geliyor sanır; hem senin kaftan işime yaramaz, giysem saygınlığını taşıyamam, satsam yakama yapışırlar." deyip Şam kadifesinden kaftanı diğer kıyafetlerden ayırdı. Astarında ben vardım. Kaftanda bir ağırlık hissedince kirli elini astara sokup "İşte asıl aradığım bu!" diye kahkaha atıp sayfalarımı karıştırmaya başladı. O anı ve adamın terli bedeninin kokusunu hiç unutmayacağım. Birkaç dakika içinde, bir yüzyıl boyunca savaş görmüş gibi yıprandım. Resimlerime baktı, Leylâ ile sahrada buluştuğumuz sahneyi şehvetle inceledi, müstehcen imalarda bulundu. Ben tam "Hazine avcılarından biri!" diye düşünmeye başladığım sırada sayfalarımın rüzgâr gülü gibi savrularak uçtuğumu hissettim. Meğer serseri kanun kaçağı tersane ayyaşlarından biriymiş, kitabı görünce bizimle alay ediyormuş. Hakanî Bey'in yüzüne çarptığımda yeni tamir edilen şirazem yine dağılacak da canım yana yana yine iğneler altına, bıçaklar altına yatacağım sandım.

O gece ikimiz de eve pek perişan döndük ve Hakanî Bey bir daha Meyyitzade'nin annesinin mezarına gitmedi. Garip tecelli, bir ay kadar sonraydı, aynı tersaneliyi bu sefer Tavukpaza-rı'nda subaşının merkebine ters bindirilmiş, sırtında da suçunun büyüklüğüne uygun bir tomruk bağlanmış giderken gördük. Merkebin yularını çeken tellal bağırıyordu:

"Duyduk duymadık denilmeye; Akbıyık Hamamı soğukluğundan hamam müşterilerinin giysilerini çalan Cennetoğlu nam cehennem eşkıyasının halinden ibret alma!"

21üLm

Hakanı Bey'in evinde daha sonra yıllarım geçti. Acı tatlı hatıralar... Biliyordum, birilerinin benim burada olduğumu bildiğini biliyordum. Mehmed Bey, vakti geldiğinde alınmak üzere emanetçiliğimi yapan bir hancı gibi görüldüğünün farkında olmadı hiç ve beni çok sevdi. Ben de onu çok sevdiğimi söylemeliyim. Son nefesini verirken yanındaydım, hatta gülümseyerek "Yârân-ı safa! Şu cennet bağçeleri ne güzel bağçeler imiş!" dediğini de duydum ve Hilye-i Saadet'in ona iki dünya saadeti getirdiğine inandım, sevindim.

Hakanı Bey'in evinde şiirle, aşk ile dopdolu zamanlarım geçti. Gerçi bütün o yıllar boyunca Leylâ'mı bulamadım, izine, yüzüne rastlayamadım; ama selamlığın güney pencerelerinden her bakışımda, ceviz ağacının yapraklarının her titreyişinde, karda ve baharda, yazda ve ayazda, hep Rukâl'in ürkek ceylanlar gibi titreyen sesini işittim. BC'yi ve hazine avcılarını unuttum, aşk hatıraları içinde yandım, kavruldum, yolumu şaşırıp kayboldum. Ne güzel günlerdi...

Şeb-iyeUiâyı müneccimle muvakkit ne bilir Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat

Sabit

En uzun gecenin hangisi olduğunu ne müneccim, ne de takvim yapanlar bilir... Gam tutkunlarına sor ki geceler kaç saattir!..

XIX

Bu, Günter Kâfir'in AtaTyi Kandırdığı ve Sonsuz Hasretin Bağrımı Yandırdığıdır

Ona herkes Nev'îzâde diyor. Kendisi Kanun Koyucu'nun devrinde şiirleriyle şöhrete erişmiş olan Nev'î Yahya Efendi'nin oğlu olur. Aslında adı Ataullah. Şiir, tezhib, minyatür, bilim ve tasavvuf, ilgi alanları arasında. Yeteneği sayesinde daha onse-kiz yaşındayken üniversitede asistan olmuş, tütün içmenin haram olmadığına dair fetva veren ve bu yüzden halkın diline düşen Şeyhülislam Yahya Efendi'nin kayırmasıyla da Canbaziye medresesinde ders vermeye başlamıştı. Hakanı Mehmed Bey'in terekesini yazmak üzere evimize geldiğinde hizmetinin karşılığında ona ücret olarak beni verdiler. Şimdi onunla dostluğumuzun üzerinden iki sonbahar geçti. Sarıgüzel'deki evinde Ganizade Nadirî ve Azmizade Hâletî gibi şiire düşkün arkadaşlarıyla toplanır, estetik, tasavvuf ve güzel sanatlar üzerine tartışırlar, bu arada sık sık da Efendim Fuzulî'yi rahmetle anarak benim sayfalanmdan beyitler okuyup ezberlerlerdi. Aydm, zarif ve

212 um

şakacı bir insandı. Nerede bir kitap varsa görüp okumak gibi bir hastalığa tutulmuştu. Bu günlerde kilolarıyla başı dertteydi ve zayıflamak için papatya, raziyane, nevruz çiçeği ve pelin kökü karışımı çaylar içiyor, çok sevdiği İstanbul'un yakın köylerine, Çamlıca'ya, Çırpıcı Çayırı'na, Küçüksu'ya uzanıp sık sık yürüyüşler yapıyordu.

Atâî Efendi'nin en büyük ideali beş adet mesnevi yazıp hamse (beşleme) oluşturmaktı. Hatta isimlerini bile şimdiden planlamıştı: Sakinin Kitabı, Çiçeklerin Esintisi, Bekârlar Sohbeti, Yedi Sofra, Fikirlerin Anlam Güzelliği. Hatta bu kitaplar içine çizdireceği nakışların eskizlerini hazırlayıp karısına bile göstermeden özel sandığının gizli bölmesine koymuştu şimdiden.

Oruç günlerinin bitmesine birkaç gün kala iftar zamanı evinin kapısı vuruldu, iki yeniçeri neferi kollarından tuttukları bir adamla kapıda duruyorlardı. Ecnebi kıyafetli bu adamla göz göze geldiklerinde ikisinin yüzünde de aynı şaşkınlık vardı, ikisinin de ağız yapısı, burnu, çıkık elmacık kemikleri üstündeki iri kahve gözleri ne kadar da birbirine benziyordu. Gelene sakal bıyık takılsa duran; duranın sakal ve bıyığı kesilse gelen olacaktı. Bir ona, bir ötekine bakan kolluk neferleri şaşkın "Bu ecnebi herif sizin akrabanız olurmuş!" diye alay edercesine kekelediklerinde hayreti bir kat daha arttı.

O gece sahura kadar mum ışığı altında hem birbirlerini tanıdılar, hem de karşılıklı öykülerini anlattılar, iki öykünün karşılıklı doğrulanan ve tamamlanan parçalarına göre Atâî Efendi'nin büyük dedesi Hacı Kemal Efendi Ankara'dan gelip Malkara'ya yerleşmişti. Onun Nasuh adlı bir oğlu ile Ali ve Irza -bu aslında Rıza demekti- adlı iki torunu olmuştu. Bunlardan Ali, Halvetî tarikatına girmiş ve sonradan posta oturmuştu. Atâî'nin dedesi işte bu şeyh idi. Irza'nın ise, Anadolu eyaleti sipahileri arasına kaydolunduğu sırada Kanun Koyucu'nun Ala-man Seferi'nde küffâra esir düştüğü söyleniyor ve aile arasında Irza'nın tevatürlere dayanan ve gitgide efsaneleşen hikâyesi sık

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 2 1 3

sık anlatılıyordu. Şimdi karşısında duran ve kendisine çok benzeyen adam o Irza Efendi'nin torunu olduğunu ve istanbul'a hem akrabalarını aramak, hem de Doğu masalları üzerine araştırmalar yapıp onları resimleyerek bir kitap yazmak için geldiğini, çok şükür ki sonunda onu bulabildiğini söylüyordu. Ben bu ziyarette bir bit yeniği seziyor, birbirlerine çok benzeyen bu iki adamın ruhlarının hiç benzeşmediğini hissediyordum. Konuşurken, içten davranmaya çalışan bu adamın, bir samimiyet göstergesi olarak Atâî Efendi'ye dokunmasını, küçük temaslar ile sözlerinin cazibesini arttırma yoluna gitmesini, arada sırada nükteler yaparak havayı daha ısındırmaya çalışmasını dikkatle izliyor ve bunların samimiyetten uzak yabancılık hissi ile sanki eğitimli bir hafiyenin kendisini kabul ettirmeye çalışan tavırları olarak görüyordum. Yanılmadığımı anlamak için çok beklemem gerekmedi üstelik. Elini Atâî Efendi'nin omzuna koyduğu bir sırada yüzük parmağıyla serçe parmağının yumulu olduğunu fark ettim. Bu, tam da BC üyelerinin Marduk'u selamlama biçimleriydi. Keldanî ruhanilerinin Sin ayininde yabancıları böyle selamladıklarını ve onlar üzerinde gizli bir etki bırakmak istediklerini, evi baskına uğramadan evvel, Roma'da Elsheimer'den dinlemiştim.

Günter'e göre -ki o, adının bu olduğunu söylüyordu- ikisi kuzen idiler. Gerçi Atâî Efendi buna inanmakta zorluk çekiyor, hiç tanımadığı bir ecnebinin evine gelip akrabalık bağından bahsetmesini heyecan verici bulmakla birlikte şüpheli de görüyordu. Ne var ki Günter, kuzenden öte bir kardeş gibi içten davranarak onu etkiliyordu. Anlattığına göre büyük amcası Irza Efendi Alaman içlerinde Linz kasabasında esir düştüğü zaman, Ferdinand'ın tercüman ve katiplerinin en yaşlısı olan Sir David tarafından satın alınmış. Altı yıl boyunca ekmek yediği kapıya sadakatle hizmet eden genç ve esmer güzeli Irza iyi ahlakıyla bu yaşlı Yahudi'nin, yakışıklılığıyla da kızı matmazelin itimat ve gönüllerini kazanmış. Çok geçmeden de düğün-der-nek ve Günter'in babası Şimon Hasan doğmuş.

2 1 4 Um

Bu öyküde inanılır taraflar çoktu, ama şüpheci bir göz Gün-ter'in birkaç günlük hayatını inceleseydi, BC'nin, onu buraya göndermeden evvel çok uzun ve ayrıntılı araştırmalar yaptığını, Atâî Efendi ile Günter arasındaki benzerlikten yararlanmak üzere kendisine Türkçe öğretildiğini, Osmanlı devletinin yapısı ve sosyal hayatı hakkında bilgiler verildiğini, istanbul'daki örf ve adetlerin bazılarının uygulamalı biçimde belletildiğini hemen anlayabilirdi.

"Sende" dedi Günter birkaç günlük yakınlıktan sonra, "L&M mesnevisi var? Hilleli Mehmed Fuzulî'nin yazdığı kitap?"

"Bugünlerde hayranlıkla okuyorum üstadın bu kitabını." cevabını verdi Atâî, beni okşaya okşaya raftan indirerek. "Bugüne kadar yazılmış en güzel elem öyküsüdür bu." diye de ilave etti sonra. Eğer o sırada Atâî Efendi, Günter'in nabzını tutuyor olsaydı, beni gördüğü o ilk anda bayılacak derecelere geldiğini fark ederdi şüphesiz. Sahtiyan cildime dokunduğu an elleri titriyordu. Kim bilir bunun için ne kadar beklemiş, ne kadar umutlar ve hayaller^büyütmüştü. Yapraklarımı hızla çevirip minyatürlü kısımlara geldikçe duruyor ve bayram çocukları gibi seviniyordu. Ne-\ den yazılarıma değil de resimlerime baktığını ilk anda kestirememiştim. Sanki o resimler arasında bir ha-x rita arıyor, bir define-

nin planını keşfetmeyi umuyor gibiydi. Bu hareketi, onun Babil ilahlarının hazine avcılarından mı; yoksa BC üyelerinden

babil'de ölüm istanbul'da a şk I 2 1 5

mi olduğu konusunda beni ikileme düşürdü. "Belki de!" dedim içimden, "BC şifreleri ararken beyitler üzerinde çalışmaktan yorulup uzak bir ihtimal de olsa resimlerim arasında yeni şifreler aramaya yönelmiştir." Çünkü ancak cahil define avcıları haritalarla iş görür ve haritaları da anlaşılmasın diye resimlerin arasına yerleştirirlerdi. Eğer böyle ise Günter hem altın ilah heykellerinin, hem bilimsel tabletlerin peşinde koşuyor demekti. Belki de altınları kendisi için, tabletleri BC adına arıyordu.

"Ben." dedi, "Dresden Kraliyet Sanat Atölyesinde Şarlken Vakfı adına beş yıldır bu minyatürler üzerinde çalışıyor ve resim ile minyatür arasındaki benzerlikler kuramı üzerine araştırmalar yapıyorum." Sonra uzun uzun resimden, resimdeki perspektiften, renklerin üç boyutluluğundan bahsetti durdu.

Atâî Efendi'nin, kış aylarında, medresedeki hocalık görevinin dışında kitap okumak ve şiir yazmaktan öte yapacak fazla bir işi olmazdı. Günter ile ertesi ve daha ertesi günler uzun uzun konuştular. Ramazan bayramı boyunca onu eve gelen başka akrabalarla da tanıştırdı. Günter, dedesinden öğrendiğini söylediği yarım yamalak Türkçe'siyle sözcükleri telaffuz ederken evin çocuklarına eğlence doğuyordu. Espri yeteneğine herkesin hayran kaldığı, evin maskarası olan en küçük oğlan, pek çok kişiye yaptığı gibi ona da daha ilk günlerde bir lakap takmıştı: Günter Kâfir. Bunu biraz da, kendi resmini kardeşi-ninkinden daha çirkin yaptığı için söylemişti. Günter gerçekten de çok güzel resim yapıyor, çocuklar, onun el ayası kadar kâğıtlar üzerine yaptığı resimleri ayna ile yan yana koyup kendilerini seyretmekten büyük keyif alıyor, bunun için birbirleriyle adeta yarışıyor, her gün ondan yeni bir resimlerini yapmasını istiyorlardı. Günter birkaç zaman sonra bundan sıkıl-dıysa da bir evde rahat etmenin, çocuklarla iyi geçinmekle mümkün olacağını düşünüp onlara ses çıkartmıyor, artık ezberlediği burunları, çeneleri, kulakları ve dudakları tekrar tekrar çizmekten yorulduğu halde asla vazgeçmiyor ve hatta bunu

216 I um

babil'de ölüm istanbul'da a ş k I 2 1 7

bir eğlenceye dönüştürmenin yollarını arıyordu. Nihayet çocukların resimlerini gözlerini kapatarak çizmeyi denedi ve hayrettir, bunda da başarılı oldu. Artık her geçen gün, daha kısa sürede, üç çocuğun resmini gözü kapalı olarak yapabiliyor ve gittikçe daha çok benzetiyordu.

Günter Kâfir İstanbul'a geleli neredeyse iki ay olmuştu ve bütün zamanını ya minyatürlerim üzerinde yeni çizimler, yahut şehri gezip kartografik resimler yapmakla geçiriyordu. Minyatürlerim arasında en çok da, hani Leylâ'nın çadırı önünde bayıldığım ve onun başımı dizine alıp yüzümü gülsuyu ile ovduğu sahneyi inceliyor, onu tekrar tekrar çiziyordu. Bu sahnede Leylâ ile benim bulunduğum yerde toprağa resmedilmiş sınırlar, çadır çizimleri, ağaçlar, bir akarsu, uzakta dağlar falan vardı ve muhtemelen Günter Kâfir burada bir harita aramaktaydı. Minyatürlerimi gerçek dünyadaki gerçek mekanlara dönüştürmekte çok başarılı idi. Kendi kafasından yaptığı resimlerde de dış dünyayı nasıl görüyorsa öyle resmediyor, bunları da herkesten gizli tutup tomar halinde koynunda saklıyordu. Atâî Efendi ile sık sık resimden, istanbul'un arkeolojik mekanlarından ve minyatürlerimdeki çizim tekniklerinden bahsediyorlardı. Bir akşam Atâî Efendi gizli gizli yaptığı nakışlarından bahsetmek gafletinde bulundu ona ve hemen "Beraber resim çalışmalıyız." diye bir dayatma ile karşılaştı. Böylece kendisi resim tekniğini anlatacak, Atâî de ona minyatürün inceliklerini öğretecekti. Bundaki amacının minyatürlerimde varolduğunu zannettiği haritanın işaretlerini bulmaktı şüphesiz. Söylediğine göre her ikisinin resim ve nakış kabiliyeti ortak dedeleri Nasuh Efendi'den aldıkları genlerin eseriymiş. "Allah yazdıysa bozsun!" dedi Atâî Efendi ve "Tabiatı aynen taklid etmenin derunî hazlar ve arzular karşısında ne değeri olabilir ki?!.. Bir sanatkâr gördüğünden ziyade görmek istediğini anlatan değil midir zaten?!.." diye de ilave etti, minyatür sanatını resme karşı savunmak için. Buna karşı "Başarı, Tanrı'nın eserine benzemekle mümkündür; sanatçı Tanrı'yı taklitte yüceldiği ölçüde sanatçıdır." diyordu

Günter, bütün şirk yeteneğini takınarak, ikisi arasında ne zaman bir resim ve minyatür konusu açılsa bu tartışma yenilenirdi zaten. Atâî, sanat denilen şeyin tabiatta varolanın dışında aranması gerektiğini, tabiatta olanın yalnızca Tanrı'nın sanatı olabileceğini, ayrıca Tanrı'nın sanatını taklid etmenin bir şirk olduğunu, bu yüzden Doğulu ustaların çizimlerinde resimden ziyade stilize etmenin esas olduğunu savunuyor, Günter ise resimdeki mekan, suret veya boyutlardan birinin değiştirilmesi olarak gördüğü Doğu çizimlerinin sanatı eksik bıraktığını, Tanrı'nın mükemmel yaratışı gibi sanatçının da mükemmeli aramakla yükümlü olduğunu, bunun için portre yahut peyzajın önemli olduğunu söylüyordu. Atâî buna karşı gerçek mükemmelliğin ruhtan yansıyanda olabileceğini, bir resmi bir insana benzetmenin sanattan öte bir şey olmak gerektiğini savunuyor ve bir türlü anlaşa-mıyorlardı. Ona göre kuzeninin bu perspektif kullanma takıntısı, Müslüman istanbul'da başlarına bir gün mutlaka bir bela açacaktı ama, bakalım ne zamandı?! Hatta bu yüzden evin dışında resimden bahsetmemesini şart koştu ona. "Koynunda sakladığı tomarın varaklan bitse de şu resim cürmünden bir kurtul-sak!..." diye geçiriyordu sık sık içinden.

Günter Kâfir, uzun gecelerin titrek mum ışıkları altında Atâî Efendi'yi zorlayıp minyatürlerimi birlikte incelemeye mecbur bıraktığı zaman ilk inceledikleri sayfada Leylâ ile okulda birbirimizi gördüğümüz günü anlatan sahne yer almaktaydı. Günter Kâfir, öyküye göre bu mektebin bir çadır olması gerektiğini, oysa burada bir Osmanlı taş mektebi bulunduğunu, duvarlarında çini, pencerelerinde kündekâri bulunan bir çadır hiç görmediğini, zeminin de ahşap döşeme oluşuna hayret ettiğini, dolayısıyla minyatürün daha sonradan değiştirilmiş olup olmadığını sorguluyor, Atâî de bu öykünün her ne kadar Necid çöllerinde yaşanmış olursa olsun anlatıcının -Efendim Fuzu-lî'nin demek istiyor- veya nakkaşın yaşadığı coğrafyaya göre

öykünün mekanlannda farklılıklar görülebileceğini, bunun da doğal olduğunu, çünkü şarkta aşkın ve sanatın hep aynı biçimde algılandığını söylüyor, "Daha ileride gürül gürül akan ırmaklarla salkım söğütler göreceksin dur bakalım!" diyordu. Günter, hocanın rahlesi önünde bir sıra kız, bir sıra erkek dizilmiş olarak oturan öğrencileri ve en önde Leylâ ile beni gösteriyor ve bir yandan zemin motifleri üzerinde açıklamalar isterken diğer yandan öğrencilerin böyle dizilmelerinin özel bir nedeni bulunup bulunmadığını sorguluyor, ardından elbiselerimizin renklerine, ön planda falakaya yatırılmış bir çocuğun şimşir ağacıyla vurulan ayaklarının kızarıklığına, öğrencilerin ellerindeki kitapların tutuluş şekillerine ve hepsinden önemlisi de Leylâ ile benim birbirimizi süzen bakışlarımıza dair "neden, niçin, nasıl" gibi soruları arka arkaya sıralıyordu. BUAM'ın şifrelerini böyle çözeceğini sanıyordu belki de. Sayfanın bir yerine gizlenmiş bir ipucu aradığı her halinden belliydi. Yazık ki şair gönüllü Atâî Efendi bunu kestiremiyordu. Elimden gelse Atâî Efendi'nin yaptığı bütün açıklamaları tersyüz edip onu sahnenin dışına sürecektim ama...

Birkaç gece hiç durmadan minyatürlerim üzerinde konuştular, o sahneleri anlatan beyitlerimi tekrar tekrar okuyup yorumladılar. Her okunuşta içimdeki aşk yarasının biraz daha derinleştiğini ve Leylâ'ya olan sevdamın bir orta malı malzeme yerine konulmasından utandığımı hissettim. Günter Kâfir benim aşkımı anlamaktan çok uzak bir kültür yozluğuyla eğiliyordu resimlerime ve aşkımın mahremiyetine hiç saygı duymuyordu. Atâî ise ona izah etme kaygusuyla, hissettiklerini değil, bildiklerini söylüyordu. Oysa Efendim Fuzulî, bilgilenmek için değil, hissedilmek için yazmıştı L&M'i ve elem atlasında okunmasını isterdi. Günter Kâfir, Atâî Efendi'yi konuşturdukça ben biraz daha yaralanmış gibi acı çekiyordum. Hani çölde, o ilk gençlik yıllarımda, rahmetli babacığımın Leylâ'yı benim için istediği sahneyi, sahralarda aslan ve ceylanlarla ettiğimiz sohbetleri, Kabe'ye dua etmek üzere götürüldüğüm günü, Leylâ ile

babil'de ölüm istanbul'da aşkİ219

ıssız ve kavurucu gurbetlerde yalnız kaldığımızı ve nihayet Leylâ'nın mezarı üzerine kapanıp bedenimi feda ettiğim ânm çizimlerini birer birer incelediler, Günter bunlardan resimler ve simetrik çizimler yaptı. Atâî Efendi onu anlamakta zorluk çektiğini ve yaptığı çizimlere bir anlam veremediğini tekrarlayıp duruyordu. Yazacağını söylediği kitapta bunları nasıl anlatacağını çok merak ediyordu doğrusu, ama nedense bir ard niyet sezinlemiyordu hiç. Oysa bu uzun sohbet gecelerinden sonra Günter'in odasına çekilip konuştuklarını çizgilerle yorumlamaya ve altın ilah heykellerine giden yolu bulmaya çalıştığını bilseydi bu kadar rahat davranmazdı. Konağının selamlık kısmını kendisine ayırdığı bu uzak akrabanın, kendisi okuldaki görevine gittiği gündüzleri evde veya sokaklarda ne yaptığını da pek merak etmiyordu aslında. Arada sırada "Bugün neler yaptın bakalım birader?!" türünden sırf konuşmuş olmak için sorulan önemsiz sözlere karşılık Günter, ibadet için Galata'daki sinagoglardan birine gittiğini, orada Musevi cemaatinden dostlar edinip onlarla vakit geçirdiğini, memleket hasreti giderdiğini anlatıp duruyordu. Bir gün Atâî Efendi bu dostlarıyla kendisini de tanıştırmasını istemişti öylesine. Günter Kâfir birdenbire çok sevindi bu teklife ve birkaç gün sonrası için plan yaptılar ve tabii her zaman olduğu gibi o, beni de yanlarında götürmek istiyordu.

Bahçekapısı'ndan sur dışına çıkışta sert rüzgârın balıkçı sandallarım birbirine tokuşturduğu bir poyraz karşıladı bizi. Bahçeler arasından ilerleyip deniz gümrüğüne vardığımızda ise Safiye Sultan'ın bu bahçeler arasında yapılmakta olan Yeni Cami'sinin inşaatını kontrol eden kubbe vezirleri, harem ağası efendi, bostancı çavuşu, mermerbürler, dülgerler ve mimarbaşı ile selamlaştık. Günter sanki onlara görünmek istemez bir tavırla adımlarını sıklaştırınca Atâî Efendi, "Korkma birader, bizde devletlular ecnebi eti yemiyor!" diye takıldı, kıyafetini

2 20 um

işaret ederek. Oysa Günter'in korkusu kıyafetinin farklılığından değil, bostancı çavuşuyla muhatap olmaktandı.

Bindiğimiz pazar kayığı Galata'ya doğru yol alırken Günter Kâfir dünya işlerini terk etmesi gereken şu cumartesi gününde dayanamayıp resim yaptığı için sinagoglardan birinde sabaha kadar tevbe istiğfar ile gözyaşı dökerek suçunu affettirmek istediğini söylüyordu. Atâî Efendi ise Günter'in arkadaşlarıyla sohbetten sonra vakit kalırsa Galata'daki Ceneviz kulesine çıkıp şehri şöyle bir seyredeyim diye geçiriyordu içinden. "Sence" dedi Günter Kâfir, "Konstantin Kral, şehrin çevre surlarını hep çift duvar ördürürken Haliç surlarını tek duvar ördürmeseydi acaba istanbul'un fethi kaç gün daha uzardı?" Atâî bunu hiç düşünmediğini, merak da etmediğini söylerken bu adamın gerçekten akrabası olup olamayacağını düşündü ilk defa.

Haliç'teki yelkenliler, kalyonlar ve gümrük yolsuzlukları yüzünden müruriye tezkiresi alamadıkları için aylardır limanı ıskarçaya çeviren Frenk gemilerinden çevrelerini pek göremiyor-lardı. Üstelik o gün Eyyub-ı Ensari ziyaretine gitmiş olan sultanın, kızaktan yeni indirilmiş olan Bçyaz Martı isimli tenezzüh kadırgasının geçmesi için de denizde birtakım saray erkanının ve görevli adamların peremeleri, yedi çifteleri ve kayıkları doldurmuştu Halic'in ağzını. Sultanın köpük rengi tenteleri ve süt boya ahşabıyla tam bir saltanat sembolü olan kadırgası Altın Boynuz'un ucunda göründüğü sırada kayığımız Karaköy limanına varmıştı bile. O anda Günter Kâfır'in kalbine yansıyanları okuyan birisi olsaydı, uzaktan da olsa ilk defa sultanı görmenin heyecanı ile onca muhafız ve ihtişamdan korkup ürperdiğini öğrenirdi. Sultanın yakında olması, şüphesiz saray hafiyelerinin ve Osmanlı Hilal-i Mahsusa aseslerinin bu civarlarda bulunduğunu düşündürmüştü ona.

İki kuzen, ikindi güneşinin istanbul ufuklarını yalamaya başladığı sırada Sulumanastır yakınındaki Ermeni keşişhanesinin yanından geçip Galata Kulesi'nin hemen bitişiğindeki gotik mimarili sinagoga kadar yarı çamur, yarı buz tutmuş sokaktan yokuşu zorlukla tırmandılar. Yabancı gördükleri için olsa gerek, hışımla üzerlerine saldıran iki karabaş, Günter Kâfir'in karlara boydan boya uzanmasına ve kadife astarlı zerdava kürkünün ça-murlanmasına yol açınca iki neşeli yoldaştan birinin küfürler yağdırırken diğerinin göbeğini hoplatan kahkahalarını salıvermesi, komşu evlerin pencerelerinden bazı meraklı başların uzanmasına ve kahkahalara mahalle çocuklarının da katılmasına yol açmıştı. Yorgun argın vardıkları sinagogun kapısında Günter Kâfir kâhyaya Atâî'nin anlamadığı bir dilden bazı sorular sormaya ve ondan cevaplar almaya başladı. Konuşma uzadıkça sinirleniyor ve bunu da jest ve mimikleriyle gayet iyi yansıtıyordu. Atâî Efendi o sırada "Keşke" diye hayıflandı "Arapça ve Farsça öğrendiğim kadar kefere lisanını da öğrenseydim." Aslında Günter tamamen göstermelik bir sinir hali içindeydi. Burada dostları falan da yoktu ve ben, bu kahyaya önceden üç beş Ceneviz altını vererek rol yaptırdığını ve mizansen olsun diye konuştuklarını biliyordum. Nitekim Atâî'ye dönüp, "Arkadaşlardan birinin eşi madam ölmüş. Hepsi cenazeye gitmişler!" diyerek buluşma olmayacağı için ondan özür diledi ve "Acuze karı ölecek günü bulmuş!" diye de inandırıcı bir küfür savurdu. Atâî Efendi doğrusu buna çok da üzülmüş görünmeyerek "O hâlde ben Kule'ye çıkıyorum, akşama evde görüşürüz." deyiverdi. Günter'in arkadaşlarını aslında o kadar da merak etmiyordu; yalnızca onun doğru söyleyip söylemediğini sınamak istemiş ve kahya ile konuşmalarına bakarak bundan emin olmuştu. Günter ise o anda bir taşla ikinci kuşu da vurmayı planlamış, kuzenini kendisine inandırmanın huzuru içinde "Ben de seninle kuleye çıkacağım!" diyerek o yıllarda adi bir cinayet vak'ası yüzünden yabancıların çıkmasına yasak konulan Galata Kulesi'ni görmeyi başarmıştı. Atâî Efendi her ne kadar, "Bak a birader! Bazı bazı insan başını dinlemeli, ben şimdi kuleye çıkıp L&M'in beyitleri arasında gönlümce istanbul'u seyretmek istiyorum." dediyse de Günter Kâfır'in sırnaşıklığından kurtulamadı: "Â'lâ, â'lâ!" diyordu, "Çizer ben de resim!.."

222 I um

Kapıdaki yangın bekçilerine rüşvet vererek Galata Kule-si'nin iç spiral merdivenlerini tırmanırken yine resim çizip çizmemek konusunda uzun uzun tartıştılar. Kule'yi çevreleyen teras kata yaklaştıklarında, vaktiyle müneccimbaşı Takiyyüddin Mehmed'in astronomi ölçümleri için kullandığı gözlem cihazlarını yerleştirdiği pencereler ve dolapların yerlerini gördüler. Takiyyüddin onbin altın harcayarak Tophane bayırında bir gözlemevi inşa ettirmeden evvel ölçümlerini burada yapmış ve Arşiya Akeldan'dan ve Ali Kuşçu'dan sonra dünyanın üçüncü astronomi laboratuvarını burada oluşturmuştu. Ben Takiyyüddin ile hiç karşılaşmamıştım. Bu yüzden onun BC üyelerinden biri olup olmadığını hep merak etmişimdir. Eğer BC üyesi idiyse BUAM'ın çalışmalarını gerçek bilimsel zekâ ile anlayan tek kişinin kendisi olduğunun farkında olmalıydı ve Kadızade Mehmed Şemseddin Efendi'nin "Astronomi ilminin sırlarına vakıf olarak geleceği öğrenmeye çalışmanın devlete uğursuzluk getireceği" gerekçesiyle rasathaneyi yıktırmasından yalnızca ruhu değil, mezardaki kemikleri de incinmiş olmalıydı. Onun için ben Kadızade'ye kızdığım kadar Takiyyüddin'e üzülürüm. Bilim adamı olup da cahiller arasında kalmanın azabı ne müthiş bir azaptır

Hiç yorum yok: